|
Toplumsal
Mücadeledeki Sıkışmışlık Nasıl Aşılacak?
Krizin Bedelini Neden Ödüyoruz?
Uluslararası kriz ve mücadele Tüm dünyada ekonomik durum giderek kötüleşiyor.
Son yirmi yıldır ilk defa gelişmiş kapitalist bölgelerin her üçü de birlikte
düşüşe geçti. ABD, Almanya ve Avrupa'nın bütünü ve Japonya ekonomik olarak
daralıyor. Bu durum Türkiye, Meksika, Arjantin, Endonezya gibi daha az
gelişmiş ülkeleri kötü şekilde etkilerken, üçüncü dünya ülkelerinde milyonlarca
insanın açlık ve yoksulluk nedeniyle ölmesine yol açıyor. İşten atmalar,
işyeri kapatmaları, ücret kesintileri, yoksulluk dünyanın bir çok ülkesinde
kitlesel gösterilere, grevlere, işyeri işgallerine ve yoksulların ayaklanmasına
yol açıyor. 11 Eylül sonrası bir çok ülkede kapitalizmin önceliklerine
karşı mücadeleler savaş karşıtı politikalarla birleşti. Geçen ay İtalya'da
250 bin kişi işten atmalara karşı ve barış için yürüdü, Kanada'da 20 bin
kişi savaşı ve neo-liberalizmi protesto etti, İngiltere'de 100 bin kişi
"Savaşı durdur" çağrısında bulundu. Gelişmiş kapitalist ülkelerden
Afrika ülkelerine kadar bütün dünyada kapitalist sömürüye ve savaşa karşı
mücadelelere tanıklık ediyoruz. Türkiye'de kriz ve suskunluk Dünyada yaşanan
bu kriz, zaten zayıf bir ekonomiye sahip Türkiye'de daha derin bir etki
yaratıyor. Üretim azalıyor, iflaslar ve işten atmalar artıyor. Ancak artan
işsizlik ve yoksulluğa karşı ciddi bir toplumsal hareketlenme yok. Krizin
ardından patlayan esnafın öfkesi toplumsal bir yangına dönüşmeden sönüp
gitti. Krizin faturası kendisine kesilen geniş halk kesimleri son bir
yıldır daha çok yoksullaşarak, daha fazla işsiz kalarak, daha fazla strese
girerek bu krizin yükünü sırtlanıyor. Türkiye'deki gibi ağır krizler yaşanan
hatta daha hafif krizler içinde olan bir çok ülkede krizin sonuçlarına
karşı kitlesel direniş varken neden Türkiye'de sessizlik egemen? İşçi
sınıfının en geniş örgütleri olan sendikalar isteseler şalterleri indirip
hayatı durdurabilecekken neden tek tük grevler bile kaybedilmeye terk
ediliyor? IMF programları neden Arjantin'de olduğu gibi büyük işçi eylemleri
ile durdurulamıyor? ABD ve İngiltere'de bile savaş karşıtı kitlesel eylemler
yaşanırken halkın yüzde 80'inin savaşa hayır dediği Türkiye'de neden savaş
karşıtı hareket bu kadar zayıf? Bir çok ülkede solun yükselmesi ile sosyal
demokratların iktidara geldiği bir dönemde Türkiye'de neden faşistler
ve İslami hareket yükseldi? Bir çok ülkede sağın neo-liberal politikalarına
karşı yeni bir genç kuşak mücadeleye atılıp sola doğru kayarken Türkiye
solu neden bu kadar zayıf ve güçsüz? Güvensizlik Hareket etmeye hazır
ve öfkeli milyonlar var ama güvensizlik ve umutsuzluk hüküm sürüyor. Sendikalı
işçiler sendika yönetimlerine, parti üyeleri partilerinin yöneticilerine
güvenmiyorlar. Büyük kitleler patlamaya hazır ama "patlasak ne olacak
ki" sorusunu sorup durumu kabulleniyor. Bir patlama olsa "en
önde olacaklarını" söyleyenler, "ama bu halka layık" deyip
öfkelerini kendi durumunda olan insanlara yöneltiyorlar. Mevcut siyasi
partilerden beklentisi kalmayan ve umut veren bir örgütlenme olmamasından
şikayet edenler bir alternatif yaratmak için adım atmaya da yanaşmıyorlar.
