Güncelleme: 21.11.2006 |
|||
|
|
|||||||||||||||||||||||||||||||
Bu kitapçık, Chris Harman'ın İngiliz International Socialism Journal dergisinin 64. sayısında (Sonbahar - 1994) yayımlanan The Prophet and the Proletariat makalesinin Türkçe çevirisidir. Yazı, Ortadoğu'da özellikle 90'larda yükselen İslami hareketin doğası üzerine bir değerlendirmedir. Soldaki genel kanının aksine, Harman, İslami hareketin faşizm benzeri gerici bir hareket değil, modern bir hareket olduğunu ve Ortadoğu'da solun boş bıraktığı mevzileri, yine solun motifleriyle doldurduğunu tartışmaktadır. Kitapçıkta Türkiye'deki İslami hareket üzerine İşçi Demokrasisi gazetesinde yayımlanmış 4 makale de yer almaktadır (İslami hareketin doğası ve alınması gereken tutumlar üzerine kaleme alınmış bazı makaleleri İslami Hareket ve Marksist Tutum bölümümüzde bulabilirsiniz) Aşağıda kitapçığın Önsöz ve Sonuç bölümleri yer almaktadır.
ÖNSÖZİslamcı hareket, Türkiye siyasetini belirlemeye devam ediyor. Refah Partisi Mart 1994 yerel seçimlerinde birinci parti olduğunu kanıtladığından beri gündemden inmedi. Bu durum yönetici sınıf açısından bir ikilem yarattı. Sol için de bir ikilem ortaya çıktı. Açık ki İslamcı hareket sağcı, anti-komünist bir akım. Kadınlara karşı gerici bir tutuma sahip. Yine de egemen sınıf İslamcı hareketi bir tehdit olarak görüyor ve bastırmaya çalışıyor. Bu ikilem özellikle 28 Şubat ordu muhtırasından bu yana solu böldü ve zayıflattı. Sosyal demokratlar, Türk-İş ve DİSK liderlikleri ve hatta kimi sol gruplar MGK’nın İslamcılara dönük baskısını desteklediler. Bu arada KESK ve ÖDP “Ne Refahyol Ne Hazırol” sloganı ile tarafsız bir tutum almaya çalıştı. Bu politik tutumlar solu, ordunun 1980’den beri siyasete en cüretli müdahalesi karşısında silahsız bıraktı. Bu politikalar sonucunda Türk-İş ve DİSK, TÜSİAD ve TİSK ile beraber sivil inisiyatif çerçevesinde bir araya geldi. Aynı dönemdeki toplu iş sözleşme görüşmelerinde kötü anlaşmalar imzalamaları sürpriz olmadı. Öte yandan ordunun basıncı karşısındaki tutumu, KESK’in 4 Mart gecesi Ankara’ya yola çıkan otobüsleri geri çağırmasında ve Kızılay Meydanı’nda polisin gaz bombalarını hiçe sayan militanlığa rağmen eylem sürecini dağıtıp bitirmesinde rol oynadı. Soldaki kafa karışıklığı, sol ve işçi hareketi açısından ciddi politik sorunlar yaratıyor ve yaratmaya devam edecek. İslamcı hareketin karakterinin, sınıf temelinin ve modern dünyada oynadığı rolün ciddi bir analizi olmaksızın solun, Türkiye’de yaşananları kavraması olanaksız. Chris Harman’ın kitabı böylesi bir analizi oluşturma yönünde ciddi bir katkı. 1994 başında yazılmış olan metin genellikle başka ülkelerin deneyimlerine dayanıyor. Ancak buradaki analiz olaylar tarafından doğrulandı ve Türkiye’de solun karşılaştığı sorunlarla yakından ilgili. Bu nedenle Harman’ın makalesini olduğu gibi basıyoruz. Tabloyu güncelleştirmek için yetersiz de olsa, İşçi Demokrasisi gazetesinde 1998’in ilk yarısında çıkmış olan konuyla ilgili bazı yazıları kitaba ekledik. Söz konusu yazıların yazarları Chris Harman’la görüş birliği içinde olsalar da elbette bu yazılardaki hatalardan Harman sorumlu tutulamaz.
