Güncelleme:
02.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


EKONOMİK KRİZ, SAVAŞ VE DİRENİŞ

Dünyada Durum
Dünyanın en büyük ve motor ekonomileri olan ABD, Japonya ve hatta Almanya ekonomik olarak daralma süreci içinde ya da girmek üzere. ABD'nin en büyük 7. şirketi ve dünyanın en büyük enerji dağıtım şirketi olan Enron'un batışı, Avrupa'da büyük şirketlerin binlerce işçiyi atarak küçülme sürecine girişi kapitalizmin gelişmiş ülkelerde de içsel nedenlerden dolayı krize girdiğinin açık göstergeleri. Ekonomideki bu daralma, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde çok daha büyük sorunlar yaratıyor. Arjantin gibi bir dönemin mucize ekonomisi daralma sürecinde kredi borçlarını geri ödeyemez hale geliyor ve kesintilerin yarattığı yoksullaşma toplumun büyük çoğunluğunu isyan ettiriyor. Türkiye, geçen yıldan bu yana uluslararası düzeyde en riskli ülkeler arasında Arjantin ile birlikte anılıyor. Mısır, Pakistan gibi ülkeler giderek daha fazla borç batağına batıyor. ABD'nin Irak ve Afganistan savaşını destekledikleri için Türkiye dahil olmak üzere bu ülkelere verdiği rüşvet değerindeki krediler sorunu çözmekten çok uzak. Türkiye, IMF'den aldığı 9.1 milyar dolarlık kredinin 6.1 milyar dolarını eski borçları karşılığı IMF'ye geri ödedi. Afganistan Savaşı, 1991 Körfez ve 1999 Balkan savaşları ile birlikte geçen 10 yılın üçüncü en büyük savaşı oldu. Afganistan Savaşı küreselleşme politikalarının battığı yerde savaş politikalarının başladığı bir dönemi ifade ediyor. ABD'nin zayıf bir ekonomiyle sürdürmeye çalıştığı askeri olarak yayılmacı politikalar dünyayı çok daha istikrarsız ve belirsiz hale getiriyor. Ekonomik kriz ve savaşlar Cliff'in "1990'lar 30'ların yavaş çekimi" diyerek özetlediği eğilimi (Bkz: Küresel Adalet için Okuma Notları broşüründe son makale) çok daha hızlandırıyor. Avrupa'da bu durum politik kutuplaşmaya neden oluyor. Merkezden aşırı sağa ve yeniden ortaya çıkan sola doğru bir kutuplaşma yaşanıyor. Az gelişmiş ülkelerin bazıları ise "30'ları daha hızlı bir çekimle" yaşayabiliyorlar. Neoliberal politikacılara karşı Arjantin'de yaşanan isyan ve Endonezya'da 30 yıllık diktatör Suharto'nun aşağıdan bir ayaklanma ile yıkılışında olduğu gibi, ekonomik krizin boyutları devletin dayandığı politik yapıların artık yönetemez hale gelmesine yol açabiliyor. Anti-kapitalist hareketin parçaları 11 Eylül sonrası bir dizi ülkede savaş karşıtı hareketin oluşmasında merkezi rol oynadı. İtalya'da Cenova sonrası 300 bin kişi, İngiltere'de 100 bin kişi, Yunanistan'da 10 binler savaş karşıtı gösterilere katıldılar. Anti-kapitalist hareket içinde şimdi anti emperyalist olmanın zorunluluğu tartışılıyor. Seattle'dan bu yana hareketin merkezi bir parçası olan Uluslararası Sosyalizm Akımı kapitalizm ve emperyalizmin iktidarını yıkabilecek olan gücün işçi sınıfında olduğu tartışmasını güçlendirmeye çalışıyor. Seattle sonrası büyüyerek devam eden anti kapitalist hareket, kapitalizmin yarattığı eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı "başka bir dünya mümkün" alternatifini güçlü bir şekilde ifade ediyor. 30 yıldır süren neo-liberal hegemonyaya karşı 68 sonrası yükselen ilk ve en büyük uluslararası muhalefet. Anti-kapitalist hareketin varlığı bir çok ülkede kapitalizme karşı yükselen öfkenin bu hareket ile kendisini ifade etmesine olanak sağlayabilir. 11 Eylül sonrası artan baskıların küresel direniş hareketini sekteye uğratacağına dair beklentiler boşa çıktı. Aralık ayında Brüksel'de 100 bin kişinin katıldığı AB protestosu, Şubat ayında New York'ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu'na karşı 20 bin kişilik protesto ve Porto Alegre'de toplanan 70 bin kişilik alternatif Dünya Sosyal Forumu anti kapitalist hareketin bitmediğini; aksine küresel olarak büyüdüğünü kanıtlıyor. Son yıllarda bir dizi ülkede yaşanan neo-liberal politikalara karşı isyan (Arjantin, Bolivya, Ekvator) ve anti kapitalist hareket uluslararası düzeyde direnişin mümkün olduğunu gösteriyor.

Türkiye’de Durum
Türkiye'de bugün egemen olan durum istikrarsızlık ve belirsizliktir. Bu durum tehlikeler ve fırsatları beraberinde getiriyor. 2000 yılı sonu ve 2001 yılı başında yaşanan Kasım ve Şubat krizleri ekonomide çok ciddi bir daralma, iflaslar, işsizlik ve yoksullaşmayı beraberinde getirdi. Bir günde yüzde 50 yoksullaştık, iki milyon kişi işten atıldı, işletmelerin kapasite kullanımı yüzde 43'e düştü. Şubat krizine karşı en büyük tepki esnaftan geldi. 70 bin kadar son derece öfkeli esnaf ve onların işyerlerinde çalışan işçiler Ankara'da Ulus-Tandoğan hattını savaş alanına çevirdiler. Ancak hemen ardından sokağa çıkmaya hazırlanan sendikalar ve sol 14 Nisan ve 1 Mayıs'ta aynı savaşkanlığa ve güvene sahip değildi. Sendikalar ve sol Türkiye'nin her tarafında büyük bir öfkeyle sokağa çıkan esnaf arasında egemen olan aşırı sağ (İslami hareket ve faşistler) kesimlerden korktu. Bu korku krize karşı öfkenin birleşmesini engelledi. Aşağıdan gelen bir hareketle hükümetin devrilmesinden aşırı sağın kazançlı çıkacağı, solda Ecevit dışında bir alternatif olmadığı fikri egemendi. Laik cepheci fikirler, MHP'nin tek başına iktidar olma tehdidi ve Ecevit'in DSP'sinin solundaki boşluk Türkiye'yi Arjantin olmanın eşiğinden döndürdü. Yönetici sınıfa karşı güvensizlik, hortumculara karşı öfke çok yoğun. Ancak bu öfke yöneticileri yönetemez hale getirmek üzere harekete geçmekte ideolojik, politik ve örgütsel kriz yaşıyor. Bu krizin nedenlerini önceki süreçten nasıl çıktığımıza bakmadan anlamamız mümkün değil. Bu sürece kısaca bakalım: Türkiye'de neo liberal politikalar askeri darbe koşullarında hayata geçirildi. Neo liberalizm işçiler açısından korkunç bir yoksullaşma, sendikasızlaşma, örgütsüzleşme, sömürü oranının artışı anlamına geldi. 83'den itibaren başlayan yerel eylemler birikerek 89 Bahar Eylemleri olarak anılan genel bir harekete dönüştü. 1990-91 Zonguldak madenciler grevi neo-liberalizmin Türkiye'deki babası Özalizmin politik hegemonyasına son verdi. İşçi hareketindeki bu aşağıdan yükseliş Türk-İş bürokrasisinde sola doğru bir değişimi beraberinde getirdi. Bu dönemde DİSK yeniden açıldı ve sendikaların tabanındaki sosyalistler DİSK'e geçtiler. 1989 sonrası gelişen memur statüsündeki kamu çalışanlarının sendikal hareketi 1990'ların ortalarına kadar büyüyerek devam etti. Yeni gelişen bu hareket içinde genç bir kuşak bütün enerjisiyle yerini aldı. Ancak yöneticiler işçi sınıfının mavi yakalı kesimi ile ekonomik, politik ve sendikal alanda yaşanan bölünmüşlüğün avantajlarını kullanarak yeni gelişen bu hareketi yordu. Hareketin ciddi bir sonuç almaya en yakın olduğu 16-17 Haziran Kızılay eylemi kısmi kazanımlara geçiştirildi. Daha sonra 4-5 Mart 1998 gibi öfke kabarışları da KESK liderliğinin devletle kafa kafaya gelmekten kaçınması üzerine kazanımsız sonuçlandı. Geçtiğimiz yıl 10 yıldır uğruna mücadele edilen grevli toplu sözleşmeli sendika mücadelesinin, grevsiz toplusözleşmesiz bir yasa ve bir dizi sendikanın kapatılmasının kabulüyle sonuçlanması, mücadelenin kazanacağına ilişkin güveni sarstı. Ortak örgütlenme ve taban hareketi vurgusunun kaybolduğu bu dönemde işçi hareketi hem Türk-İş, hem DİSK, hem de daha az oranda da olsa KESK'in bürokratik sendikacılık sınırları içinde hapsoldu. Bu dönemde sendikal bürokrasiye rağmen yerel-sektörel eylemlerin izolasyonunu engelleyerek hareketi genelleştirip ileri çekebilecek bir taban örgütlenmesi yaratılamadı. Israrla bu yönde tutum alan ve çekim gücü olabilecek bir sol örgütlenmenin yokluğu ortaya çıkan fırsatların heba olmasına neden oldu. Eylül 1998'de Bursa başta olmak üzere Türkiye genelinde metal-otomotiv sektörü işçilerinin Metal-İş'in yaptığı toplusözleşmeye öfkesi patronlara karşı daha iyi bir sözleşme hareketine dönüşemeden sendikalar arası rekabet içinde boğuldu. Bundan bir ay sonra fabrika kapatmayla sonuçlanan özelleştirme kararına karşı yine tabandan yükselen İzmit SEKA işgali, özelleştirme karşıtı genel bir direnişe dönüşemeden izole edilerek kısmi kazanımlarla sonlandırıldı. Bu süreç sonrasında mezarda emeklilik yasa tasarısına karşı 24 Temmuz 1999 gibi 500 bin kişiyi biraraya getiren kitlesel eylemler bile sendika bürokrasisinin kontrolü altında sönümlendirilebildi. Kasım krizi sonrasında Sabancı'nın fabrikası BriSa'da işten atmalara karşı gerçekleşen işgal eylemi DİSK liderliği tarafından yalnız bırakılarak bitirildi.