Yönetici sınıfın bütün zayıflığına, iç çatışmalarına, her an yıkılabilecek
kadar problemli hükümetine rağmen krizin faturasını dişe dokunur bir muhalefetle
karşılaşmadan büyük çoğunluğa ödetebiliyor. İsyanın eşiğinde duran büyük
çoğunluğu felç eden ve "böyle gelmiş böyle gider, değişmez"
dedirten sıkışmışlığın nedenlerini anlamak zorundayız.
Nerden Nereye?
Türkiye'de 1980'lerin ikinci yarısında toparlanmaya başlayan işçi hareketi
ve sol 1989 Bahar eylemleri ve 1990 madenci grevi ile ciddi bir yükseliş
göstermişti. Sosyal demokrasiyi ve sosyalist solu güçlendiren bu hareket,
ANAP'ı iktidardan atarken Özal'ın neo-liberal politikalarının toplumsal
meşruiyetini sarsmıştı. İşçi hareketi yeniden ve güçlü bir biçimde toplumsal
arenadaydı. Aynı dönemde Kürt hareketinin de oldukça ciddi bir güç ve
güven kazanmasına tanıklık ettik. OHAL Bölgesi'ndeki desteği en yüksek
noktalara ulaşan hareket, SHP ile seçim ittifakı yaparak TBMM'ye temsilciler
yolladı. Her şey oldukça güven ve heyecan vericiydi. Ne yazık ki bu yükseliş
birkaç nedenle sekteye uğradı. 1) 1989-90 işçi hareketinin en önemli öncü
işçileri DİSK açıldığında Türk-İş'i terk ederek DİSK'e geçince işçi hareketi
örgütsel olarak bölünmüş oldu. Türk-İş tabanında örgütlenen sol militanlar
alanı boşaltınca örgütlü işçi sınıfının ana gövdesi Türk-İş bürokrasisi
karşısında taban liderliğinden yoksun kaldı. İşçi hareketini bölerek solda
egemen olan "kızıl sendikacılık" fikriyle DİSK'i yeniden inşa
etmeye çalışan solcu militanlar ise daha küçük bir sendikada Türk-İş'dekine
benzer bir sendika bürokrasisiyle baş başa kaldılar. Böylece 1980'lerin
ikinci yarısında yükselen taban hareketi 1990'ların başından itibaren
güç kaybetmeye başladı ve 1990'ların ortalarında Türk-İş ve DİSK yöneticileri
tabandan yükselen güçlü bir sol muhalefet olmaksızın hareketi kontrol
eder hale geldiler. Sosyalist solun liderliğinde sendikal örgütlenmesini
gerçekleştiren memur statüsündeki kamu çalışanları ise memur-işçi olarak
bölünen hareketi birleştirebilecek, Kürt ulusal hareketinin ezilmesi üzerinden
yükseltilen milliyetçi çözümleri, işçi düşmanı uygulamaları, laik-dinci
bölünmesini geri püskürtebilecek ne birleştirici bir sendikal örgütlenmeye
ne de politikalara sahipti. 500 bin kamu emekçisinin sendikal liderliğini
yapan sosyalist sol bu gücünü Türkiye'deki sağa kayışı engellemek ve sola
çekimi sağlamak üzere kullanamadı. 2) 1980'lerin sonlarında yükselen hoşnutsuzluk
ve mücadele dalgası kendisini politik olarak SHP'de ifade etti. Sendika
liderleri, Kürt hareketinin temsilcileri, hatta kendisini sosyalist olarak
tanımlayan bir çok kişi SHP listelerinden TBMM'ye girdiler. Demokrasi,
insan hakları, özgürlük ve refah vaat eden DYP-SHP koalisyonu egemen sınıfın
pis işlerini yaparak tabanında hayal kırıklığı yarattı. Kürt milletvekilleri
cezaevine tıkıldı, OHAL bölgesinde köylülere insan dışkısı yedirtildi,
köyler yakıldı-yıkıldı, boşaltıldı, faili meçhul! cinayetler arttı, Sivas'ta
göz göre göre insanların yakılmasına izin verildi, yoksulluk ve yolsuzluk
arttı. 3) SHP'nin ezilenlerin, yoksulların, sömürülenlerin gerçek dostu
ve temsilcisi olmadığı açığa çıkmıştı. Ne var ki SHP'nin solundaki partiler
bu boşluğu doldurabilecek fikirlerden yoksundu. Bu dönemde sosyalist solun
bir çekim gücü yaratamaması, bir yandan İslami hareketin hızla kitlesel
destek kazanmasına diğer yandan da faşist parti ve fikirlerinin meşrulaşmasına
olanak sağladı.
Fikirsel Kriz
Bugün Türkiye'deki işçi hareketi ve sol 12 Eylül Darbesi sonrasında olduğu
gibi örgütsüz bırakılmış, "beli kırılmış" bir durumda değil.
İşçi sınıfının temel örgütlenmeleri olan sendikalar serbestçe faaliyet
yapabiliyorlar. Sendika yönetimleri isterlerse milyonlara iş bıraktırabilecek,
yüzbinleri sokaklara çıkartabilecek bir güce sahipler. Sosyal demokrasi
sağ karşısında güç kaybetmiş olmakla beraber sosyalist solun militan sayısının
önemli bir azalış gösterdiğini söylemek pek mümkün değil. Sol legal ya
da yarı legal yöntemleri rahatça kullanarak örgütlenebiliyor. O zaman
neden egemen sınıfın dayatmalarına bu kadar kolay boyun eğiliyor? İşçi
hareketi ve solun sıkışmışlığının temelinde fikirsel kafa karışıklığı
ya da yanlış fikirler yatıyor. Yani bugünkü hareketsizlik ve umutsuzluk
havasının nedeni "fiziksel" değil; fikirsel.
Hareket Yükselirken Stalinizm Çöküyordu
1980 darbesinin işçi hareketi üzerinde yarattığı ekonomik, politik ve
örgütsel yıkım işçi hareketinin tabandan yükselişiyle aşılmıştı. 1989
Bahar Eylemleri süreci Türkiye'de solun örgütlenme alanını alabildiğine
genişletti. Ancak bu süreçte sosyal demokrasinin (SHP) solunda tam anlamıyla
ideolojik bir kriz yaşanıyordu. Türkiye'de egemen olan stalinist sol Rusya'da
ve Doğu Avrupa'da stalinizmin kalelerinin tek tek yıkılışı ve ABD'nin
"yeni dünya düzeni" ve "tarih bitti" iddiaları karşısında
ideolojik olarak çaresizdi. Sosyalist solun Sovyetler Birliği ve Doğru
Avrupa'yı sorunlu veya dejenere de olsa "sosyalist" görmesi,
bu ülkelerdeki bürokratik diktatörlüklerin kitlelerin kendi eylemleriyle
yıkılmasını bir zafer değil yenilgi olarak değerlendirmelerine yol açıyordu.
1989'da Türkiye grevler ve genel direnişlerle çalkalanırken, kitleler
sola kayarken, genç bir kuşak daha güzel bir gelecek için mücadeleye atılırken
sosyalist sol karanlık bir dönemde yaşadığını düşünüyordu. Sol, bürokratik
devlet kapitalisti ülkelerin yıkılışı sonrasında ABD'nin ve neo liberal
politikacıların yaşadığı zafer sarhoşluğu karşısında fikirsel olarak silahsızdı.
Ancak 1990'ların ilk yarısında yeniden siyaset sahnesine çıkabilen sosyalist
sol örgütler fikirsel alanda yaşanılan krizin üstünden atlayarak 70 kuşağı
kadroları üzerinden, hareketin radikalleştiği genç bir kuşağı ölü bir
geleneğe örgütlemeyi başararak yaşamlarını devam ettirdiler. Ne yazık
ki bu dönemde Rusya'da çökenin kapitalizmin bir başka versiyonu olduğunu
bilen ve yaşanılan krizin sosyalizmin değil kapitalizmin krizi olduğunu
açıkça söyleyerek yükselen hareketin sosyalist fikirlerle kucaklaşmasını
sağlayabilecek bir örgütlenme yoktu. Bu eksiklik, ölmüş geleneklerin yeni
kuşak üzerinde bir karabasan gibi asılı kalmasına yol açtı. SİP "TKP"
oldu Sosyalist İktidar Partisi 89 sonrası radikalleşen gençler arasında
örgütlenmesini yükselten bir parti. Geçen ay yaptığı kongreyle Türkiye
Komünist Partisi'nin (TKP) devamcısı olduğunu iddia ederek ismini TKP
olarak değiştirdi. TKP-SİP'in genç bir kuşağa kefen giydirmekten başka
bir anlamı yok. Sovyetler Birliği bürokrasisinin papağanlığını yapan TKP
liderliği 1989'da Stalinizmin çöküşü sonrasında kendini fesh etmişti.
TKP'nin SSCB'nin yıkılışı ile birlikte yaşama veda etmesi doğal bir gelişmeydi.
Ancak SİP'in fırsatçı bir tutumla Türkiye'deki eski sosyalistleri partiye
davet etmek üzere TKP'ye sahip çıkması genç bir kuşağın üzerine ölü toprağı
örtmekten başka anlama gelmiyor. SİP o kadar fırsatçı ki sadece TKP'ye
değil Denizlere de sahip çıkıyor. Oysa Denizler SİP'in bugün "devamcısı
olduğunu" idda ettiği TKP ve TİP geleneğini reddederek THKO, THKP,
TİKKO gibi örgütler kurmuşlardı. ÖDP: Ortayol yok ÖDP'yi oluşturan gruplar
1989 sonrası yaşanılan fikirsel krizin çaresini örgütsel birlikte görmüşlerdi.
1996'da kuruluşu sonrası sosyal demokrasiden sola kayanları da çevresine
toplamayı başaran birliği korumak ve kitleselleşebilmek amacıyla fikirlerini
yumuşattı. Devrimci politikalarla reformist politikalar arasında sallanıp
duran ÖDP derinleşen ekonomik ve politik kriz karşısında net tutum alamayınca
felç oldu. Başlangıcından itibaren ölü fikirler etrafında kurulan bu örgütsel
birlik, sonunda mezarda bir birliğe dönüştü ve iç çatışmaların şiddeti
ÖDP içindeki sosyalist kadrolar için bir cehennem azabına dönüşerek geçen
ay örgütsel ayrılıklarla sonuçlandı. İP: Sağa kayış İşçi partisinin yayın
organı Aydınlık'ın geçen iki sayısının kapağına bakmak sosyalist solun
Türkiye'de en çok tanınan yüzü Doğu Perinçek'in sağın hegomanyası altında
nasıl sağa kaydığını açıkça gösteriyor. Önce Kürt hareketini devlete karşı
desteklemekten vazgeçen Perinçek, şimdi mazlum diye gördüğü Genel Kurmay
Başkanı Kıvrıkoğlu'nu ABD'ye karşı savunuyor, geçen hafta DİSK ve KESK'in
Avrupa Birliği'nden aldığı parayı manşete çıkararak sendikal harekete
cepheden saldırıyordu. "Dolar yasaklansın!" kampanyasıyla son
dönemde sağ seçmen arasında popülerleşen İşçi Partisi, solun fikirsel
krizini sağcılaşarak, patronların ve generallerin yalakalığını yaparak
aşmaya çalışıyor. EMEP: Stalinizmin esiri 1980 öncesinin kadrolarıyla
yeniden toparlanan ancak genç kuşağı örgütlemekte başarısız kalan EMEP
sendikal hareket içinde azımsanamayacak militana sahip. İşçi sınıfı içinde
örgütlenmeyi hedefleyen EMEP, işçi hareketinin sıkıştığı Kürt sorunu,
faşist hareketin, MHP'nin yükselişi, toplumun laik-dinci bölünmesi ve
ABD'nin Afganistan'a karşı yürüttüğü savaş karşısında ideolojik, politik
ve örgütsel bir cephe açacak fikirlere sahip değil. Bunun temel nedeni,
stalinizmin sonuçları olan halkçılık, vatanseverlik, ikamecilik, sekterliğin
EMEP'in örgütsel ve politik pratiğine yansımaları. Bu nedenle EMEP de
solda yaşanılan krizin bir parçası. Halkçı sol-DHKC: İzolasyon 1989'da
solla birlikte varoşlardan yükselen halkçı hareket 1990'ların ikinci yarısından
itibaren sağın hegemonyası altında ezildi. Her an bir sosyal patlama bekleyen
popülist solcular devletin saldırganlığı karşısında maceracılığa sürüklenerek,
toplumdan izole oldular. F tipi hücrelerde ölüme terk edilen popülist
sol kadrolar toplumdaki sağa kayışa karşı duracak fikirleri ve kitlesel
hareketi inşa etmekten ziyade erken ölümle sonuçlanan kahramanlık stratejisini
tercih etderek bu izolasyonu derinleştiriyorlar.
Vatanseverlik
IMF patentli yoksullaştırma politikalarına soldan verilen yanıt genellikle
ulusalcılığa sıkışmış durumda. Küresel düzeyde sermayenin yarattığı baskılara
karşı "ulusal çıkarlar" ve "ulus devlet" savunusu,
"vatanı sattırmayız" söylemi emek-sermaye ekseninden uzaklaşılmasına
neden olmakta. Ulusal çözüm önerenler ister istemez en başa "ulusal
çıkarları" koyuyorlar. "Ulus" ise sınıflar ayrımının üzerini
örterek işverenle işçinin ortak çıkarları olduğu fikrini besliyor. Patronların
ağzından sık sık duyduğumuz "hepimiz aynı gemideyiz" söylemi
böylece ulusalcı sol tarafından kabulleniliyor. Büyük kitleler, üretimin
bu denli uluslararasılaştığı kapitalizmde sermaye birikimi göreli olarak
az olan Türkiye gibi ülkeler için "ulusal" çözümün daha fazla
yoksullaşma anlamına geleceğini en azından hissediyor. Ayrıca vatan-millet
söyleminin ustaları esas olarak sağ politikacılar. Bu söylemin en radikal
hali ise faşist partilerin örgütlenme aracı. Ulusal çıkarları kendine
iş edinen sol, kendisini bir anda Telekom'un satışına taş koyan ya da
Derviş'in ABD'den getirtildiğine vurgu yapan MHP'li bakanlarla aynı tarafta
buluyor. Oysa Telekom'un satışına Telekom işçileri ve üretilen hizmeti
satın alacak diğer işçilerin çıkarları açısından bakarak karşı çıkılması
halinde sorun yabancı patronlara mı yoksa yerli sermayedarlara mı satıldığı
olmaktan çıkıyor. Aynı yaklaşım, uluslararası düzeyde yeni bir sol kuşağın
kendisini ifade ettiği Küresel Direniş hareketine de uzun bir süre şüpheyle
bakılıp uzak durulmasına neden oldu.
Milliyetçilik
Körfez Savaşı ve Kürt sorunu üzerinden yükseltilen milliyetçi dalga öncelikle
SHP'yi ve sendikaları etkiledi. 1980'lerin sonlarında Kürt sorununun siyasi
çözümünden, ana dilde eğitimden bahseden sendikalar (o dönem henüz inşa
aşamasında olan KESK'i hariç tutarsak) milliyetçi havanın etkisiyle "vatanın
bölünmez bütünlüğü" söylemine geçtiler. SHP'nin daha solunda duran
sosyalist sol ne yazık ki yükselen milliyetçi dalgaya ya teslim oldu ya
da sekterleşti. Devlete ve Kürt hareketine "eşit uzaklıkta durma"
eğilimi teslimiyetin ilk adımı oldu. Sosyalist solun bir kısmındaki bu
politika nedeniyle, Kürt hareketini "emperyalizmin" oyunu olarak
görüp devleti korumak gerektiği, "MHP ile Kürt hareketinin aynı"
olduğu söylemleri kendisini sosyalist olarak tanımlayanlar arasında bile
yerleşmeye başladı. Sosyalist solun bir kesimi ise Kürt hareketini koşulsuz
desteklemenin de ötesine geçip onun kuyruğuna takıldı. Kürt hareketinin
Batı'da "gerilla toplama örgütü" gibi çalışması perspektifi
eleştirilmeden kabul edildi, hatta takdir edildi. Oysa Kürt sorununun
çözümü için Batı'da yapılması gereken en önemli şey milliyetçiliğe karşı
tartışmak ve bir "barış cephesi" inşa etmekti. Ne yazık ki bu
politika gerillanın kuyruğuna takılan sosyalist sol tarafından küçümsendi.
KESK liderliği ise işyerlerinde milliyetçi fikirlerden etkilenen kesimleri
kazanma mücadelesinde başarılı olamadı. Kamu-Sen ve devlet tarafından
yapılan "bunlar bölücü" suçlaması karşısında açıkça tutum alıp
tartışmak yerine "kitleselleşebilmek amacıyla" sağa doğru kaymayı
tercih ettiler. Sonuçta Kürt hareketinin Türkiye solu ve işçi sınıfına
güveni neredeyse sıfıra indi.
Laik Cephecilik
1990'ların başında belediyelerin büyük kısmını elinde tutan sosyal demokrasi
erirken İslami hareket hızla yükseldi. Bu yükseliş kendisini 1994 yerel
ve 1995 genel seçimlerinde açıkça ifade etti. RP liderliğindeki koalisyon
hükümeti İslami hareketin güvenini artırdı, örgütlenmesini hızlandırdı.
Ne var ki Türkiye egemen sınıfı İslami hareketin bu yükselişinden rahatsız
oldu ve ordu 28 Şubat Muhtırası ile müdahale etti. Bu muhtıra öncesinde
yükselen "temiz toplum" mücadelesi de yerini hızla "şeriata
karşı mücadeleye" bıraktı. İşçi sınıfının en geniş örgütleri olan
sendikalar, sosyal demokrasi ve hatta kendisini sosyalist olarak tanımlayan
siyasi partiler bile "emekçinin ve ezilenin" sesi olma ana eksenini
bir kenara bırakarak generallerin kuyruğuna takıldılar. Ya Türk-İş, DİSK,
CHP, İP gibi açıkça orduyu desteklediler ya da KESK, ÖDP, SİP gibi "ne
şeriat ne darbe" diyerek bu çatışmada "tarafsız" kalmaya
çalıştılar. Bu tutum nedeniyle "solcu" işçiler "laik"
işverenle birlikte "şeriatçı" işçilere karşı ittifakın parçası
oldular. Bir çok işyerinde yaşanan bu sorun solun hayat damarı olan emek
ekseninin kaybedilmesine, en azından bulanıklaşmasına neden oldu. Bu ittifak
kendisini işçi ve işveren örgütlerinin "şeriat tehlikesine karşı"
bir araya geldiği "sivil inisiyatif" adıyla en yüksek düzeyde
ifade etti.
Antikapitalist; Sayı 12; Aralık
2001
'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |
|