SONUÇSosyalistlerin İslamcı hareketleri otomatik olarak gerici ve “faşist” ya da “ilerici” ve “anti-emperyalist” olarak değerlendirmeleri hata olmuştur. Radikal İslamcılığın, toplumu Muhammed tarafından 7. yüzyıl Arabistan’ında uygulanan modelle yeniden oluşturma projesi, aslında yeni orta sınıfın yoksullaşan kesimlerinden kaynaklanan bir “ütopya”dır. Tüm “küçük burjuva ütopyalarında” olduğu gibi, bu ütopyanın taraftarları da pratikte iki seçenek arasında seçim yapmakla karşı karşıyadırlar: Ya mevcut toplumu yönetenlere karşı muhalefet ederken kahramanca ama beyhude girişimleri seçmek ya da yöneticilerle uzlaşarak onlara baskı ve sömürüyü sürdürmeleri için ideolojik cila sağlamak. Bu durum, İslamcılığın radikal bir terörist kanat ile reformist bir kanada ayrılmasını kaçınılmaz kılar. Bu aynı zamanda toplumu “ezenlerden” kurtarmak isteyen bazı radikal İslamcıların bireylere “İslami” davranış biçimlerini dayatmak için silah kullanmaya başlamasına yol açar. Sosyalistler küçük burjuva ütopyacıları baş düşman olarak değerlendiremezler. Onlar uluslararası kapitalist sistemden, milyarlarca insanın kör bir birikime tabi tutulmasından, tüm kıtaların bankalar tarafından yağmalanmasından veya “yeni dünya düzeni”nin ilanından bu yana korkunç savaşlara yol açan makinalaşmadan sorumlu değillerdir. Onlar Saddam Hüseyin’in ABD ve Körfez şeyhliklerine yaranma girişimiyle başlayan ve ABD’nin Irak’la beraber müdahalesiyle sonuçlanan Birinci Körfez Savaşı'nın dehşetinden sorumlu değillerdir. Falanjistlerin saldırılarının, Suriye’nin sola karşı müdahalesinin ve İsrail işgalinin Şii militan hareketini doğuran koşulları yarattığı Lübnan’daki katliamdan dolayı onlar suçlanamaz. Bağdat hastanelerinin “tam isabet sağlayan bombalar”a hedef olduğu ve 80 bin kişinin Kuveyt’ten Basra’ya kaçarken katledildiği İkinci Körfez Savaşı’ndan da sorumlu değillerdir. Mısır ve Cezayir gibi ülkelerde yoksulluk, eziyet, tutuklama, insan hakları ihlalleri İslamcılar yarın ortadan kalksa bile varolmaya devam edecektir. Bu nedenlerle sosyalistler İslamcılara karşı devleti destekleyemezler. Laik değerlerin tehdit edilmesi nedeniyle devleti destekleyenler, İslamcıların solu “toplumun en yoksul kesimlerine karşı ‘ezenlerin’ ‘dinsiz’ ve ‘laik’ komplosunun bir parçası” olarak tanımlamalarını kolaylaştırmaktadırlar. Bu anlayışta olanlar halk yığınları için hiç bir şey yapmayan rejimleri “ilerici” diye överek İslamcıların büyümesini sağlayan Cezayir ve Mısır solunun yaptığı hataları tekrarlarlar. Onlar devletin laik değerlere verdiği desteğin geçici olduğunu da unuturlar: Yeri geldiğinde şeriatın özellikle halka ağır cezalar verebilecek kısımlarını uygulamak için daha muhafazakar İslamcılarla işbirliği yapar, karşılığında da baskılara karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanan radikallerin kuyusunu kazarlar. Ziya yönetimindeki Pakistan’da ve Nümeyri dönemindeki Sudan’da uygulanan ve Clinton yönetiminin Cezayirli generallere tavsiye ettikleri buydu. Fakat sosyalistler İslamcıları da destekleyemezler. İslamcıları desteklemek, baskının bir biçimini diğerine tercih etmek, devletin İslamcılar üzerindeki şiddetine tepki olarak etnik ve dini azınlıkların, kadınlar ve eşcinsellerin savunulmasını terk etmek ve kapitalist sömürünün “İslami” biçimler alarak kontrolsüz bir biçimde sürdürülmesini sağlayacak günah keçileri bulunmasına yardım etmek anlamına gelecektir. Onları