Türkiye’de İstikrarsızlık, Fırsatlar ve Tehlikeler
Fikirlerin Önemi
Bütün bu süreç boyunca egemen sınıf ideolojik saldırılarla işçi hareketi ve ezilenleri yeniden ve yeniden böldü. İşçi hareketini bölen, sol muhalefeti zaafa uğratan gelişmeler bir kader değildi. Egemen sınıfın bu saldırılarına karşı sol güçlerin sahip olduğu yanlış fikirler hayati bir önem taşıyordu: Piyasa ekonomisinin alternatifsiz, özelleştirmelerin kaçınılmaz olduğu neo-liberal söyleme teslimiyet. - SSCB'de yıkılanın "reel" ya da "gerçek" sosyalizm olduğu anlayışının etkisi. Kürt sorunu ve kirli savaş üzerinden Kürtlerle dayanışma eğiliminin tasfiye edilişi. - Milliyetçi ve gerillacı fikirlerin etkisi. Türk-İş içindeki sosyalist militanların küçük de olsa "devrimci" bir sendika kurma eğiliminin tabandaki sol muhalefeti zayıflaması ve Türk-İş bürokrasisinin işini kolaylaştırması. - Kızıl sendikacılık ve ikameciliğin etkileri İslami hareketin önünü kesmeye yönelik 28 Şubat Muhtırası ardından "en büyük düşman"ın İslami hareket olarak görülmesi nedeniyle işyerlerinde çalışanlar arasında laik-dinci ayrımının derinleşmesi, sendikalar ve sol militanların yöneticilerle birlikte iş arkadaşlarına yapılan baskının parçası olması. Hatta İslami harekete yarayacağını düşünerek hükümet karşıtı eylemlerden kaçınma. (Esnaf patlaması ardından örgütlü işçi sınıfının sol kesimi içinde yaşanan endişe) - İslami hareket ve faşizm konularındaki yanlış yaklaşımların etkisi. Son yılların en geniş katılımlı 1 Aralık 2000 grevinden hemen sonra düzeni yıkmak isteyen tutsaklara ve insan hakları savunucularına yapılan saldırı karşısında sokaktan, eylemden geri çekilme. - Devlet ve ezilenler arasındaki çatışmada aşırı solcu tutum ya da "tarafsız kalma" çabasının etkileri. Önemli bazılarını yukarıda saydığımız türde her keskin viraj Türkiye'deki solun genel olarak sağa kayışına ve politik etki alanının azalmasına neden oldu. En militan, en deneyimli, sınıf bilinci en yüksek ve dolayısıyla sola bakan tabandaki işçi liderlerini derinden etkileyen bu ideolojik kafa karışıklığı ve yanlış fikirler genel olarak işçi sınıfının kolektif gücü ve güveninin azalmasıyla sonuçlandı. 1989 Bahar eylemleri sonrası yeniden canlanan ve biçimlenen işçi sınıfı örgütlenmeleri ve sol içinde egemen olan fikirler sosyal demokrat fikirlerdi. Sosyal demokrasinin solunda ise Stalinist ve milliyetçi bir sol vardı. Yeni olarak kendisini ifade etmeye çalışan ÖDP ise eski reformist-stalinist fikirleri bağrında taşıyan merkezci bir parti olarak doğdu. Bu örgütler, 1990'ların ikinci yarısında gelişen ekonomik ve politik istikrarsızlık karşısında sosyal demokrasinin solunda ideolojik ve örgütsel bir çekim gücü yaratamadılar. Sosyalist soldaki bu boşluk politik arenada radikal sağ fikirlerin hegemonyasının oluşmasını beraberinde getirdi. Sağın ideolojik ve örgütsel hegemonyası altında ezilen sol güvensizlik içinde. Sol içinde İşçi Partisi ve SİP gibi partiler ise milliyetçilik ve laik cepheciliği kullanıyor, yani büyümek için sağa kayarak toplumdaki bölünmüşlüğün yarattığı fırsatları(!) değerlendiriyorlar. İşçi hareketi ile ezilenler ve küçük burjuvazi arasındaki ayrımlar 1990'ların ikinci yarısında derinleşti. Bu süreçte milliyetçi-bölücü, vatansever-vatan haini, laik-anti laik kutuplaşmaları derinleşti. Diğer bir çok ülkeye göre "30'ların daha hızlı bir çekimini" yaşayan Türkiye, merkez sağ ve sol partilere karşı toplumdaki hayaller kaybolurken sosyal demokrasinin solunda bu fırsatı değerlendirecek bir örgütlenme olmamasının sonuçlarının neler olabileceğini çok açıkça gösteriyor.

