
Bu kitapçık, Chris Harman'ın İngiliz International
Socialism Journal dergisinin 64. sayısında (Sonbahar
- 1994) yayımlanan The Prophet and the Proletariat makalesinin
Türkçe çevirisidir.
Yazı, Ortadoğu'da özellikle 90'larda yükselen İslami hareketin
doğası üzerine bir değerlendirmedir. Soldaki genel kanının aksine, Harman,
İslami hareketin faşizm benzeri gerici bir hareket değil, modern bir hareket
olduğunu ve Ortadoğu'da solun boş bıraktığı mevzileri, yine solun motifleriyle
doldurduğunu tartışmaktadır.
Kitapçıkta Türkiye'deki İslami hareket üzerine İşçi
Demokrasisi gazetesinde yayımlanmış 4 makale de yer almaktadır (İslami
hareketin doğası ve alınması gereken tutumlar üzerine kaleme alınmış bazı
makaleleri İslami
Hareket ve Marksist Tutum bölümümüzde bulabilirsiniz)
Aşağıda kitapçığın Önsöz ve Sonuç bölümleri yer almaktadır.
ÖNSÖZ
İslamcı hareket, Türkiye siyasetini belirlemeye devam ediyor. Refah Partisi
Mart 1994 yerel seçimlerinde birinci parti olduğunu kanıtladığından beri
gündemden inmedi.
Bu durum yönetici sınıf açısından bir ikilem yarattı. Sol için
de bir ikilem ortaya çıktı. Açık ki İslamcı hareket sağcı, anti-komünist
bir akım. Kadınlara karşı gerici bir tutuma sahip. Yine de egemen
sınıf İslamcı hareketi bir tehdit olarak görüyor ve bastırmaya
çalışıyor.
Bu ikilem özellikle 28 Şubat ordu muhtırasından bu yana solu
böldü ve zayıflattı.
Sosyal demokratlar, Türk-İş ve DİSK liderlikleri ve hatta kimi
sol gruplar MGK’nın İslamcılara dönük baskısını desteklediler.
Bu arada KESK ve ÖDP “Ne Refahyol Ne Hazırol” sloganı ile tarafsız
bir tutum almaya çalıştı.
Bu politik tutumlar solu, ordunun 1980’den beri siyasete en
cüretli müdahalesi karşısında silahsız bıraktı.
Bu politikalar sonucunda Türk-İş ve DİSK, TÜSİAD ve TİSK ile
beraber sivil inisiyatif çerçevesinde bir araya geldi. Aynı
dönemdeki toplu iş sözleşme görüşmelerinde kötü anlaşmalar
imzalamaları sürpriz olmadı. Öte yandan ordunun basıncı karşısındaki
tutumu, KESK’in 4 Mart gecesi Ankara’ya yola çıkan otobüsleri
geri çağırmasında ve Kızılay Meydanı’nda polisin gaz bombalarını
hiçe sayan militanlığa rağmen eylem sürecini dağıtıp bitirmesinde
rol oynadı.
Soldaki kafa karışıklığı, sol ve işçi hareketi açısından
ciddi politik sorunlar yaratıyor ve yaratmaya devam edecek.
İslamcı hareketin karakterinin, sınıf temelinin ve modern
dünyada oynadığı rolün ciddi bir analizi olmaksızın solun,
Türkiye’de yaşananları kavraması olanaksız.
Chris Harman’ın kitabı böylesi bir analizi oluşturma yönünde
ciddi bir katkı. 1994 başında yazılmış olan metin genellikle
başka ülkelerin deneyimlerine dayanıyor. Ancak buradaki
analiz olaylar tarafından doğrulandı ve Türkiye’de solun karşılaştığı
sorunlarla yakından ilgili. Bu nedenle Harman’ın makalesini
olduğu gibi basıyoruz.
Tabloyu güncelleştirmek için yetersiz de olsa, İşçi Demokrasisi
gazetesinde 1998’in ilk yarısında çıkmış olan konuyla ilgili
bazı yazıları kitaba ekledik. Söz konusu yazıların yazarları
Chris Harman’la görüş birliği içinde olsalar da elbette bu
yazılardaki hatalardan Harman sorumlu tutulamaz.
SONUÇ
Sosyalistlerin İslamcı hareketleri otomatik olarak gerici ve “faşist”
ya da “ilerici” ve “anti-emperyalist” olarak değerlendirmeleri hata olmuştur.
Radikal İslamcılığın, toplumu Muhammed tarafından 7. yüzyıl Arabistan’ında
uygulanan modelle yeniden oluşturma projesi, aslında yeni orta sınıfın
yoksullaşan kesimlerinden kaynaklanan bir “ütopya”dır. Tüm “küçük burjuva
ütopyalarında” olduğu gibi, bu ütopyanın taraftarları da pratikte iki
seçenek arasında seçim yapmakla karşı karşıyadırlar: Ya mevcut toplumu
yönetenlere karşı muhalefet ederken kahramanca ama beyhude girişimleri
seçmek ya da yöneticilerle uzlaşarak onlara baskı ve sömürüyü sürdürmeleri
için ideolojik cila sağlamak. Bu durum, İslamcılığın radikal bir terörist
kanat ile reformist bir kanada ayrılmasını kaçınılmaz kılar. Bu aynı zamanda
toplumu “ezenlerden” kurtarmak isteyen bazı radikal İslamcıların bireylere
“İslami” davranış biçimlerini dayatmak için silah kullanmaya başlamasına
yol açar.
Sosyalistler küçük burjuva ütopyacıları baş düşman olarak
değerlendiremezler. Onlar uluslararası kapitalist sistemden,
milyarlarca insanın kör bir birikime tabi tutulmasından,
tüm kıtaların bankalar tarafından yağmalanmasından veya
“yeni dünya düzeni”nin ilanından bu yana korkunç savaşlara
yol açan makinalaşmadan sorumlu değillerdir. Onlar Saddam
Hüseyin’in ABD ve Körfez şeyhliklerine yaranma girişimiyle
başlayan ve ABD’nin Irak’la beraber müdahalesiyle sonuçlanan
Birinci Körfez Savaşı'nın dehşetinden sorumlu değillerdir.
Falanjistlerin saldırılarının, Suriye’nin sola karşı müdahalesinin
ve İsrail işgalinin Şii militan hareketini doğuran koşulları
yarattığı Lübnan’daki katliamdan dolayı onlar suçlanamaz.
Bağdat hastanelerinin “tam isabet sağlayan bombalar”a hedef
olduğu ve 80 bin kişinin Kuveyt’ten Basra’ya kaçarken katledildiği
İkinci Körfez Savaşı’ndan da sorumlu değillerdir. Mısır ve Cezayir
gibi ülkelerde yoksulluk, eziyet, tutuklama, insan hakları
ihlalleri İslamcılar yarın ortadan kalksa bile varolmaya
devam edecektir.
Bu nedenlerle sosyalistler İslamcılara karşı devleti destekleyemezler.
Laik değerlerin tehdit edilmesi nedeniyle devleti destekleyenler,
İslamcıların solu “toplumun en yoksul kesimlerine karşı ‘ezenlerin’
‘dinsiz’ ve ‘laik’ komplosunun bir parçası” olarak tanımlamalarını
kolaylaştırmaktadırlar. Bu anlayışta olanlar halk yığınları
için hiç bir şey yapmayan rejimleri “ilerici” diye överek İslamcıların
büyümesini sağlayan Cezayir ve Mısır solunun yaptığı hataları
tekrarlarlar. Onlar devletin laik değerlere verdiği desteğin
geçici olduğunu da unuturlar: Yeri geldiğinde şeriatın özellikle
halka ağır cezalar verebilecek kısımlarını uygulamak için daha
muhafazakar İslamcılarla işbirliği yapar, karşılığında
da baskılara karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanan
radikallerin kuyusunu kazarlar. Ziya yönetimindeki Pakistan’da
ve Nümeyri dönemindeki Sudan’da uygulanan ve Clinton yönetiminin
Cezayirli generallere tavsiye ettikleri buydu.
Fakat sosyalistler İslamcıları da destekleyemezler. İslamcıları
desteklemek, baskının bir biçimini diğerine tercih etmek,
devletin İslamcılar üzerindeki şiddetine tepki olarak etnik
ve dini azınlıkların, kadınlar ve eşcinsellerin savunulmasını
terk etmek ve kapitalist sömürünün “İslami” biçimler alarak
kontrolsüz bir biçimde sürdürülmesini sağlayacak günah keçileri
bulunmasına yardım etmek anlamına gelecektir. Onları desteklemek,
bütün ezilen ve sömürülenleri arkasında örgütleyen mücadele
halindeki işçilere dayanan bağımsız sosyalist politika
hedefinin, kendi koyduğu hedeflere bile ulaşması mümkün olmayan
küçük burjuva ütopyacılığının kuyruğuna takılmak için terk
edilmesi anlamına gelecektir.
İslamcılar bizim müttefikimiz değildir. Onlar, işçi sınıfı
üzerinde etkili olmak isteyen ve başardığı ölçüde de işçileri
ya felakete yol açan beyhude bir maceracılığa ya da mevcut
sisteme gerici bir teslimiyete çeken -veya genellikle önce
birincisini sonra da ikincisini gerçekleştiren- bir sınıfın
temsilcileridir.
Fakat bu İslamcılar yokmuş gibi bir tutum alabileceğimiz
anlamına gelmemektedir. Bunlar mevcut düzende sıkıntı çeken
büyük toplumsal gruplar zemininde büyümektedir ve onların
isyan duygusu, yükselen işçi mücadelesi önderlik edebilirse
ilerici amaçlar için harekete geçirilebilir. Hatta böylesi
bir yükseliş olmasa bile radikalliğin cazibesine kapılan
pek çok insan sosyalistler tarafından etkilenebilir. Ancak
bunun için sosyalistlerin İslamcılığın tüm biçimlerinden
tamamen bağımsız bir politika ve tek tek İslamcıları gerçek
radikal mücadeleye katmak için her türlü fırsatı kullanan
bir yaklaşımı birleştirmeleri gerekir.
Radikal İslamcılık çelişkilerle doludur. Küçük burjuvazi
daima mevcut düzene karşı radikal isyan ve onunla uzlaşma
arasında gidip gelir. İslamcılık bu nedenle daima İslami
toplumu bütünlüklü olarak kurmak için savaşmakla, İslami “reform”ları
dayatabilmek için uzlaşmak arasında sıkışır. Bu çelişkiler
kaçınılmaz olarak kendilerini İslamcı gruplar arasında çok
sert ve çoğunlukla şiddet içeren çatışmalarda gösterirler.
İslamcılığı tek bir gerici bütün olarak değerlendirenler,
Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan ve İran karşıt tarafları
desteklediğinde İslami gruplar arasında çıkan çelişkileri
unutmaktadırlar. Bu tartışmalar, Türk İslamcılarının İkinci
Körfez Savaşı sırasında Suudilerce finanse edilen camilerde
Irak yanlısı gösteriler örgütlemesine, Cezayir’de FİS’in Suudi
destekçilerinden kopmasına neden olmuştur. Afganistan’da
rakip İslamcı gruplar arasında daha da sert silahlı kavgalar
sürmektedir. Bugün Filistinliler arasında örgütlü olan Hamas
içinde de İslami yasaları uygulaması karşılığında Arafat’ın
Filistin yönetimiyle ve dolayısıyla İsrail’le uzlaşma konusunda
tartışmalar bulunmaktadır. “Reformist İslam”, dünya sistemine
entegre olmuş mevcut devletlerle uğraşmaya başladığında
böylesi davranış farklılıkları zorunlu olarak ortaya çıkacaktır.
Çünkü bu devletlerin her biri diğerleriyle rekabet içindedir
ve her biri belirleyici emperyalist güçlerle kendi pazarlığını
yapmaktadır.
İşçi sınıfı mücadelesinin düzeyi yükseldiğinde de benzeri
farklılıklar ortaya çıkar. İslamcı örgütleri finanse edenler,
işçi mücadelelerini sona erdirmeye çalışacaklardır. Genç
radikal İslamcılardan bazıları bu mücadeleyi sezgisel olarak
destekleyecektir. İslamcı örgütlerin liderleri, işverenlerin
yardımsever, işçilerin de sabırlı olması gerektiğini homurdanarak
ortada kalacaklardır.
Son olarak, kapitalist gelişmenin kendisi iktidara yaklaştıkları
ölçüde İslamcı liderleri ideolojik taklalar atmaya zorlar.
Onlar da “İslami değerler” ile “Batı değerleri”ni karşı karşıya
koymaktadırlar. Ama Batı değerleri adı verilen değerler köklerini
efsanevi Avrupa kültüründen değil, kapitalizmin son iki yüzyıldaki
gelişiminden alır. İngiliz orta sınıfının 150 yıl önce cinselliğe
karşı aldığı tavır İslamcı canlanmacıların bugün vaaz ettiklerine
şaşırtıcı biçimde benzemektedir: Evlilik dışı seksin yasaklanması,
kadınların bileklerine kadar örtünmesi, gayrimeşru ilişkilerin
kabul edilemez, insanların kaldıramayacakları bir leke olması...
Kadınlar bazı açılardan bugün İslam’ın çoğu biçiminin sağladığından
daha az hakka sahipti. İslam kız çocuğuna erkek çocuğa verilen
mirasın yarısının verilmesini öngördüğü halde, İngilizler’de
miras yalnızca en büyük erkek çocuğa kalabiliyor; İslam kadınlara
çok sınırlı da olsa boşanma hakkı verdiği halde, İngiliz orta
sınıfı kadınlara boşanma hakkı tanımıyordu. İngilizler’in
tutumunu değiştiren şey Batılı psikolojisi ya da “Musevi-Hristiyan
değerlere” ait bir şey değil, gelişen kapitalizmin etkisidir.
Kadın işgücüne duyduğu gereksinim kapitalizmi bazı tutumları
değiştirmek zorunda bıraktı ve daha da önemlisi kadınları
daha büyük değişimleri talep edebilecek bir konuma kavuşturdu.
Bu nedenle Katolik kilisesinin eskiden çok güçlü olduğu
İrlanda, Polonya ve İspanya gibi ülkelerde bile istemeden
de olsa bu etkinin azalmasını kabul etti. İslam’ın devlet dini
olduğu ülkelerde de, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar kendilerini
benzeri değişimlerin baskılarından muaf tutmaları mümkün
değildir.
Bu, İran İslam Cumhuriyeti’nin deneyimiyle de ortaya çıkmaktadır.
Kadınların esas rolünün “ana ve eş” olduğu şeklindeki tüm propagandaya
ve kadınları hukukçuluk gibi belirli mesleklerden uzaklaştırmak
için yapılan tüm baskılara rağmen, kadınların işgücü içindeki
oranı giderek arttı. Bugün kadınlar devrim sırasında olduğu
gibi kamu çalışanlarının yüzde 28’ini oluşturuyor. Rejim,
bu nedenle doğum kontrolü konusundaki tutumunu değiştirmek
zorunda kaldı. Şu anda kadınların yüzde 23’ü doğum kontrol hapı
kullanıyor ve zaman zaman sıkı örtünme zorunluluğu yumuşatılıyor.
Kadınlar, boşanma ve aile hukukunda erkeklerle eşit haklara
sahip olmasalar da, oy hakkını (iki kadın milletvekili var),
okula gitme hakkını, tüm dallarda üniversitelerdeki kota
haklarını koruyor, tıp okumak ve askeri eğitim almak için teşvik
ediliyorlar. Abrahamian, Humeyni hakkında şunları yazıyor:
Humeyni’nin en yakın müritleri “gelenekçiler”le “eski moda”
oldukları için alay ediyor. Onları dinsel kuralları sabit fikir
haline getirmekle; kızlarını okula göndermemekle; genç kızları
hiç erkek bulunmayan yerlerde bile örtünmeye zorlamakla;
sanat, müzik ve satranç oynamak gibi entelektüel uğraşları reddetmekle;
ve hepsinden kötüsü gazete, radyo ve televizyondan yararlanmamakla
suçluyorlar.
Bunların hiç birisi gerçekten şaşırtıcı olmamalıdır. İran
kapitalizmini ve İran devletini yönetenler ekonominin temel
sektörlerinde kadın işgücünden vazgeçemezler. Ve İRP’nin iskeletini
oluşturan küçük burjuva kesimleri, yalnızca daha fazla gelir
elde etmek için, ailenin gelirini artırabilmek ve kızlarının
evlenmesini kolaylaştırmak için, 1970’lerde kızlarını üniversiteye
göndermeye ve onlara iş aramaya başladılar. 1980’lerde ise
sırf dini gerekler adına bundan vazgeçmek istemediler.
İslamcılık, ekonomik ve bu nedenle toplumsal gelişmeyi diğer
ideolojilerden daha fazla donduramaz. Bu nedenle durmaksızın
kendi içinde gerginlikler çıkacak ve bu, savunucuları arasında
sert ideolojik tartışmalarda ifadesini bulacaktır.
İslamcı gençler, genellikle modern toplumun akıllı ve kendini
iyi ifade eden ürünleridir. Kitap ve gazete okurlar, televizyon
seyrederler, bu nedenle kendi hareketleri içindeki bölünme
ve kavgaları bilirler. Ancak ister soldan, ister burjuvaziden
olsun “laikler”le karşılaştıklarında saflarını sıklaştırsalar
da birbirleriyle şiddetli bir biçimde tartışacaklardır. Aynen
30 yıl önce monolitik görünen dünya stalinist hareketinin
Sovyet ve Çin yanlısı kanatlarının yaptığı gibi. Ve bu tartışmalar
en azından bazılarının beyninde gizli kuşkular yaratmaya
başlayacaktır.
Sosyalistler daha radikal bazı İslamcıların kendi fikirleri
ve örgütlerini sorgulamaları için bu çelişkilerden yararlanabilirler.
Bu ancak bizler devletle ya da İslamcılarla özdeşleştirilemeyecek
kendi bağımsız örgütümüzü kurabilirsek mümkün olacaktır.
Bazı konularda kendimizi emperyalizme ve devlete karşı
İslamcılar’la aynı tarafta buluruz. Örneğin ikinci Körfez
Savaşı’nda bir çok ülkede bu yaşandı. Fransa veya İngiltere
gibi ülkelerde konu ırkçılıkla mücadeleye geldiğinde de
bu gerçekleşebilir. İslamcılar muhalefetteyken kuralımız
şöyle olmalı: “Bazen İslamcılarla yan yana, ama devletle asla.”
Aynı tarafta olduğumuz zamanlarda bile İslamcılarla temel
konularda anlaşmazlığımız devam edecek. Dinin gereklerini
uygulama hakkı gibi, dini eleştirme hakkını da savunuruz.
Türban ve peçe giymeme hakkını olduğu gibi, Fransa gibi ırkçı
ülkelerde genç kadınların isterlerse örtünebilme hakkını
da savunuyoruz. Cezayir gibi ülkelerde anadili Arapça olanların
büyük şirketlere alınmaması gibi ayrımcılıklara karşıyız.
Ama aynı zamanda Berberi dilini konuşanlara ve Fransızca’yı
ana dil olarak öğrenen işçi ve aşağı orta sınıf mensuplarına
karşı yapılan ayrımcılığa da karşıyız. Her şeyden öte, sömürülen
ve ezilenlerin bir kesiminin dini veya etnik köken temelinde
diğer ezilenlerle karşı karşıya getirilmesine karşıyız.
Dolayısıyla İslamcıları devlete karşı savunurken, kadınları,
eşcinselleri, Berberiler’i veya Kıptiler’i de İslamcıların
bir kesimine karşı savunuruz.
Kendimizi İslamcılarla aynı tarafta bulduğumuzda işimizin
bir kısmı onlarla en güçlü biçimde tartışmak ve fikirlerine
meydan okumak olmalıdır. Yalnızca örgütlerinin kadınlara
ve azınlıklara karşı tutumu konusunda değil, “sorunların
zenginlerin fakirlere karşı hayırseverliğini artırarak
mı, yoksa mevcut sınıf ilişkilerini ortadan kaldırarak mı
çözüleceği” gibi temel sorunları da tartışmalıyız.
Sol, geçmişte İslamcılara ilişkin iki hata yapmıştır. Birinci
hata, “ortak hiç bir şeyimiz olmayan faşistler” diye onları
silip atmaktır. İkinci hata, onları eleştirilmemesi gereken
“ilericiler” olarak görmektir. Bu hatalar, Ortadoğu’da sol
yerine İslamcıların büyümesinde ortak bir rol oynadılar.
Bugün ihtiyacımız olan, İslamcılığı, İslami hareketin de
çözemeyeceği derin bir toplumsal krizin ürünü olarak gören
ve İslami hareketi destekleyen gençlerin bir kısmını çok farklı,
bağımsız, devrimci sosyalist bir perspektife kazanmak için
mücadele eden farklı bir yaklaşımıdır.
Sol, İslami hareketin tutarlı bir analizine sahip olmadan
onun yükselişine karşı başarıyla mücadele edemez. Böylesi
bir analiz olmadan anda doğru politikalara sahip olsa bile
yarın da doğru politikalara sahip olacağının garantisi yok.
Bu kitabın böylesi bir analizin ortaya çıkmasına katkıda
bulunacağını umuyoruz.
İşçi Demokrasisi Yayınları - Ağustos 1998
Kitabı almak için bize yazın..
'Antikapitalist yayınları'
sayfasına git
sayfa başına dön
|