desteklemek, bütün ezilen ve sömürülenleri arkasında örgütleyen mücadele halindeki işçilere dayanan bağımsız sosyalist politika hedefinin, kendi koyduğu hedeflere bile ulaşması mümkün olmayan küçük burjuva ütopyacılığının kuyruğuna takılmak için terk edilmesi anlamına gelecektir. İslamcılar bizim müttefikimiz değildir. Onlar, işçi sınıfı üzerinde etkili olmak isteyen ve başardığı ölçüde de işçileri ya felakete yol açan beyhude bir maceracılığa ya da mevcut sisteme gerici bir teslimiyete çeken -veya genellikle önce birincisini sonra da ikincisini gerçekleştiren- bir sınıfın temsilcileridir. Fakat bu İslamcılar yokmuş gibi bir tutum alabileceğimiz anlamına gelmemektedir. Bunlar mevcut düzende sıkıntı çeken büyük toplumsal gruplar zemininde büyümektedir ve onların isyan duygusu, yükselen işçi mücadelesi önderlik edebilirse ilerici amaçlar için harekete geçirilebilir. Hatta böylesi bir yükseliş olmasa bile radikalliğin cazibesine kapılan pek çok insan sosyalistler tarafından etkilenebilir. Ancak bunun için sosyalistlerin İslamcılığın tüm biçimlerinden tamamen bağımsız bir politika ve tek tek İslamcıları gerçek radikal mücadeleye katmak için her türlü fırsatı kullanan bir yaklaşımı birleştirmeleri gerekir. Radikal İslamcılık çelişkilerle doludur. Küçük burjuvazi daima mevcut düzene karşı radikal isyan ve onunla uzlaşma arasında gidip gelir. İslamcılık bu nedenle daima İslami toplumu bütünlüklü olarak kurmak için savaşmakla, İslami “reform”ları dayatabilmek için uzlaşmak arasında sıkışır. Bu çelişkiler kaçınılmaz olarak kendilerini İslamcı gruplar arasında çok sert ve çoğunlukla şiddet içeren çatışmalarda gösterirler. İslamcılığı tek bir gerici bütün olarak değerlendirenler, Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan ve İran karşıt tarafları desteklediğinde İslami gruplar arasında çıkan çelişkileri unutmaktadırlar. Bu tartışmalar, Türk İslamcılarının İkinci Körfez Savaşı sırasında Suudilerce finanse edilen camilerde Irak yanlısı gösteriler örgütlemesine, Cezayir’de FİS’in Suudi destekçilerinden kopmasına neden olmuştur. Afganistan’da rakip İslamcı gruplar arasında daha da sert silahlı kavgalar sürmektedir. Bugün Filistinliler arasında örgütlü olan Hamas içinde de İslami yasaları uygulaması karşılığında Arafat’ın Filistin yönetimiyle ve dolayısıyla İsrail’le uzlaşma konusunda tartışmalar bulunmaktadır. “Reformist İslam”, dünya sistemine entegre olmuş mevcut devletlerle uğraşmaya başladığında böylesi davranış farklılıkları zorunlu olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü bu devletlerin her biri diğerleriyle rekabet içindedir ve her biri belirleyici emperyalist güçlerle kendi pazarlığını yapmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesinin düzeyi yükseldiğinde de benzeri farklılıklar ortaya çıkar. İslamcı örgütleri finanse edenler, işçi mücadelelerini sona erdirmeye çalışacaklardır. Genç radikal İslamcılardan bazıları bu mücadeleyi sezgisel olarak destekleyecektir. İslamcı örgütlerin liderleri, işverenlerin yardımsever, işçilerin de sabırlı olması gerektiğini homurdanarak ortada kalacaklardır. Son olarak, kapitalist gelişmenin kendisi iktidara yaklaştıkları ölçüde İslamcı liderleri ideolojik taklalar atmaya zorlar. Onlar da “İslami değerler” ile “Batı değerleri”ni karşı karşıya koymaktadırlar. Ama Batı değerleri adı verilen değerler köklerini efsanevi Avrupa kültüründen değil, kapitalizmin son iki yüzyıldaki gelişiminden alır. İngiliz orta sınıfının 150 yıl önce cinselliğe karşı aldığı tavır İslamcı canlanmacıların bugün vaaz ettiklerine şaşırtıcı biçimde benzemektedir: Evlilik dışı seksin yasaklanması, kadınların bileklerine kadar örtünmesi, gayrimeşru ilişkilerin kabul edilemez, insanların kaldıramayacakları bir leke olması... Kadınlar bazı açılardan bugün İslam’ın çoğu biçiminin sağladığından daha az hakka sahipti. İslam kız çocuğuna erkek çocuğa verilen mirasın yarısının verilmesini öngördüğü halde, İngilizler’de miras yalnızca en büyük erkek çocuğa kalabiliyor; İslam kadınlara çok sınırlı da olsa boşanma hakkı verdiği halde, İngiliz orta sınıfı kadınlara boşanma hakkı tanımıyordu. İngilizler’in tutumunu değiştiren şey Batılı psikolojisi ya da “Musevi-Hristiyan değerlere” ait bir şey değil, gelişen kapitalizmin etkisidir. Kadın işgücüne duyduğu gereksinim kapitalizmi bazı tutumları değiştirmek zorunda bıraktı ve daha da önemlisi kadınları daha büyük değişimleri talep edebilecek bir konuma kavuşturdu. Bu nedenle Katolik kilisesinin eskiden çok güçlü olduğu İrlanda, Polonya ve İspanya gibi ülkelerde bile istemeden de olsa bu etkinin azalmasını kabul etti. İslam’ın devlet dini olduğu ülkelerde de, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar kendilerini benzeri değişimlerin baskılarından muaf tutmaları mümkün değildir. Bu, İran İslam Cumhuriyeti’nin deneyimiyle de ortaya çıkmaktadır. Kadınların esas rolünün “ana ve eş” olduğu şeklindeki tüm propagandaya ve kadınları hukukçuluk gibi belirli mesleklerden uzaklaştırmak için yapılan tüm baskılara rağmen, kadınların işgücü içindeki oranı giderek arttı. Bugün kadınlar devrim sırasında olduğu gibi kamu çalışanlarının yüzde 28’ini oluşturuyor. Rejim, bu nedenle doğum kontrolü konusundaki tutumunu değiştirmek zorunda kaldı. Şu anda kadınların yüzde 23’ü doğum kontrol hapı kullanıyor ve zaman zaman sıkı örtünme zorunluluğu yumuşatılıyor. Kadınlar, boşanma ve aile hukukunda erkeklerle eşit haklara sahip olmasalar da, oy hakkını (iki kadın milletvekili var), okula gitme hakkını, tüm dallarda üniversitelerdeki kota haklarını koruyor, tıp okumak ve askeri eğitim almak için teşvik ediliyorlar. Abrahamian, Humeyni hakkında şunları yazıyor: Humeyni’nin en yakın müritleri “gelenekçiler”le “eski moda” oldukları için alay ediyor. Onları dinsel kuralları sabit fikir haline getirmekle; kızlarını okula göndermemekle; genç kızları hiç erkek bulunmayan yerlerde bile örtünmeye zorlamakla; sanat, müzik ve satranç oynamak gibi entelektüel uğraşları reddetmekle; ve hepsinden kötüsü gazete, radyo ve televizyondan yararlanmamakla suçluyorlar. Bunların hiç birisi gerçekten şaşırtıcı olmamalıdır. İran kapitalizmini ve İran devletini yönetenler ekonominin temel sektörlerinde kadın işgücünden vazgeçemezler. Ve İRP’nin iskeletini oluşturan küçük burjuva kesimleri, yalnızca daha fazla gelir elde etmek için, ailenin gelirini artırabilmek ve kızlarının evlenmesini kolaylaştırmak için, 1970’lerde kızlarını üniversiteye göndermeye ve onlara iş aramaya başladılar. 1980’lerde ise sırf dini gerekler adına bundan vazgeçmek istemediler. İslamcılık, ekonomik ve bu nedenle toplumsal gelişmeyi diğer ideolojilerden daha fazla donduramaz. Bu nedenle durmaksızın kendi içinde gerginlikler çıkacak ve bu, savunucuları arasında sert ideolojik tartışmalarda ifadesini bulacaktır. İslamcı gençler, genellikle modern toplumun akıllı ve kendini iyi ifade eden ürünleridir. Kitap ve gazete okurlar, televizyon seyrederler, bu nedenle kendi hareketleri içindeki bölünme ve kavgaları bilirler. Ancak ister soldan, ister burjuvaziden olsun “laikler”le karşılaştıklarında saflarını sıklaştırsalar da birbirleriyle şiddetli bir biçimde tartışacaklardır. Aynen 30 yıl önce monolitik görünen dünya stalinist hareketinin Sovyet ve Çin yanlısı kanatlarının yaptığı gibi. Ve bu tartışmalar en azından bazılarının beyninde gizli kuşkular yaratmaya başlayacaktır. Sosyalistler daha radikal bazı İslamcıların kendi fikirleri ve örgütlerini sorgulamaları için bu çelişkilerden yararlanabilirler. Bu ancak bizler devletle ya da İslamcılarla özdeşleştirilemeyecek kendi bağımsız örgütümüzü kurabilirsek mümkün olacaktır. Bazı konularda kendimizi emperyalizme ve devlete karşı İslamcılar’la aynı tarafta buluruz. Örneğin ikinci Körfez Savaşı’nda bir çok ülkede bu yaşandı. Fransa veya İngiltere gibi ülkelerde konu ırkçılıkla mücadeleye geldiğinde de bu gerçekleşebilir. İslamcılar muhalefetteyken kuralımız şöyle olmalı: “Bazen İslamcılarla yan yana, ama devletle asla.” Aynı tarafta olduğumuz zamanlarda bile İslamcılarla temel konularda anlaşmazlığımız devam edecek. Dinin gereklerini uygulama hakkı gibi, dini eleştirme hakkını da savunuruz. Türban ve peçe giymeme hakkını olduğu gibi, Fransa gibi ırkçı ülkelerde genç kadınların isterlerse örtünebilme hakkını da savunuyoruz. Cezayir gibi ülkelerde anadili Arapça olanların büyük şirketlere alınmaması gibi ayrımcılıklara karşıyız. Ama aynı zamanda Berberi dilini konuşanlara ve Fransızca’yı ana dil olarak öğrenen işçi ve aşağı orta sınıf mensuplarına karşı yapılan ayrımcılığa da karşıyız. Her şeyden öte, sömürülen ve ezilenlerin bir kesiminin dini veya etnik köken temelinde diğer ezilenlerle karşı karşıya getirilmesine karşıyız. Dolayısıyla İslamcıları devlete karşı savunurken, kadınları, eşcinselleri, Berberiler’i veya Kıptiler’i de İslamcıların bir kesimine karşı savunuruz. Kendimizi İslamcılarla aynı tarafta bulduğumuzda işimizin bir kısmı onlarla en güçlü biçimde tartışmak ve fikirlerine meydan okumak olmalıdır. Yalnızca örgütlerinin kadınlara ve azınlıklara karşı tutumu konusunda değil, “sorunların zenginlerin fakirlere karşı hayırseverliğini artırarak mı, yoksa mevcut sınıf ilişkilerini ortadan kaldırarak mı çözüleceği” gibi temel sorunları da tartışmalıyız. Sol, geçmişte İslamcılara ilişkin iki hata yapmıştır. Birinci hata, “ortak hiç bir şeyimiz olmayan faşistler” diye onları silip atmaktır. İkinci hata, onları eleştirilmemesi gereken “ilericiler” olarak görmektir. Bu hatalar, Ortadoğu’da sol yerine İslamcıların büyümesinde ortak bir rol oynadılar. Bugün ihtiyacımız olan, İslamcılığı, İslami hareketin de çözemeyeceği derin bir toplumsal krizin ürünü olarak gören ve İslami hareketi destekleyen gençlerin bir kısmını çok farklı, bağımsız, devrimci sosyalist bir perspektife kazanmak için mücadele eden farklı bir yaklaşımıdır. Sol, İslami hareketin tutarlı bir analizine sahip olmadan onun yükselişine karşı başarıyla mücadele edemez. Böylesi bir analiz olmadan anda doğru politikalara sahip olsa bile yarın da doğru politikalara sahip olacağının garantisi yok. Bu kitabın böylesi bir analizin ortaya çıkmasına katkıda bulunacağını umuyoruz.
İşçi Demokrasisi Yayınları - Ağustos 1998 Kitabı almak için bize yazın.. |
||||||||||||||||||||||||||||||||
|