Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


28 Şubat Süreci: İslami Hareket, Ordu ve Sol

Beş sivil, beş askerden oluşan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) her ay toplanıyor. Kurul, devletin iç ve dış güvenliğinden sorumlu. Herkes çok iyi görüyor ki bu kurul TBMM, hükümet, yargı organları üzerinde büyük bir etkiye sahip. Bunun nedeni de kuruldaki asker üyelerin temsil ettiği silahlı güç.

Anayasa ve yasalar uyarınca Başbakan ve Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak çalışması gereken generaller kontrol ettikleri bu silahlı güç nedeniyle siyasi iradenin temsil edildiği TBMM ve hükümetin üzerinde baskı kurabiliyorlar.

Generallerin gücü

Generaller, yaklaşık 800 bin kişilik bir ordunun barınma, beslenme, giyinme gibi en temel ihtiyaçlarından, otel, tatil, eğlence gibi ihtiyaçlarına kadar her türlü harcama ve gelirin kontrolünü elinde tutuyorlar. Türkiye’de bütçenin %40’ı “savunma sektörü” için kullanılıyor. Bu devasa kaynağı generaller kontrol ediyor.

Ordu, Türkiye’de devlet ve özel sektörden sonra adeta üçüncü bi sektör olarak sanayi ve ticarette de kendini hissettiriyor. 1961 darbesi sonrasında kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) aracılığıyla ordu bu alana doğrudan girdi. Otomotiv, sigorta, gıda, çimento, petro-kimya, petrol ve lastik üretiminde otel ve turizm sektörlerinde önemli bir paya sahip oldu.

Denetim dışı ve izole edilmiş

Ordu üzerinde halkın doğrudan bir denetimi de söz konusu değil. Generaller seçimle görevlendirilmiyor. Rütbeler kendi belirledikleri kurallar içerisinde dağıtılıyor.

Kuruma girenler 15 yaşından itibaren düzeni koruma ve kollama misyonuna göre yetiştiriliyor. Askeri liselerden başlayan bu eğitim harp okullarında, daha sonra da harp akademilerinde devam ediyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeli genelde kapalı bir toplum olarak lojmanlarda, orduevlerinde yaşıyorlar. Toplumdaki temel çelişkilerden ve endişelerden izole ediliyorlar. Tatillerini, düğünlerini bile sadece kendi mensuplarına açık olan tesislerde yapıyorlar.

90-100 bin civarındaki subay ve astsubay çekirdeğinden oluşan bu güç emir-komuta zinciri dışında yönetilemez biçimde örgütlü.

Ordunun devletin diğer kurumları gibi (adalet sistemi, polis, maliye, sanayi ve ticaret vb. devlet bürokrasisi) toplumun büyük çoğunluğuyla doğrudan ve sürekli bir ilişkisi yok. Bu nedenle toplumun büyük çoğunluğunun gözünde diğerlerine göre daha temiz ve güvenilir bir kurum olarak görülüyor.

Ordu tarafsız mı?

Ordunun “sistemin ve siyasi çıkarların üzerinde, tarafsız, kendi içinde bütün ve dışındaki yozlaşmadan bağışık” olduğu fikri kabul görüyor. Ancak sistem derin bir krize girdiğinde ordu açıkça tutum alıyor. Türkiye’de toplumsal muhalefetin yükseldiği ve siyasi krizin derinleştiği dönemlerde (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de olduğu gibi) çok partili parlamenter demokrasiye müdahale eden generaller ülkedeki yönetici sınıfın bir parçası olduklarını kanıtlıyorlar. Sistemin korunmasından doğrudan çıkarları olduğunu pratikte gösteriyorlar. 27 Mayıs ve 12 Eylül tarihlerinin Türkiye’de kapitalist sermaye birikim modeli değişikliklerinde önemli mihenk taşları olması bir tesadüf değildir. İşçi hareketinin militanlaştığı ve devlet kontrolü dışına çıktığı 60’ların sonu 70’lerin başlarında demokratik hakların, örgütlenme özgürlüklerinin daraltılmasını sağlayan, memur sendikacılığını yasaklayan 12 Mart müdahalesi olmuştu.

12 Eylül darbesi

Darbe sonrası Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin, “yirmi senedir biz ağladık onlar güldü. Biraz da onlar ağlasın” diyordu. 12 Eylül askeri rejimi işçiden işverene büyük bir gelir transferini mümkün kıldı. 1980-88 arasında maaş ve ücretlerin ulusal gelir içindeki payı yüzde 13’e inerken kâr, faiz ve rant gelirlerinin payı yüzde 42’den yüzde 73’e çıktı. Türkiye dünyanın gelir dağılımı en bozuk altıncı ülkesi oldu. 12 Eylül döneminde 650 bin kişi gözaltına alındı. Onlarcası işkencede ve idam sehpalarında katledildi.

12 Eylül askeri rejiminin en önemli farklılığı, yöneticilerin “yeniden seçilebilmek için dayandığı toplumsal sınıfın desteğine ihtiyaç duyan milletvekillerine” bağımlı olmamasıydı. Egemen sınıf, 24 Ocak (emekçinin kemerini sıkma) kararlarını TSK’nın seçilmemiş generalleri aracılığıyla yaşama geçirebildi.

Darbecilerin din kozu

Ancak o dönemde MGK artan işsizlik, düşen ücretler ve bozulan gelir dağılımının kuru bir Atatürkçülük propagandasıyla unutturulamayacağının bilincindeydi. Sol düşüncenin etkisini gidermek ve toplumu apolitikleştirmek için askeri rejim dini kullandı. Darbe döneminde din dersleri zorunlu hale getirildi, kuran kursları hızla yayıldı. Cami sayısında patlama oldu. Devlet ile uyumlu islami cemaatlerin güçlenmesine izin verildi. Din egemen sınıf tarafından toplumsal afyon olarak kullanılıyordu. Ancak egemenlerin yıllardır “toplumsal afyon” olarak kullandıkları din 1990’larda muhalif bir hareketin bayrağı haline geldi.

SSCB’nin etkisi

İran’da Şah’ı yıkan devrim, solun hataları sonucu molla rejimine dönüşmüştü. Baskıcı şahlık rejimi karşısındaki zaferi ve Amerika’ya karşı direnişi islami harekete bütün dünyada prestij kazandırmıştı. SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizm diye yutturulan devlet kapitalizmlerinin çöküşüyle ortaya çıkan boşluk müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde radikal islami hareketler tarafından doldurulmaya başlandı. İslamcılar, Mısır, Cezayir gibi ülkelerde egemen sınıfa karşı muhalefetin ana odağı haline geldiler.

İslami hareket, Türkiye’de de cami, cemaat, kuran kursları, imam hatipler aracılığıyla egemen sınıfa karşı islami ideoloji etrafında örgütleniyordu.

Solun çöküşü Refah’ın yükselişi

İşçi hareketi 1980’lerin sonunda yeniden yükselişe geçmiş, sosyal demokrasinin temsilcisi SHP güçlenmişti. Emekçilerin yaşam koşullarını düzelteceği, barış sağlayacağı, Kürt sorununu çözeceği, 12 Eylül yasalarını değiştireceği vaadleriyle 1991’de iktidara gelen DYP-SHP koalisyonundan beklenti çok yüksekti. Ne var ki bu hükümet, vaadlerinin aksine, kirli savaşı tırmandırdı, işçi sınıfının yaşam koşullarını kötüleştirdi, demokratikleşme konusunda adım atmak bir yana, Bazı Kürt milletvekillerinin tutuklanmasına, bir tanesinin de öldürülmesine seyirci kaldı.

Sosyal demokrasinin yarattığı hayal kırıklığı ve stalinist solun ideolojik çöküşü islami hareketi toplumsal muhalefetin çekim gücü haline getirdi. Sol, en güçlü kalelerini bile Refah’a kaptırdı.

Küçük sermaye sahipleri ve orta sınıfların çıkarlarını temsil eden Refah Partisi 1991’de oyunu yüzde 20’ye, üye sayısını üç milyona çıkardı. “Adil Düzen” propagandasıyla hükümetin hayal kırıklığına uğrattığı kitleleri kendine çekmeyi başardı. RP’nin yükselmesi toplumdaki hoşnutsuzluğun ve arayışın ulaştığı boyutların göstergesiydi.

Adil düzen programıyla kent yoksullarını da arkasına almayı başaran Refah liderliği 28 Şubat’ta karşısında orduyu buldu. 28 Şubat Muhtırası ile Refah Partisi Türk egemen sınıfının açık hedeflerinden biri haline geldi.

28 Şubat süreci

28 Şubat 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Refahyol hükümetine 18 maddelik bir muhtıra verdi. MGK “irticayı” düzene karşı “en önemli tehdit” olarak değerlendiriyor, bir dizi önlem alınmasını istiyordu.

Generaller meclis ve Cumhurbaşkanı Demirel üzerinde basınç oluşturarak DYP-RP koalisyon hükümetini düşürdü. Yerini ANAP-DSP azınlık hükümeti aldı. 8 yıllık eğitim uygulaması Refah’a kadro yetiştiren imam hatiplerin orta kısmını kapatmak üzere uygulamaya sokuldu. Refah Partisi kapatıldı, liderlerine siyaset yasağı getirildi. Devletin çeşitli kurumlarından islami kadroların temizlenmesi ve izole edilmesi süreci başlatıldı. İrticanın sembolü olarak görülen türban devlet kurumlarında yasaklandı. Türbanlarını çıkarmaya direnen kadınlar “kılık kıyafet yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle” işten atıldılar. Türbanlı öğrencilerin derslerine devam etmeleri ve okula kayıt yapmaları engellendi. İslami sermayenin temsilciliğini yapan MÜSİAD üyesi sermayedarlar teşhir edildi, ekonomik faaliyetleri sınırlandırıldı. İstanbul’un FP’li Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan görevden alındı, okuduğu bir şiirden dolayı mahkum oldu, siyasetten uzaklaştırıldı. Türban ile meclise girmeye çalışan Merve Kavakçı TBMM’den kovuldu, vatandaşlıktan atıldı ve hakkında bölücülükten dava açıldı. Bir dizi dini cemaatin lideri ve faaliyetleri kamuoyuna teşhir edildi, üyeleri devlet kurumlarından temizlenmeye çalışıldı.

Laik cephe

Türkiye’nin en çok üyeye sahip, TBMM’de en çok milletvekili olan, toplumsal desteği en çok olan bir partiye ve onun temsil ettiği muhalefete karşı mücadele etmek egemenler açısından oldukça tehlikeliydi. Üstelik bu parti egemenlerin yıllardır afyon olarak kullandıkları dini mücadele bayrağı haline getirmişti.

Yoksulluk, işsizlik ve Kürt sorunun üzerine bir de islami hareket çıkmıştı. Sisteme karşı toplumsal bir patlama yaratmadan islami hareket nasıl durdurulabilirdi? Egemen sınıf bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için islami harekete karşı toplumda laik bir cephenin oluşmasını istedi.

Türk-İş ve DİSK ile birlikte patron örgütleri TOBB, TİSK ve TESK “5’li sivil inisiyatif” adıyla “irticaya” karşı birleşik bir cephe kurdular. Sosyal demokrasi ve işçi hareketinin liderleri orduya destek verdi. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan gruplar bile ordunun müdahalesini alkışladılar. En militan ve solcu sendikalardan biri olan Eğitim-Sen 28 Şubat Muhtıra’sının temel talebi olan 8 yıllık eğitim için mitingler düzenledi.

Bu çatışmada MGK müdahalesini “ilerici” olarak görenler, ordunun şeriatçılara karşı demokrasiyi ve insan haklarını koruduğuna inanıyorlardı. Ordunun işlevini iyi bilen sosyalistler bile “islamcılar gelse daha mı iyi olacak” fikriyle ordunun 28 Şubat müdahalesine karşı çıkmıyordu. Artık işçi sınıfı örgütlerinin liderliği ve solun desteğiyle laik cephe kurulmuştu

Sol ne yaptı?

Türkiye’deki sosyalist grupların çoğu ise ya açıkça generallerden yana tavır aldı ya da bu çatışmaya sırtlarını çevirdiler, “tarafsız” kaldılar. “İt dalaşı”, “TÜSİAD-MÜSİAD sermayelerinin çatışması”, “Ne şeriat, ne darbe” değerlendirmeleri yaptılar. İslami hareketi “başı ezilmesi gereken faşist bir akım” olarak gördüler.

Bu anlayışların doğal sonucu olarak sosyalist partilerin üyeleri arasında bile türbanlı iş arkadaşlarını “laik” yöneticilerine ispiyon edenler çıktı.

Sol muhalefet, islami hareket üzerindeki baskılara karşı tutum almayarak bu çatışmada genel olarak egemen sınıfın yanında yer aldı.

İslamcılara karşı devleti destekleyen, 28 Şubat müdahalesini ilerici olarak gösteren soldaki tutum, bu düzeni değiştirmek isteyen ve radikalleşenleri islami hareketin kucağına itti.

Sorun islami hareket mi?

Bize, “korunması gereken bir sistem” olarak yutturulmaya çalışılan bu sistem yoksulluk, savaş, adaletsizlik, işkence, ölüm olarak kendini ortaya koyuyor. İslami hareket ise bu sistemin pisliklerinin sorumlusu değil, sonucudur. İslamcılar olsa da olmasa da eşitsizlik ve haksızlıklar var. Asıl sorun islami hereket değil egemen sınıftır. Onun silahlı bekçileridir.

İslami hareketin zayıflatılması ya da yok edilmesi bu sorunları ortadan kaldırmayacaktır. Aksine, bu saldırılar demokrasiyi, ekmeği, özgürlükleri biraz daha azaltacak, sistemin asıl sahibi yönetici sınıfı güçlendirecektir.

Onları mı destekleyeceğiz?

Bu küçük azınlığın iktidarı devam ettikçe ütopist (hayalci) küçük burjuva hareketler her zaman olacak ve işçi sınıfını da kendi arkalarına çekmek isteyeceklerdir. İslami hareket de bunlardan biridir.

İslami hareket, küçük sermaye sahiplerinin, yeni orta sınıfın hareketi olarak bir yandan sermaye düzenine (kapitalizme) sahip çıkar, bir yandan da onun sonuçlarına itiraz eder. Bu nedenle çelişkilerle doludur, tutarsız ve çözümsüzdür.

Patronlardan ve yönetici sınıftan kurtulmayı değil faziletli-dindar-ahlaklı yöneticilere sahip olmayı hedefler. Bu da, çözümsüzlüğün “islamcı” yöneticiler tarafından devam ettirilmesi anlamına gelir.

Kendileri için insan hakları ve demokrasi isterken, başkalarının bu haklarını reddeder. Kendi partilerinin kapatılmasına karşı çıkar ama başka partilerin kapatılmasını destekler ya da sessiz kalır. Kadınlara karşı cinsiyetçi, eşcinsellere karşı saldırgandır. Dinsel ve etnik azınlıklara karşı ayrımcıdırlar.

Bu nedenlerle, zaman zaman devletle olan çatışmada aynı tarafa düşsek bile, islami hareket bizim ittifak kurabileceğimiz, birleşik bir cephe oluşturabileceğimiz politik bir akım değildir. Rekabet ettiğimiz küçük burjuva ütopist bir politik güçtür.

Sol ne yapmalı?

Generallerin saldırıları karşısında asla devletle aynı tarafta olmamalıyız. Türbanlı kadını devlete karşı savunmaksızın kılık kıyafet özgürlüğümüzü savunmak mümkün değil. Solun, devletin türbanlı kadınlara karşı gerçekleştirdiği saldırıyı geri püskürtmesi, demokrasi talebine sahip çıkması için islami hareketin peşine takılması gerekmez. Saldırıları geri püskürmek için bağımsız tutum almak, tutarlı, demokrat, sol bir çekim gücü yaratmak mümkündür. Ancak böyle bir çekim gücü islami hareketin tutarsızlığını teşhir edip ona alternatif olabilir.

28 Şubat süreci nasıl biter?

Genel Kurmay Başkanı Kıvrıkoğlu “28 Şubat süreci bitmedi, gerekirse yüz yıl, gerekirse bin yıl sürer” diyor. Bu sözler, generallerin ne kadar kararlı olduğunu ifade ediyor. Generaller, küçük bir azınlığın çıkarlarını ne pahasına olursa olsun koruyan bu sistemin yöneticileri arasındalar. Sistemin devamını garantiye almak için oluşturulmuş ve gerektiğinde müdahale eden silahlı bir kurumun başındalar. Toplumsal muhalefetin karşısına dikilen en önemli baskı gücünü yönetiyorlar.

Daha çok demokrasi ve özgürlük isteyenler, daha çok ekmek isteyenler, barış isteyenler, çoğunluğun çıkarına bir sistem isteyenler devlet baskısına karşı demokrasinin tutarlı savunucuları olmalıdırlar. Kalıcı demokrasi ise ancak işçi iktidarıyla mümkündür.

Bugün, 28 Şubat sürecine karşı yapılması gereken şey, işçi iktidarı için mücadele eden ve ezilenlerin her koşulda kürsüsü olmakta kararlı bir devrimci parti inşa etmektir.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 10; Kasım 1999

'İslami Hareket' sayfasına dön
sayfa başına dön