Olasılıklar ve Görevler
Kriz, savaşlar ve istikrarsızlığın egemen olduğu, devlet baskısının arttığı dönemlerde ne zaman, nerede, hangi tür bir gelişmenin öfkeyi tetikleyeceğini ve genel bir direnişe dönüşeceğini bilmek mümkün değildir. Böylesi bir dönemde Türkiye'de sol politikaların alternatif olamaması sola bakanlar arasında büyük bir güvensizlik yaratıyor. Sol örgütlere güvensizlik, sağ hegemonya altında kendine olan güvensizlikle birleşiyor. Ekonomik kriz, Kürt sorunu, İslami hareket, faşist hareket, ABD'nin Türkiye üzerinden yürütmeyi hedeflediği Irak savaşı, egemen sınıfın bölgede "ikinci İsrail olma iddiası", güçlü bir alt emperyalist ülke olma konusunda içerde ve dışarıda attığı her baskıcı adım, soldaki politik krizi derinleştiriyor. Türkiye'de sola çekebilecek tutarlı bir anti-kapitalist ve anti-emperyalist geleneğin inşa edilmesinin zorunluluğu her dönemeçte önümüze çıkıyor. Bugünün temel sorunu işçi sınıfı ve ezilenler içinde egemen olan bölünmüşlük ve güvensizliği aşabilecek bir geleneğin, liderliğin, örgütlenmenin ve pratiğin yaratılmasıdır. Bunun için; - Kapitalizmin yarattığı eşitsiz ancak birleşik gelişme, direnişin de eşitsiz ama birleşik bir özelliğe sahip olmasına yol açıyor. Dünyada gelişen savaş karşıtı ve anti-kapitalist hareketin Türkiye'de yarattığı politik havayı sola ve kendine olan güvensizliği aşmak için arkamıza almak zorundayız. - Dünyada yaşanan sola çekim ve direniş hareketinden aldığımız umutla bulunduğumuz alanda sola ve kendine olan güvensizliği kırabilecek diyalog kanalları açmak zorundayız. - Güvensizliği kahraman liderlerin değil, sıradan insanların kolektif faaliyetleriyle kıracağını bilerek bulunduğumuz alanda bu kolektif güç ve güveni artıracak işler kotarmalıyız. Alanımızda herkesi etkileyen sorunlar arasında kazanım sağlanabilecek türde olanlar etrafında (yemekhane, servis vb) kampanyalar inşa ederek genelin kolektif güvenini arttırmayı amaçlamalıyız. - Egemen sınıfın ekonomik, politik ve ideolojik saldırılarına karşı birleşik bir duruş sağlamak için ezilenlerin kürsüsü olmak zorundayız. Bu halkayı sıkıca kavramak sağa kayışı engellemenin en önemli sigortasıdır. Ezilenlerin kürsüsü olmayan bir hareket toplumu sola çekme yeteneğine sahip değildir. Ekonomik kriz ve savaş koşullarında istikrarsızlık ve belirsizliklerin alabildiğine arttığı, genel politik arenada sağın hegemonyasının olduğu, solda politik krizin yaşandığı Türkiye'de, uluslararası düzeyde yükselen anti-kapitalist küresel direniş ve savaş karşıtı hareketten beslenen, çevresiyle diyalog kuran, güvensizliğe ve umutsuzluğa karşı güven taşıyan, umudun temsilcisi olan, ezilenler konusunda ilkelerinden ödün vermeyen aktivist örgütçüler her zamankinden çok daha önemli. Kapitalizm, Arjantin gibi isyanları kendiliğinden tetikliyor. Ancak bu devrimci durumları çoğunluğun iktidarı ile sonuçlandırabilmek için hareket içindeki her türlü tehlikeye karşı politik olarak donanımlı ve deneyimli, yönetici sınıfın böl ve yönet politikalarını boşa çıkaracak yeni bir geleneği, gerçek Marksist geleneği bugünden yaratmak zorundayız.

Antikapitalist; Sayı 14; Mart 2002

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön