Güncelleme:
03.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Toplumsal Mücadeledeki Sıkışmışlık Nasıl Aşılacak?

Krizin Bedelini Neden Ödüyoruz?

Uluslararası kriz ve mücadele Tüm dünyada ekonomik durum giderek kötüleşiyor. Son yirmi yıldır ilk defa gelişmiş kapitalist bölgelerin her üçü de birlikte düşüşe geçti. ABD, Almanya ve Avrupa'nın bütünü ve Japonya ekonomik olarak daralıyor. Bu durum Türkiye, Meksika, Arjantin, Endonezya gibi daha az gelişmiş ülkeleri kötü şekilde etkilerken, üçüncü dünya ülkelerinde milyonlarca insanın açlık ve yoksulluk nedeniyle ölmesine yol açıyor. İşten atmalar, işyeri kapatmaları, ücret kesintileri, yoksulluk dünyanın bir çok ülkesinde kitlesel gösterilere, grevlere, işyeri işgallerine ve yoksulların ayaklanmasına yol açıyor. 11 Eylül sonrası bir çok ülkede kapitalizmin önceliklerine karşı mücadeleler savaş karşıtı politikalarla birleşti. Geçen ay İtalya'da 250 bin kişi işten atmalara karşı ve barış için yürüdü, Kanada'da 20 bin kişi savaşı ve neo-liberalizmi protesto etti, İngiltere'de 100 bin kişi "Savaşı durdur" çağrısında bulundu. Gelişmiş kapitalist ülkelerden Afrika ülkelerine kadar bütün dünyada kapitalist sömürüye ve savaşa karşı mücadelelere tanıklık ediyoruz. Türkiye'de kriz ve suskunluk Dünyada yaşanan bu kriz, zaten zayıf bir ekonomiye sahip Türkiye'de daha derin bir etki yaratıyor. Üretim azalıyor, iflaslar ve işten atmalar artıyor. Ancak artan işsizlik ve yoksulluğa karşı ciddi bir toplumsal hareketlenme yok. Krizin ardından patlayan esnafın öfkesi toplumsal bir yangına dönüşmeden sönüp gitti. Krizin faturası kendisine kesilen geniş halk kesimleri son bir yıldır daha çok yoksullaşarak, daha fazla işsiz kalarak, daha fazla strese girerek bu krizin yükünü sırtlanıyor. Türkiye'deki gibi ağır krizler yaşanan hatta daha hafif krizler içinde olan bir çok ülkede krizin sonuçlarına karşı kitlesel direniş varken neden Türkiye'de sessizlik egemen? İşçi sınıfının en geniş örgütleri olan sendikalar isteseler şalterleri indirip hayatı durdurabilecekken neden tek tük grevler bile kaybedilmeye terk ediliyor? IMF programları neden Arjantin'de olduğu gibi büyük işçi eylemleri ile durdurulamıyor? ABD ve İngiltere'de bile savaş karşıtı kitlesel eylemler yaşanırken halkın yüzde 80'inin savaşa hayır dediği Türkiye'de neden savaş karşıtı hareket bu kadar zayıf? Bir çok ülkede solun yükselmesi ile sosyal demokratların iktidara geldiği bir dönemde Türkiye'de neden faşistler ve İslami hareket yükseldi? Bir çok ülkede sağın neo-liberal politikalarına karşı yeni bir genç kuşak mücadeleye atılıp sola doğru kayarken Türkiye solu neden bu kadar zayıf ve güçsüz? Güvensizlik Hareket etmeye hazır ve öfkeli milyonlar var ama güvensizlik ve umutsuzluk hüküm sürüyor. Sendikalı işçiler sendika yönetimlerine, parti üyeleri partilerinin yöneticilerine güvenmiyorlar. Büyük kitleler patlamaya hazır ama "patlasak ne olacak ki" sorusunu sorup durumu kabulleniyor. Bir patlama olsa "en önde olacaklarını" söyleyenler, "ama bu halka layık" deyip öfkelerini kendi durumunda olan insanlara yöneltiyorlar. Mevcut siyasi partilerden beklentisi kalmayan ve umut veren bir örgütlenme olmamasından şikayet edenler bir alternatif yaratmak için adım atmaya da yanaşmıyorlar. Yönetici sınıfın bütün zayıflığına, iç çatışmalarına, her an yıkılabilecek kadar problemli hükümetine rağmen krizin faturasını dişe dokunur bir muhalefetle karşılaşmadan büyük çoğunluğa ödetebiliyor. İsyanın eşiğinde duran büyük çoğunluğu felç eden ve "böyle gelmiş böyle gider, değişmez" dedirten sıkışmışlığın nedenlerini anlamak zorundayız.

Nerden Nereye?
Türkiye'de 1980'lerin ikinci yarısında toparlanmaya başlayan işçi hareketi ve sol 1989 Bahar eylemleri ve 1990 madenci grevi ile ciddi bir yükseliş göstermişti. Sosyal demokrasiyi ve sosyalist solu güçlendiren bu hareket, ANAP'ı iktidardan atarken Özal'ın neo-liberal politikalarının toplumsal meşruiyetini sarsmıştı. İşçi hareketi yeniden ve güçlü bir biçimde toplumsal arenadaydı. Aynı dönemde Kürt hareketinin de oldukça ciddi bir güç ve güven kazanmasına tanıklık ettik. OHAL Bölgesi'ndeki desteği en yüksek noktalara ulaşan hareket, SHP ile seçim ittifakı yaparak TBMM'ye temsilciler yolladı. Her şey oldukça güven ve heyecan vericiydi. Ne yazık ki bu yükseliş birkaç nedenle sekteye uğradı. 1) 1989-90 işçi hareketinin en önemli öncü işçileri DİSK açıldığında Türk-İş'i terk ederek DİSK'e geçince işçi hareketi örgütsel olarak bölünmüş oldu. Türk-İş tabanında örgütlenen sol militanlar alanı boşaltınca örgütlü işçi sınıfının ana gövdesi Türk-İş bürokrasisi karşısında taban liderliğinden yoksun kaldı. İşçi hareketini bölerek solda egemen olan "kızıl sendikacılık" fikriyle DİSK'i yeniden inşa etmeye çalışan solcu militanlar ise daha küçük bir sendikada Türk-İş'dekine benzer bir sendika bürokrasisiyle baş başa kaldılar. Böylece 1980'lerin ikinci yarısında yükselen taban hareketi 1990'ların başından itibaren güç kaybetmeye başladı ve 1990'ların ortalarında Türk-İş ve DİSK yöneticileri tabandan yükselen güçlü bir sol muhalefet olmaksızın hareketi kontrol eder hale geldiler. Sosyalist solun liderliğinde sendikal örgütlenmesini gerçekleştiren memur statüsündeki kamu çalışanları ise memur-işçi olarak bölünen hareketi birleştirebilecek, Kürt ulusal hareketinin ezilmesi üzerinden yükseltilen milliyetçi çözümleri, işçi düşmanı uygulamaları, laik-dinci bölünmesini geri püskürtebilecek ne birleştirici bir sendikal örgütlenmeye ne de politikalara sahipti. 500 bin kamu emekçisinin sendikal liderliğini yapan sosyalist sol bu gücünü Türkiye'deki sağa kayışı engellemek ve sola çekimi sağlamak üzere kullanamadı. 2) 1980'lerin sonlarında yükselen hoşnutsuzluk ve mücadele dalgası kendisini politik olarak SHP'de ifade etti. Sendika liderleri, Kürt hareketinin temsilcileri, hatta kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir çok kişi SHP listelerinden TBMM'ye girdiler. Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve refah vaat eden DYP-SHP koalisyonu egemen sınıfın pis işlerini yaparak tabanında hayal kırıklığı yarattı. Kürt milletvekilleri cezaevine tıkıldı, OHAL bölgesinde köylülere insan dışkısı yedirtildi, köyler yakıldı-yıkıldı, boşaltıldı, faili meçhul! cinayetler arttı, Sivas'ta göz göre göre insanların yakılmasına izin verildi, yoksulluk ve yolsuzluk arttı. 3) SHP'nin ezilenlerin, yoksulların, sömürülenlerin gerçek dostu ve temsilcisi olmadığı açığa çıkmıştı. Ne var ki SHP'nin solundaki partiler bu boşluğu doldurabilecek fikirlerden yoksundu. Bu dönemde sosyalist solun bir çekim gücü yaratamaması, bir yandan İslami hareketin hızla kitlesel destek kazanmasına diğer yandan da faşist parti ve fikirlerinin meşrulaşmasına olanak sağladı.

Fikirsel Kriz
Bugün Türkiye'deki işçi hareketi ve sol 12 Eylül Darbesi sonrasında olduğu gibi örgütsüz bırakılmış, "beli kırılmış" bir durumda değil. İşçi sınıfının temel örgütlenmeleri olan sendikalar serbestçe faaliyet yapabiliyorlar. Sendika yönetimleri isterlerse milyonlara iş bıraktırabilecek, yüzbinleri sokaklara çıkartabilecek bir güce sahipler. Sosyal demokrasi sağ karşısında güç kaybetmiş olmakla beraber sosyalist solun militan sayısının önemli bir azalış gösterdiğini söylemek pek mümkün değil. Sol legal ya da yarı legal yöntemleri rahatça kullanarak örgütlenebiliyor. O zaman neden egemen sınıfın dayatmalarına bu kadar kolay boyun eğiliyor? İşçi hareketi ve solun sıkışmışlığının temelinde fikirsel kafa karışıklığı ya da yanlış fikirler yatıyor. Yani bugünkü hareketsizlik ve umutsuzluk havasının nedeni "fiziksel" değil; fikirsel.

Hareket Yükselirken Stalinizm Çöküyordu
1980 darbesinin işçi hareketi üzerinde yarattığı ekonomik, politik ve örgütsel yıkım işçi hareketinin tabandan yükselişiyle aşılmıştı. 1989 Bahar Eylemleri süreci Türkiye'de solun örgütlenme alanını alabildiğine genişletti. Ancak bu süreçte sosyal demokrasinin (SHP) solunda tam anlamıyla ideolojik bir kriz yaşanıyordu. Türkiye'de egemen olan stalinist sol Rusya'da ve Doğu Avrupa'da stalinizmin kalelerinin tek tek yıkılışı ve ABD'nin "yeni dünya düzeni" ve "tarih bitti" iddiaları karşısında ideolojik olarak çaresizdi. Sosyalist solun Sovyetler Birliği ve Doğru Avrupa'yı sorunlu veya dejenere de olsa "sosyalist" görmesi, bu ülkelerdeki bürokratik diktatörlüklerin kitlelerin kendi eylemleriyle yıkılmasını bir zafer değil yenilgi olarak değerlendirmelerine yol açıyordu. 1989'da Türkiye grevler ve genel direnişlerle çalkalanırken, kitleler sola kayarken, genç bir kuşak daha güzel bir gelecek için mücadeleye atılırken sosyalist sol karanlık bir dönemde yaşadığını düşünüyordu. Sol, bürokratik devlet kapitalisti ülkelerin yıkılışı sonrasında ABD'nin ve neo liberal politikacıların yaşadığı zafer sarhoşluğu karşısında fikirsel olarak silahsızdı. Ancak 1990'ların ilk yarısında yeniden siyaset sahnesine çıkabilen sosyalist sol örgütler fikirsel alanda yaşanılan krizin üstünden atlayarak 70 kuşağı kadroları üzerinden, hareketin radikalleştiği genç bir kuşağı ölü bir geleneğe örgütlemeyi başararak yaşamlarını devam ettirdiler. Ne yazık ki bu dönemde Rusya'da çökenin kapitalizmin bir başka versiyonu olduğunu bilen ve yaşanılan krizin sosyalizmin değil kapitalizmin krizi olduğunu açıkça söyleyerek yükselen hareketin sosyalist fikirlerle kucaklaşmasını sağlayabilecek bir örgütlenme yoktu. Bu eksiklik, ölmüş geleneklerin yeni kuşak üzerinde bir karabasan gibi asılı kalmasına yol açtı. SİP "TKP" oldu Sosyalist İktidar Partisi 89 sonrası radikalleşen gençler arasında örgütlenmesini yükselten bir parti. Geçen ay yaptığı kongreyle Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) devamcısı olduğunu iddia ederek ismini TKP olarak değiştirdi. TKP-SİP'in genç bir kuşağa kefen giydirmekten başka bir anlamı yok. Sovyetler Birliği bürokrasisinin papağanlığını yapan TKP liderliği 1989'da Stalinizmin çöküşü sonrasında kendini fesh etmişti. TKP'nin SSCB'nin yıkılışı ile birlikte yaşama veda etmesi doğal bir gelişmeydi. Ancak SİP'in fırsatçı bir tutumla Türkiye'deki eski sosyalistleri partiye davet etmek üzere TKP'ye sahip çıkması genç bir kuşağın üzerine ölü toprağı örtmekten başka anlama gelmiyor. SİP o kadar fırsatçı ki sadece TKP'ye değil Denizlere de sahip çıkıyor. Oysa Denizler SİP'in bugün "devamcısı olduğunu" idda ettiği TKP ve TİP geleneğini reddederek THKO, THKP, TİKKO gibi örgütler kurmuşlardı. ÖDP: Ortayol yok ÖDP'yi oluşturan gruplar 1989 sonrası yaşanılan fikirsel krizin çaresini örgütsel birlikte görmüşlerdi. 1996'da kuruluşu sonrası sosyal demokrasiden sola kayanları da çevresine toplamayı başaran birliği korumak ve kitleselleşebilmek amacıyla fikirlerini yumuşattı. Devrimci politikalarla reformist politikalar arasında sallanıp duran ÖDP derinleşen ekonomik ve politik kriz karşısında net tutum alamayınca felç oldu. Başlangıcından itibaren ölü fikirler etrafında kurulan bu örgütsel birlik, sonunda mezarda bir birliğe dönüştü ve iç çatışmaların şiddeti ÖDP içindeki sosyalist kadrolar için bir cehennem azabına dönüşerek geçen ay örgütsel ayrılıklarla sonuçlandı. İP: Sağa kayış İşçi partisinin yayın organı Aydınlık'ın geçen iki sayısının kapağına bakmak sosyalist solun Türkiye'de en çok tanınan yüzü Doğu Perinçek'in sağın hegomanyası altında nasıl sağa kaydığını açıkça gösteriyor. Önce Kürt hareketini devlete karşı desteklemekten vazgeçen Perinçek, şimdi mazlum diye gördüğü Genel Kurmay Başkanı Kıvrıkoğlu'nu ABD'ye karşı savunuyor, geçen hafta DİSK ve KESK'in Avrupa Birliği'nden aldığı parayı manşete çıkararak sendikal harekete cepheden saldırıyordu. "Dolar yasaklansın!" kampanyasıyla son dönemde sağ seçmen arasında popülerleşen İşçi Partisi, solun fikirsel krizini sağcılaşarak, patronların ve generallerin yalakalığını yaparak aşmaya çalışıyor. EMEP: Stalinizmin esiri 1980 öncesinin kadrolarıyla yeniden toparlanan ancak genç kuşağı örgütlemekte başarısız kalan EMEP sendikal hareket içinde azımsanamayacak militana sahip. İşçi sınıfı içinde örgütlenmeyi hedefleyen EMEP, işçi hareketinin sıkıştığı Kürt sorunu, faşist hareketin, MHP'nin yükselişi, toplumun laik-dinci bölünmesi ve ABD'nin Afganistan'a karşı yürüttüğü savaş karşısında ideolojik, politik ve örgütsel bir cephe açacak fikirlere sahip değil. Bunun temel nedeni, stalinizmin sonuçları olan halkçılık, vatanseverlik, ikamecilik, sekterliğin EMEP'in örgütsel ve politik pratiğine yansımaları. Bu nedenle EMEP de solda yaşanılan krizin bir parçası. Halkçı sol-DHKC: İzolasyon 1989'da solla birlikte varoşlardan yükselen halkçı hareket 1990'ların ikinci yarısından itibaren sağın hegemonyası altında ezildi. Her an bir sosyal patlama bekleyen popülist solcular devletin saldırganlığı karşısında maceracılığa sürüklenerek, toplumdan izole oldular. F tipi hücrelerde ölüme terk edilen popülist sol kadrolar toplumdaki sağa kayışa karşı duracak fikirleri ve kitlesel hareketi inşa etmekten ziyade erken ölümle sonuçlanan kahramanlık stratejisini tercih etderek bu izolasyonu derinleştiriyorlar.

Vatanseverlik
IMF patentli yoksullaştırma politikalarına soldan verilen yanıt genellikle ulusalcılığa sıkışmış durumda. Küresel düzeyde sermayenin yarattığı baskılara karşı "ulusal çıkarlar" ve "ulus devlet" savunusu, "vatanı sattırmayız" söylemi emek-sermaye ekseninden uzaklaşılmasına neden olmakta. Ulusal çözüm önerenler ister istemez en başa "ulusal çıkarları" koyuyorlar. "Ulus" ise sınıflar ayrımının üzerini örterek işverenle işçinin ortak çıkarları olduğu fikrini besliyor. Patronların ağzından sık sık duyduğumuz "hepimiz aynı gemideyiz" söylemi böylece ulusalcı sol tarafından kabulleniliyor. Büyük kitleler, üretimin bu denli uluslararasılaştığı kapitalizmde sermaye birikimi göreli olarak az olan Türkiye gibi ülkeler için "ulusal" çözümün daha fazla yoksullaşma anlamına geleceğini en azından hissediyor. Ayrıca vatan-millet söyleminin ustaları esas olarak sağ politikacılar. Bu söylemin en radikal hali ise faşist partilerin örgütlenme aracı. Ulusal çıkarları kendine iş edinen sol, kendisini bir anda Telekom'un satışına taş koyan ya da Derviş'in ABD'den getirtildiğine vurgu yapan MHP'li bakanlarla aynı tarafta buluyor. Oysa Telekom'un satışına Telekom işçileri ve üretilen hizmeti satın alacak diğer işçilerin çıkarları açısından bakarak karşı çıkılması halinde sorun yabancı patronlara mı yoksa yerli sermayedarlara mı satıldığı olmaktan çıkıyor. Aynı yaklaşım, uluslararası düzeyde yeni bir sol kuşağın kendisini ifade ettiği Küresel Direniş hareketine de uzun bir süre şüpheyle bakılıp uzak durulmasına neden oldu.

Milliyetçilik
Körfez Savaşı ve Kürt sorunu üzerinden yükseltilen milliyetçi dalga öncelikle SHP'yi ve sendikaları etkiledi. 1980'lerin sonlarında Kürt sorununun siyasi çözümünden, ana dilde eğitimden bahseden sendikalar (o dönem henüz inşa aşamasında olan KESK'i hariç tutarsak) milliyetçi havanın etkisiyle "vatanın bölünmez bütünlüğü" söylemine geçtiler. SHP'nin daha solunda duran sosyalist sol ne yazık ki yükselen milliyetçi dalgaya ya teslim oldu ya da sekterleşti. Devlete ve Kürt hareketine "eşit uzaklıkta durma" eğilimi teslimiyetin ilk adımı oldu. Sosyalist solun bir kısmındaki bu politika nedeniyle, Kürt hareketini "emperyalizmin" oyunu olarak görüp devleti korumak gerektiği, "MHP ile Kürt hareketinin aynı" olduğu söylemleri kendisini sosyalist olarak tanımlayanlar arasında bile yerleşmeye başladı. Sosyalist solun bir kesimi ise Kürt hareketini koşulsuz desteklemenin de ötesine geçip onun kuyruğuna takıldı. Kürt hareketinin Batı'da "gerilla toplama örgütü" gibi çalışması perspektifi eleştirilmeden kabul edildi, hatta takdir edildi. Oysa Kürt sorununun çözümü için Batı'da yapılması gereken en önemli şey milliyetçiliğe karşı tartışmak ve bir "barış cephesi" inşa etmekti. Ne yazık ki bu politika gerillanın kuyruğuna takılan sosyalist sol tarafından küçümsendi. KESK liderliği ise işyerlerinde milliyetçi fikirlerden etkilenen kesimleri kazanma mücadelesinde başarılı olamadı. Kamu-Sen ve devlet tarafından yapılan "bunlar bölücü" suçlaması karşısında açıkça tutum alıp tartışmak yerine "kitleselleşebilmek amacıyla" sağa doğru kaymayı tercih ettiler. Sonuçta Kürt hareketinin Türkiye solu ve işçi sınıfına güveni neredeyse sıfıra indi.

Laik Cephecilik
1990'ların başında belediyelerin büyük kısmını elinde tutan sosyal demokrasi erirken İslami hareket hızla yükseldi. Bu yükseliş kendisini 1994 yerel ve 1995 genel seçimlerinde açıkça ifade etti. RP liderliğindeki koalisyon hükümeti İslami hareketin güvenini artırdı, örgütlenmesini hızlandırdı. Ne var ki Türkiye egemen sınıfı İslami hareketin bu yükselişinden rahatsız oldu ve ordu 28 Şubat Muhtırası ile müdahale etti. Bu muhtıra öncesinde yükselen "temiz toplum" mücadelesi de yerini hızla "şeriata karşı mücadeleye" bıraktı. İşçi sınıfının en geniş örgütleri olan sendikalar, sosyal demokrasi ve hatta kendisini sosyalist olarak tanımlayan siyasi partiler bile "emekçinin ve ezilenin" sesi olma ana eksenini bir kenara bırakarak generallerin kuyruğuna takıldılar. Ya Türk-İş, DİSK, CHP, İP gibi açıkça orduyu desteklediler ya da KESK, ÖDP, SİP gibi "ne şeriat ne darbe" diyerek bu çatışmada "tarafsız" kalmaya çalıştılar. Bu tutum nedeniyle "solcu" işçiler "laik" işverenle birlikte "şeriatçı" işçilere karşı ittifakın parçası oldular. Bir çok işyerinde yaşanan bu sorun solun hayat damarı olan emek ekseninin kaybedilmesine, en azından bulanıklaşmasına neden oldu. Bu ittifak kendisini işçi ve işveren örgütlerinin "şeriat tehlikesine karşı" bir araya geldiği "sivil inisiyatif" adıyla en yüksek düzeyde ifade etti.

Antikapitalist; Sayı 12; Aralık 2001

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön