|
EKONOMİK
KRİZ, SAVAŞ VE DİRENİŞ
Dünyada Durum
Dünyanın en büyük ve motor ekonomileri olan ABD, Japonya ve hatta Almanya
ekonomik olarak daralma süreci içinde ya da girmek üzere. ABD'nin en büyük
7. şirketi ve dünyanın en büyük enerji dağıtım şirketi olan Enron'un batışı,
Avrupa'da büyük şirketlerin binlerce işçiyi atarak küçülme sürecine girişi
kapitalizmin gelişmiş ülkelerde de içsel nedenlerden dolayı krize girdiğinin
açık göstergeleri. Ekonomideki bu daralma, gelişmekte olan ve az gelişmiş
ülkelerde çok daha büyük sorunlar yaratıyor. Arjantin gibi bir dönemin
mucize ekonomisi daralma sürecinde kredi borçlarını geri ödeyemez hale
geliyor ve kesintilerin yarattığı yoksullaşma toplumun büyük çoğunluğunu
isyan ettiriyor. Türkiye, geçen yıldan bu yana uluslararası düzeyde en
riskli ülkeler arasında Arjantin ile birlikte anılıyor. Mısır, Pakistan
gibi ülkeler giderek daha fazla borç batağına batıyor. ABD'nin Irak ve
Afganistan savaşını destekledikleri için Türkiye dahil olmak üzere bu
ülkelere verdiği rüşvet değerindeki krediler sorunu çözmekten çok uzak.
Türkiye, IMF'den aldığı 9.1 milyar dolarlık kredinin 6.1 milyar dolarını
eski borçları karşılığı IMF'ye geri ödedi. Afganistan Savaşı, 1991 Körfez
ve 1999 Balkan savaşları ile birlikte geçen 10 yılın üçüncü en büyük savaşı
oldu. Afganistan Savaşı küreselleşme politikalarının battığı yerde savaş
politikalarının başladığı bir dönemi ifade ediyor. ABD'nin zayıf bir ekonomiyle
sürdürmeye çalıştığı askeri olarak yayılmacı politikalar dünyayı çok daha
istikrarsız ve belirsiz hale getiriyor. Ekonomik kriz ve savaşlar Cliff'in
"1990'lar 30'ların yavaş çekimi" diyerek özetlediği eğilimi
(Bkz: Küresel Adalet için Okuma Notları broşüründe son makale) çok daha
hızlandırıyor. Avrupa'da bu durum politik kutuplaşmaya neden oluyor. Merkezden
aşırı sağa ve yeniden ortaya çıkan sola doğru bir kutuplaşma yaşanıyor.
Az gelişmiş ülkelerin bazıları ise "30'ları daha hızlı bir çekimle"
yaşayabiliyorlar. Neoliberal politikacılara karşı Arjantin'de yaşanan
isyan ve Endonezya'da 30 yıllık diktatör Suharto'nun aşağıdan bir ayaklanma
ile yıkılışında olduğu gibi, ekonomik krizin boyutları devletin dayandığı
politik yapıların artık yönetemez hale gelmesine yol açabiliyor. Anti-kapitalist
hareketin parçaları 11 Eylül sonrası bir dizi ülkede savaş karşıtı hareketin
oluşmasında merkezi rol oynadı. İtalya'da Cenova sonrası 300 bin kişi,
İngiltere'de 100 bin kişi, Yunanistan'da 10 binler savaş karşıtı gösterilere
katıldılar. Anti-kapitalist hareket içinde şimdi anti emperyalist olmanın
zorunluluğu tartışılıyor. Seattle'dan bu yana hareketin merkezi bir parçası
olan Uluslararası Sosyalizm Akımı kapitalizm ve emperyalizmin iktidarını
yıkabilecek olan gücün işçi sınıfında olduğu tartışmasını güçlendirmeye
çalışıyor. Seattle sonrası büyüyerek devam eden anti kapitalist hareket,
kapitalizmin yarattığı eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı "başka
bir dünya mümkün" alternatifini güçlü bir şekilde ifade ediyor. 30
yıldır süren neo-liberal hegemonyaya karşı 68 sonrası yükselen ilk ve
en büyük uluslararası muhalefet. Anti-kapitalist hareketin varlığı bir
çok ülkede kapitalizme karşı yükselen öfkenin bu hareket ile kendisini
ifade etmesine olanak sağlayabilir. 11 Eylül sonrası artan baskıların
küresel direniş hareketini sekteye uğratacağına dair beklentiler boşa
çıktı. Aralık ayında Brüksel'de 100 bin kişinin katıldığı AB protestosu,
Şubat ayında New York'ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu'na karşı 20 bin
kişilik protesto ve Porto Alegre'de toplanan 70 bin kişilik alternatif
Dünya Sosyal Forumu anti kapitalist hareketin bitmediğini; aksine küresel
olarak büyüdüğünü kanıtlıyor. Son yıllarda bir dizi ülkede yaşanan neo-liberal
politikalara karşı isyan (Arjantin, Bolivya, Ekvator) ve anti kapitalist
hareket uluslararası düzeyde direnişin mümkün olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de Durum
Türkiye'de bugün egemen olan durum istikrarsızlık ve belirsizliktir. Bu
durum tehlikeler ve fırsatları beraberinde getiriyor. 2000 yılı sonu ve
2001 yılı başında yaşanan Kasım ve Şubat krizleri ekonomide çok ciddi
bir daralma, iflaslar, işsizlik ve yoksullaşmayı beraberinde getirdi.
Bir günde yüzde 50 yoksullaştık, iki milyon kişi işten atıldı, işletmelerin
kapasite kullanımı yüzde 43'e düştü. Şubat krizine karşı en büyük tepki
esnaftan geldi. 70 bin kadar son derece öfkeli esnaf ve onların işyerlerinde
çalışan işçiler Ankara'da Ulus-Tandoğan hattını savaş alanına çevirdiler.
Ancak hemen ardından sokağa çıkmaya hazırlanan sendikalar ve sol 14 Nisan
ve 1 Mayıs'ta aynı savaşkanlığa ve güvene sahip değildi. Sendikalar ve
sol Türkiye'nin her tarafında büyük bir öfkeyle sokağa çıkan esnaf arasında
egemen olan aşırı sağ (İslami hareket ve faşistler) kesimlerden korktu.
Bu korku krize karşı öfkenin birleşmesini engelledi. Aşağıdan gelen bir
hareketle hükümetin devrilmesinden aşırı sağın kazançlı çıkacağı, solda
Ecevit dışında bir alternatif olmadığı fikri egemendi. Laik cepheci fikirler,
MHP'nin tek başına iktidar olma tehdidi ve Ecevit'in DSP'sinin solundaki
boşluk Türkiye'yi Arjantin olmanın eşiğinden döndürdü. Yönetici sınıfa
karşı güvensizlik, hortumculara karşı öfke çok yoğun. Ancak bu öfke yöneticileri
yönetemez hale getirmek üzere harekete geçmekte ideolojik, politik ve
örgütsel kriz yaşıyor. Bu krizin nedenlerini önceki süreçten nasıl çıktığımıza
bakmadan anlamamız mümkün değil. Bu sürece kısaca bakalım: Türkiye'de
neo liberal politikalar askeri darbe koşullarında hayata geçirildi. Neo
liberalizm işçiler açısından korkunç bir yoksullaşma, sendikasızlaşma,
örgütsüzleşme, sömürü oranının artışı anlamına geldi. 83'den itibaren
başlayan yerel eylemler birikerek 89 Bahar Eylemleri olarak anılan genel
bir harekete dönüştü. 1990-91 Zonguldak madenciler grevi neo-liberalizmin
Türkiye'deki babası Özalizmin politik hegemonyasına son verdi. İşçi hareketindeki
bu aşağıdan yükseliş Türk-İş bürokrasisinde sola doğru bir değişimi beraberinde
getirdi. Bu dönemde DİSK yeniden açıldı ve sendikaların tabanındaki sosyalistler
DİSK'e geçtiler. 1989 sonrası gelişen memur statüsündeki kamu çalışanlarının
sendikal hareketi 1990'ların ortalarına kadar büyüyerek devam etti. Yeni
gelişen bu hareket içinde genç bir kuşak bütün enerjisiyle yerini aldı.
Ancak yöneticiler işçi sınıfının mavi yakalı kesimi ile ekonomik, politik
ve sendikal alanda yaşanan bölünmüşlüğün avantajlarını kullanarak yeni
gelişen bu hareketi yordu. Hareketin ciddi bir sonuç almaya en yakın olduğu
16-17 Haziran Kızılay eylemi kısmi kazanımlara geçiştirildi. Daha sonra
4-5 Mart 1998 gibi öfke kabarışları da KESK liderliğinin devletle kafa
kafaya gelmekten kaçınması üzerine kazanımsız sonuçlandı. Geçtiğimiz yıl
10 yıldır uğruna mücadele edilen grevli toplu sözleşmeli sendika mücadelesinin,
grevsiz toplusözleşmesiz bir yasa ve bir dizi sendikanın kapatılmasının
kabulüyle sonuçlanması, mücadelenin kazanacağına ilişkin güveni sarstı.
Ortak örgütlenme ve taban hareketi vurgusunun kaybolduğu bu dönemde işçi
hareketi hem Türk-İş, hem DİSK, hem de daha az oranda da olsa KESK'in
bürokratik sendikacılık sınırları içinde hapsoldu. Bu dönemde sendikal
bürokrasiye rağmen yerel-sektörel eylemlerin izolasyonunu engelleyerek
hareketi genelleştirip ileri çekebilecek bir taban örgütlenmesi yaratılamadı.
Israrla bu yönde tutum alan ve çekim gücü olabilecek bir sol örgütlenmenin
yokluğu ortaya çıkan fırsatların heba olmasına neden oldu. Eylül 1998'de
Bursa başta olmak üzere Türkiye genelinde metal-otomotiv sektörü işçilerinin
Metal-İş'in yaptığı toplusözleşmeye öfkesi patronlara karşı daha iyi bir
sözleşme hareketine dönüşemeden sendikalar arası rekabet içinde boğuldu.
Bundan bir ay sonra fabrika kapatmayla sonuçlanan özelleştirme kararına
karşı yine tabandan yükselen İzmit SEKA işgali, özelleştirme karşıtı genel
bir direnişe dönüşemeden izole edilerek kısmi kazanımlarla sonlandırıldı.
Bu süreç sonrasında mezarda emeklilik yasa tasarısına karşı 24 Temmuz
1999 gibi 500 bin kişiyi biraraya getiren kitlesel eylemler bile sendika
bürokrasisinin kontrolü altında sönümlendirilebildi. Kasım krizi sonrasında
Sabancı'nın fabrikası BriSa'da işten atmalara karşı gerçekleşen işgal
eylemi DİSK liderliği tarafından yalnız bırakılarak bitirildi.
Türkiye’de İstikrarsızlık, Fırsatlar ve Tehlikeler
Fikirlerin Önemi
Bütün bu süreç boyunca egemen sınıf ideolojik saldırılarla işçi hareketi
ve ezilenleri yeniden ve yeniden böldü. İşçi hareketini bölen, sol muhalefeti
zaafa uğratan gelişmeler bir kader değildi. Egemen sınıfın bu saldırılarına
karşı sol güçlerin sahip olduğu yanlış fikirler hayati bir önem taşıyordu:
Piyasa ekonomisinin alternatifsiz, özelleştirmelerin kaçınılmaz olduğu
neo-liberal söyleme teslimiyet. - SSCB'de yıkılanın "reel" ya
da "gerçek" sosyalizm olduğu anlayışının etkisi. Kürt sorunu
ve kirli savaş üzerinden Kürtlerle dayanışma eğiliminin tasfiye edilişi.
- Milliyetçi ve gerillacı fikirlerin etkisi. Türk-İş içindeki sosyalist
militanların küçük de olsa "devrimci" bir sendika kurma eğiliminin
tabandaki sol muhalefeti zayıflaması ve Türk-İş bürokrasisinin işini kolaylaştırması.
- Kızıl sendikacılık ve ikameciliğin etkileri İslami hareketin önünü
kesmeye yönelik 28 Şubat Muhtırası ardından "en büyük düşman"ın
İslami hareket olarak görülmesi nedeniyle işyerlerinde çalışanlar arasında
laik-dinci ayrımının derinleşmesi, sendikalar ve sol militanların yöneticilerle
birlikte iş arkadaşlarına yapılan baskının parçası olması. Hatta İslami
harekete yarayacağını düşünerek hükümet karşıtı eylemlerden kaçınma. (Esnaf
patlaması ardından örgütlü işçi sınıfının sol kesimi içinde yaşanan endişe)
- İslami hareket ve faşizm konularındaki yanlış yaklaşımların etkisi.
Son yılların en geniş katılımlı 1 Aralık 2000 grevinden hemen sonra düzeni
yıkmak isteyen tutsaklara ve insan hakları savunucularına yapılan saldırı
karşısında sokaktan, eylemden geri çekilme. - Devlet ve ezilenler arasındaki
çatışmada aşırı solcu tutum ya da "tarafsız kalma" çabasının
etkileri. Önemli bazılarını yukarıda saydığımız türde her keskin viraj
Türkiye'deki solun genel olarak sağa kayışına ve politik etki alanının
azalmasına neden oldu. En militan, en deneyimli, sınıf bilinci en yüksek
ve dolayısıyla sola bakan tabandaki işçi liderlerini derinden etkileyen
bu ideolojik kafa karışıklığı ve yanlış fikirler genel olarak işçi sınıfının
kolektif gücü ve güveninin azalmasıyla sonuçlandı. 1989 Bahar eylemleri
sonrası yeniden canlanan ve biçimlenen işçi sınıfı örgütlenmeleri ve sol
içinde egemen olan fikirler sosyal demokrat fikirlerdi. Sosyal demokrasinin
solunda ise Stalinist ve milliyetçi bir sol vardı. Yeni olarak kendisini
ifade etmeye çalışan ÖDP ise eski reformist-stalinist fikirleri bağrında
taşıyan merkezci bir parti olarak doğdu. Bu örgütler, 1990'ların ikinci
yarısında gelişen ekonomik ve politik istikrarsızlık karşısında sosyal
demokrasinin solunda ideolojik ve örgütsel bir çekim gücü yaratamadılar.
Sosyalist soldaki bu boşluk politik arenada radikal sağ fikirlerin hegemonyasının
oluşmasını beraberinde getirdi. Sağın ideolojik ve örgütsel hegemonyası
altında ezilen sol güvensizlik içinde. Sol içinde İşçi Partisi ve SİP
gibi partiler ise milliyetçilik ve laik cepheciliği kullanıyor, yani büyümek
için sağa kayarak toplumdaki bölünmüşlüğün yarattığı fırsatları(!) değerlendiriyorlar.
İşçi hareketi ile ezilenler ve küçük burjuvazi arasındaki ayrımlar 1990'ların
ikinci yarısında derinleşti. Bu süreçte milliyetçi-bölücü, vatansever-vatan
haini, laik-anti laik kutuplaşmaları derinleşti. Diğer bir çok ülkeye
göre "30'ların daha hızlı bir çekimini" yaşayan Türkiye, merkez
sağ ve sol partilere karşı toplumdaki hayaller kaybolurken sosyal demokrasinin
solunda bu fırsatı değerlendirecek bir örgütlenme olmamasının sonuçlarının
neler olabileceğini çok açıkça gösteriyor.
Olasılıklar ve Görevler
Kriz, savaşlar ve istikrarsızlığın egemen olduğu, devlet baskısının arttığı
dönemlerde ne zaman, nerede, hangi tür bir gelişmenin öfkeyi tetikleyeceğini
ve genel bir direnişe dönüşeceğini bilmek mümkün değildir. Böylesi bir
dönemde Türkiye'de sol politikaların alternatif olamaması sola bakanlar
arasında büyük bir güvensizlik yaratıyor. Sol örgütlere güvensizlik, sağ
hegemonya altında kendine olan güvensizlikle birleşiyor. Ekonomik kriz,
Kürt sorunu, İslami hareket, faşist hareket, ABD'nin Türkiye üzerinden
yürütmeyi hedeflediği Irak savaşı, egemen sınıfın bölgede "ikinci
İsrail olma iddiası", güçlü bir alt emperyalist ülke olma konusunda
içerde ve dışarıda attığı her baskıcı adım, soldaki politik krizi derinleştiriyor.
Türkiye'de sola çekebilecek tutarlı bir anti-kapitalist ve anti-emperyalist
geleneğin inşa edilmesinin zorunluluğu her dönemeçte önümüze çıkıyor.
Bugünün temel sorunu işçi sınıfı ve ezilenler içinde egemen olan bölünmüşlük
ve güvensizliği aşabilecek bir geleneğin, liderliğin, örgütlenmenin ve
pratiğin yaratılmasıdır. Bunun için; - Kapitalizmin yarattığı eşitsiz
ancak birleşik gelişme, direnişin de eşitsiz ama birleşik bir özelliğe
sahip olmasına yol açıyor. Dünyada gelişen savaş karşıtı ve anti-kapitalist
hareketin Türkiye'de yarattığı politik havayı sola ve kendine olan güvensizliği
aşmak için arkamıza almak zorundayız. - Dünyada yaşanan sola çekim ve
direniş hareketinden aldığımız umutla bulunduğumuz alanda sola ve kendine
olan güvensizliği kırabilecek diyalog kanalları açmak zorundayız. - Güvensizliği
kahraman liderlerin değil, sıradan insanların kolektif faaliyetleriyle
kıracağını bilerek bulunduğumuz alanda bu kolektif güç ve güveni artıracak
işler kotarmalıyız. Alanımızda herkesi etkileyen sorunlar arasında kazanım
sağlanabilecek türde olanlar etrafında (yemekhane, servis vb) kampanyalar
inşa ederek genelin kolektif güvenini arttırmayı amaçlamalıyız. - Egemen
sınıfın ekonomik, politik ve ideolojik saldırılarına karşı birleşik bir
duruş sağlamak için ezilenlerin kürsüsü olmak zorundayız. Bu halkayı sıkıca
kavramak sağa kayışı engellemenin en önemli sigortasıdır. Ezilenlerin
kürsüsü olmayan bir hareket toplumu sola çekme yeteneğine sahip değildir.
Ekonomik kriz ve savaş koşullarında istikrarsızlık ve belirsizliklerin
alabildiğine arttığı, genel politik arenada sağın hegemonyasının olduğu,
solda politik krizin yaşandığı Türkiye'de, uluslararası düzeyde yükselen
anti-kapitalist küresel direniş ve savaş karşıtı hareketten beslenen,
çevresiyle diyalog kuran, güvensizliğe ve umutsuzluğa karşı güven taşıyan,
umudun temsilcisi olan, ezilenler konusunda ilkelerinden ödün vermeyen
aktivist örgütçüler her zamankinden çok daha önemli. Kapitalizm, Arjantin
gibi isyanları kendiliğinden tetikliyor. Ancak bu devrimci durumları çoğunluğun
iktidarı ile sonuçlandırabilmek için hareket içindeki her türlü tehlikeye
karşı politik olarak donanımlı ve deneyimli, yönetici sınıfın böl ve yönet
politikalarını boşa çıkaracak yeni bir geleneği, gerçek Marksist geleneği
bugünden yaratmak zorundayız.
Antikapitalist; Sayı 14; Mart
2002
'Türkiye'de Durum'
sayfasına dön
sayfa başına dön
|