Güncelleme:
07.02.2007
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


1911-14: Savaş, Darbe ve Baskı

Bu yazı Cem Uzun'un Kemalizm Sol Değil kitabından bir bölümdür.

Savaş ve savaşın gelişmekte olan burjuva düzenine yaptığı etkiler, 1911-14 dönemine damgasını vurdu. Rejim bu dönemde milliyetçi politikalar eşliğinde otoriterleşti.

İtalya’nın 1911 sonbaharında Libya’yı işgali Osmanlı’da yeni bir hükümet krizi doğurdu. Hükümet istifa etti. Yeni kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi (Entente Liberal) yapılan ara seçimde mecliste bir koltuk kazandı. İttihat ve Terakki, 1912 Baharı için seçim çağrısında bulundu. İttihat ve Terakki’nin istediği sonucu almak için kullandığı baskının düzeyi nedeniyle 1912 seçimi tarihe ‘Sopalı Seçim’ olarak geçti.

Abraam Benaroya (O dönem Osmanlı işçi sınıfının önemli liderlerinden), Selanik’teki seçim atmosferini şöyle anlatıyor:

Özgürlükçü Jön Türkler tiranlaştı, diktatörleştiler. Selanik’te, Federasyon, Türklerin muhalefet partisi Hürriyet ve İtilaf ve farklı ulusların örgütlerinden oluşan ortak bir cephe kuruldu. İttihat ve Terakki ise boş durmadı. Her sosyalist örgütlenme ile kanlı çatışmalara gittiler. Onlarca kişi (Türkler ve Museviler) Trakya bölgelerine polis eşliğinde sürgüne gönderildi. Farklı ulusal gruplara karşı baskı yapıldı. Bütün bunlar muhalefet bloğunu terörize etmek ve güvensizleştirmek üzere yapıldı.

Bütün terörizasyona rağmen muhalefet bloğu ön seçimleri kazandı. Seçilenler arasında sosyalistler de bulunuyordu. Ön seçimi kazananlar vekilleri seçecekti. İttihat ve Terakki ise bu seçim sonucunu değiştirmenin bir yolunu buldu; ön seçimi kazananlar başka kentlere sürüldü; Benaroya İstanbul’a, Gionas, Levi ve Amon İskeçe’ye. Arditti saklanmaya zorlandı. Federasyon’a karşı saldırılar planlanıyordu. Ancak üyeler, özellikle de Bulgarlar silahlanarak Federasyon binasını gece gündüz koruma altına aldılar. İttihat ve Terakki komitesine de anayasal hakları çiğnendiği taktirde direneceklerini bildirdiler. Saldırılar önlenebildi; ama seçimler kaybedildi. Jön Türkler beklendiği gibi kazandılar.

1908’de Selanik ve çevresinden seçilen 12 vekilin 2’si (Selanik’ten Vlachoff, Serez’den Datcheff) sosyalisti. Aradan geçen zaman içinde sosyalist hareket büyümesine rağmen 1912 seçiminde hiçbir sosyalist meclise giremedi.

Seçimlerden kısa bir süre sonra, Mayıs 1912’de muhalefet bloğunun parçası olan bir grup ‘kurtarıcı subay’, İttihat ve Terakki hükümetini düşürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nun neredeyse bütün Avrupa bölgelerini kaybettiği 1912 Balkan Savaşı boyunca, yaşlılar heyetinden oluşan bir hükümet iş başındaydı. Edirne’nin de Bulgaristan tarafından fethedileceği belli olunca, İttihat ve Terakki 1913 Bab-ı Ali Darbesi’ni yaptı. Enver, Cemal ve Talat’tan oluşan üçlü, 1918’e kadar iktidarı elinde tuttu.

Artık bir İttihat ve Terakki diktatörlüğü söz konusuydu. Enver’in yönetimindeki gönüllü bir gruptan oluşan Teşkilat-ı Mahsusa Selanik’te işçilerle çatışan bir örgüttü. Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ‘vurucu gücü’ne dönüştü. Ermeni ve Rumların mülklerine el koyanlar üzerinden yükselen bu özel güç, 1915’te Ermenilerin kaderinin çizilmesinde rol oynayacaktı. Daha sonra ise Britanya destekli Yunanistan işgaline karşı direnişin başlangıcında yer alacaktı.
Osmanlı, 150 bin kilometrekare toprak ve 4 milyon insan kaybetmişti. Sanayi ve kültür açısından en gelişmiş bölgeler artık yoktu; Selanik, Kavala ve İskeçe, fabrikaları ve militan işçileriyle birlikte artık sınırın öbür tarafındaydı. Selanik, İttihat ve Terakki’nin kalesiydi. Ordu subaylarının İstanbul’da, işçilerin ve demokrasi için mücadele eden diğer güçlerin Selanik’te kalması Türkiye’deki insan hakları ve demokrasinin geleceği açısından son derece talihsiz bir gelişme oldu.

İttihat ve Terakki, Dünya Savaşı’na Katılıyor

İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı’nın başında yaptığı manevralar, Osmanlı olmaktan çıkan ve giderek Türkleşen egemen sınıfın ekonomik bağımsızlık kazanma kararlılığını gösteriyordu. Ancak bu bağımsızlık büyük güçlerden birisi ile askeri bir ittifaktan geçiyordu. Türkiye’nin sınırlı üretim kapasitesiyle askeri rekabeti sürdürmesinin ve ekonomik bağımsızlık için gerekli düzeye ulaşmasının hiçbir yolu yoktu. İttihat ve Terakki, kapitülasyonlara son vermek ve demiryolu ağını yabancı sermayenin eline bırakmadan geliştirmek istiyordu. Ama demiryolları yabancı teknolojiye bağımlıydı.

Ekonomik bağımsızlık kazanmak için büyük bir güce bel bağlamak çelişki gibi görünebilir. Ancak bu çelişki, kapitalist gerçekliğin ta kendisidir. Emperyalist güçler tarafından bölüşülmüş bir dünyada zayıf bir egemen sınıf, emperyalist hiyerarşi içinde kendine bir yer açarak göreceli bir bağımsızlık elde edebilir. En güçlü ülkeler bile başka ülkelerle ilişkilerine bir ölçüde bağlıdır ve ittifak kurmak zorundadır.

İttihat ve Terakki ile kendinden önceki mutlakıyet arasında bir fark vardı. Monarşik düzen, yabancı sermayeye mutlakıyetin desteklenmesi karşılığında istediği her şeyi veriyordu. Burjuvazinin çıkarlarını temsil eden İttihat ve Terakki iktidarı ise bir ölçüde ekonomik bağımsızlık ve kalkınmayı sağlamak için mücadele ediyordu.

İttihat ve Terakki, İtalya’nın Osmanlı’ya saldırdığı 1911 sonrasında büyük güçlerden birisiyle ittifak arayışına girmişti. Maliye Bakanı Cavit, Britanya’ya kalıcı bir ittifak önermişti, fakat reddedildi. İttihat ve Terakki, Mayıs-Temmuz 1914 arasında bir ittifak kurmak için gizlice Fransa, Rusya ve Almanya’yla ilişkiye geçti. Savunma Bakanı Enver Paşa, Alman Büyükelçi Hans von Waggenheim’a, yapılan reformların başarıya ulaşabilmesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘dışardan bir saldırıya karşı korunması’na bağlı olduğunu anlattı.

İttihat ve Terakki’nin bütün ittifak arayışları sonuçsuz kaldı. Bu durumun nasıl değiştiği kesin olarak bilinmemekle birlikte Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında 1 Ağustos’ta gizli bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın dördüncü maddesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü garanti ediyordu. ‘Almanya, Osmanlı toprakları tehdit altında kalırsa, gerekirse Osmanlı topraklarını silahla savunacaktır’ Enver Paşa, Alman Büyükelçi ve İstanbul’daki Ateşe Otto Liman Von Sanders ile gizli görüşmeler yürütüyordu.

Enver’in Osmanlı ile Almanlar arasında ittifak kurulmasını sağlamak için bir dizi yalana ve hileye başvurduğu düşünülmektedir. Enver, Britanyalıların Padişah Osman I ve Reşadiye adındaki dünyanın en modern iki büyük savaş gemisine el koymak üzere olduğunu biliyordu. Gemiler Britanya tersanelerinde Osmanlı Donanması’na teslim edilmek üzere hemen hemen tamamlanmıştı. Enver, artık bu gemileri alamayacağını bile bile, ittifak karşılığında gemileri Almanya’ya önerdi. Enver’in Britanya tersanelerindeki gemileri Almanya’ya vermeyi teklif ettiği, Fromkin’in iddiasıdır.

Enver, ittifakın imzalanmasından sonra Almanya’nın Akdeniz filosundan iki gemi istedi. Enver’in, Padişah Osman I ve Reşadiye’nin doğrudan Almanya’nın Baltık’taki filosuna katılacağına söz verdiği sanılmaktadır. Gemiler yola çıktığında (Britanya savaş gemileri takipteydi), Enver’in hükümete danışmadığı ortaya çıktı. Alman gemilerinin varışı Osmanlı’nın tarafsızlığına son verecekti. Osmanlı hükümeti gemilerin İstanbul’a girmemesi talebinde bulundu. Alman Amiral Wilhem Souchon geri dönmesi için verilen muğlak bir emri görmezden geldi. Savaşın mantığı işlemeye başlamıştı. Alman gemileri, Osmanlı İmparatorluğu tarafından kontrol edilen Çanakkale Boğazı’na dayanmıştı. Gemiler, takipteki Britanya gemileriyle Çanakkale Boğazı arasında sıkıştılar. Hükümet, Alman gemilerine Çanakkale Boğazı’ndan geçiş izni verme karşılığında Almanya’ya 6 koşul koydu. Bunların arasında kapitülasyonların sonu ve Almanya savaşı kazanırsa elde edilen ‘ganimet’ten pay almak bulunuyordu. Almanya kabul etmek zorunda kaldı.

Anlaşma gizli yapıldığı için ve Türkiye’nin sözde tarafsızlığı nedeniyle Alman savaş gemilerinin Türkiye sınırlarından çıkarılması gerekiyordu. Bu sorunu çözmek için İttihat ve Terakki, Alman hükümetine iki gemiyi satın alıyormuş gibi yaparak gemilere Türk bayrağı çekmeyi teklif etti. Almanya reddetti. İttihat ve Terakki hükümeti bunun üzerine (sahte) bir kamuoyu açıklaması yaparak Almanya’dan 80 milyon mark karşılığında iki gemi satın aldığını duyurdu. Hükümetin, Britanya’nın iki gemiye el koymasına karşı yaptığı kampanyayla oluşan kamuoyu tepkisi, Almanya’dan iki geminin satın alındığı açıklamasıyla kutlamalara dönüştü. 1 Ağustos’ta Alman Büyükelçi, bu ‘satış senaryosu’nu kabul etmek durumunda olduklarını kendi hükümetine bildirdi. Gemileri kullanacak düzeyde yetiştirilmiş mürettebat olmadığı için Amiral Souchon ve tayfası Osmanlı üniforması giyip fes takarak Osmanlı Donanması’na katıldılar.

Bu noktaya kadar, olay İttihat ve Terakki hükümetinin durumu kendi lehine maniple etmesi olarak algılanabilir. Yalan ve sahtekarlık Marks’ın ‘düşman kardeşler’ diye tanımladığı egemen sınıflar arasındaki uluslararası ilişkilerin normal birer parçasıdır.

Egemen sınıflar savaşa doğru adım atınca, askeri çatışmanın gerekleri ve mantığı bütün katılımcıları öngöremedikleri pozisyonlara sürükledi. Savaşın kendine özgü yıkıcı ve delice bir mantığı vardır. Türkiye egemen sınıfı, haklı olarak korktuğu bir savaşa dahil olmadan ulusal bir başarı elde etmişti; ancak savaşın mantığından kaçamayacaktı.
Hükümet savaş konusunda bölündü. Enver, Talat, Halil ve Cemal’den oluşan savaş taraftarı hizip, Alman hükümetini Türkiye’nin savaşa katılımı için 2 milyon altın lira göndermeye ikna etti. Altın ellerine ulaştığında Talat ve Halil fikir değiştirerek Osmanlı Hükümeti’nin altını elinde tutmasını, ama savaşta tarafsız kalmasını önerdiler.

Osmanlı İmparatorluğu yine de bilinçsizce savaşa itildi. Enver ve Cemal, Amiral Souchon’a ‘yelken aç’ emri verdi. Souchon emirleri aşarak gidip Rus sahillerini topa tuttu. Artık Rusya ve ardından Britanya’nın Osmanlı’ya savaş ilan etmeleri kaçınılmazdı. Çanakkale Boğazı Eylül ayı sonunda mayınlanmıştı. Rusya’nın tahıl ihracatı ve silah ithalatı yapabileceği, yıl boyunca açık tek deniz yolu böylece kapanmıştı.

Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na destek veren yüz yıllık politikasının geçersizleştiği bu üç aylık dönem, hem İttihat ve Terakki’nin göreceli bağımsızlığını, hem de nihai olarak büyük güçlere bağımlılığını sergilemektedir. Uluslararası emperyalist rekabette daha küçük bir güç olan Osmanlı, büyük güçleri birbirine karşı kullanabilecek kadar özgürlüğe sahipti; ancak hedefi hâlâ büyük bir güç ile ittifaktı. Hükümet, diğer kapitalist güçler gibi savaşa doğru gidişi kontrol edebilecek durumda değildi.

Britanya da Türkiye ile savaşa sürüklenmişti. Britanya yönetici sınıfı bu konuda bölünmüştü. Lloyd George, Churchill’i Osmanlı savaş gemilerine el koyarak savaşı kışkırtmakla suçladı. Ama ilan edilmesiyle birlikte savaşın mantığı işlemeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu düşman haline geldiyse, Osmanlı toprakları, Britanya tarafında savaşa girmeleri karşılığında Balkan devletlerine ve İtalya’ya önerilebilirdi. İtilaf devletleri (Britanya, Fransa, Rusya) savaşı kazanırlarsa, Osmanlı İmparatorluğunu aralarında bölüşeceklerdi.

Savaş

İttihat ve Terakki, savaşa Almanya ve ittifakları tarafında katılmaya karar vermişti. İnsani düzeyde savaş mantık dışı bir katliamdır. Ancak bu karar, Türkiye’yi bağımsız, kapitalist bir devlete dönüştürmeye çalışan bir egemen sınıf için, bir kumar olmakla birlikte mantık dışı bir adım değildi. Bu adım, sıkça bir facia olarak değerlendirilmektedir. Bunun nedeni, Cumhuriyeti kuran Kemalist kadroların, bu olayı İttihat ve Terakki üyelerinin itibarını düşürmek için kullanmak istemeleriydi. Sadece, bugünden geriye bakınca İttihat ve Terakki’nin Türkiye egemen sınıfının temsilcisi olarak yanlış bir karar verdiği söylenebilir, çünkü bugün İttifak Devletleri’nin savaşı kaybettiklerini biliyoruz.

Türkiye savaş sırasında askeri olarak çok başarılıydı. Gelibolu’daki çarpışma Britanya için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
Britanya ikinci bir yenilgi daha alacaktı. 1. Dünya Savaşı’nda donanmanın gücü büyük bir öneme sahipti ve Britanya savaş gemileri kömür yerine petrol kullanmak üzere modernize edilmişti. Dolayısıyla petrol, Britanya’nın savaştaki başarısında önemli bir role sahipti. Britanya Fırat nehri üzerinde İran petrollerine ulaşım için Osmanlı’yla savaştı. O dönemde ABD dışındaki en büyük petrol kaynakları İran’daydı. Şabdülarab Rafinerisi, Fırat’ın ağzında bulunuyordu. Irak ve Suudi Arabistan petrolleri henüz keşfedilmemişti. Britanya, 33 bin askeriyle birlikte bu çatışmayı kaybetti. Geri kalmış Türkiye, dünyanın en büyük gücü Britanya’ya sadece bir değil, iki askeri yenilgi yaşattı.

Sosyal ve Ekonomik Değişim

Rejimin daha milliyetçi olmasıyla birlikte özellikle ‘Türk’ kapitalizmini geliştirme çabası artıyordu. Bunun anlamı, yabancı sermaye ile birlikte Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarının sermayesini de yok etmekti. Ekim 1913’te İttihat ve Terakki Fırkası Kongresi’nde yeni bir program oluşturuldu. Programın ikinci maddesi şöyleydi:
İttihat ve Terakki Fırkası, milli iktisat siyasetinin bağımsızlığını zorlaştıran ve yabancılarla ilgili mali ve iktisadi imtiyaz ve ayrıcalıkları (istisnaları) kaldırmaya çalışacağı gibi tüm kapitülasyonların da kaldırılması nedenlerini tamamlanmayı en kutsal amaç sayar.

Kongre programı ilk kez ‘vatan’ ve ‘milli iktisat’ terimlerini kullanıyordu. Kongrede, Ziraat Bankası’nın ıslah edilerek, tarıma kredi sağlanması kararı aldı. Sanayinin teşviki için yeni yasaların çıkarılması üzerinde duruldu. Vergi reformu ve ticaret odasının güçlendirilmesi, alınan diğer kararlar arasında bulunuyordu. Teşvik-i Sınai Kanunu (Sanayiyi Teşvik Yasası), 14 Aralık 1913’te kabul edildi. Yasa, hükümet alımlarında Türk mamullerinin tercih edilmesini öngörüyordu. Fabrika kurulması için ücretsiz kamu arazisi verilmesi, vergi ve gümrük muafiyetlerinin sağlanması ile birlikte karayolları ve demiryolları için gerekli toprakların elde edilmesinde kolaylıklar sağlanması yasanın dahilindeydi. Sanayinin durumunu ortaya koymak için hükümet tarafından ilk kez 1913 ve 1915’te sanayi sayımı yapıldı.
Bu önlemler kağıt üzerinde kalmadı. 1909-18 arasında İstanbul’da 15 banka (sadece 5’i yabancı sermaye katılımlıydı) ve taşrada 11 yerel banka kuruldu. Bu bankalardan birisi yarı-resmi İtibar-i Milli Bankası idi. 8 ortaktan birisi hazineydi, diğer ortaklar da Osmanlı vatandaşıydı.

Bankacılık reformunun etkisi çok çarpıcı oldu: 1908 Devrimi’yle birlikte, özellikle 1913 ertesinde Müslüman esnaf-tüccar-çiftçi, yabancılardan ve gayrimüslimlerden bağımsız olarak, kendi kredi kurumlarını kurdu; İttihatçıların uygulamaya soktukları ‘milli iktisat’ politikasının belkemiğini oluşturacak olan sermaye birikimini sağladı. Bu dönemde taşrada kurulan ‘milli’ bankalar, Anadolu’da doğmakta olan ‘orta sınıf’ın İttihat ve Terakki ile olan organik bağının somut kanıtlarını oluşturdular. İttihat ve Terakki Cemiyeti ‘milli’ bankalara ön ayak olmuş, üyelerini bankacılığa özendirmiş, kuruluşları sırasında gerek maddi, gerek manevi her türlü kolaylığı sağlayarak Osmanlı para piyasası ve kredi aygıtını ‘millileştirme’yi amaçlamıştı. Özellikle pazar ekonomisine açılmış Batı Anadolu’da etkinleşen ‘milli’ bankacılık faaliyetleri, piyasa için üretimde bulunan Osmanlı üreticisine kredi olanakları sağladı.

Sokak aydınlatma sisteminin elektrifikasyonu, İstanbul’da toplu taşımacılık, sokakların isimlendirilmesi, evlerin numaralandırılması, yurtiçi pasaport uygulamasının kaldırılması gibi diğer reformların hepsi kapitalist gelişimin önünü açmak için tasarlanmıştı.

İttihat ve Terakki, kapitalizmi geliştirmeyi hedefliyordu. Savaş ortamı İttihat ve Terakki’yi giderek daha radikal önlemler almaya itiyordu. Türk egemenleri büyük güçleri birbirine karşı kullanarak, bir düzeyde bağımsızlık elde etmenin koşullarını yaratıyordu.

İttihat ve Terakki hükümeti 8 Eylül 1914’te kapitülasyonlara tek taraflı olarak son verdi. Bunlar arasında Almanya’ya tanınan ayrıcalıklar da vardı. Almanya, Britanya, Fransa, Rusya ve Avusturya birbirleriyle savaşta olmalarına karşın, İstanbul’a ortak bir deklarasyonla cevap verdiler. Hükümetin, savaşta olduğu Britanya ve Fransa’yı dinlemesine gerek yoktu; Almanya ile de ittifak kurduğu için taviz verme zorunluluğu duymuyordu. Deklarasyon görmezden gelindi.
Ekim ayında bütün yabancı postaneler kapatıldı ve yabancılar Osmanlı hukukuna tabi kılındı. Daha da önemlisi hükümet, gümrük vergilerini belirleme hakkını da geri almıştı. Hükümet, kendi vergilerini ve gümrük vergilerini toplamaya başladı.
Daha önce Britanya-Fransa’nın Osmanlı Bankası aracılığıyla elinde tuttuğu para basma hakkı da hükümete geçmişti.
İttihat ve Terakki daha da ileri giderek Bağdat ve Aydın demiryollarının da arasında bulunduğu bir çok yabancı varlığını tazminat ödemeksizin devletleştirdi.

1916’da şeriat mahkemelerinin son yetkileri de ortadan kaldırıldı.

Savaşın başlamasıyla birlikte kapitülasyonları kaldıran, vergi gelirlerini Düyun-u Umumiye İdaresi’nin elinden alarak hükümetin kontrolüne veren İttihat ve Terakki uzun süredir istediği bu hedeflere ulaşmıştı. Kapitülasyonlara son verilmesi ve diğer gelişmeler ekonomik bağımsızlığa giden yolda önemli adımlardı ve Türkiye’de bağımsız bir kapitalizmin gelişmesi için gerekliydi.

Ermenilerin Tasfiyesi

Doğu cephesinde Rusya ile savaş sırasında, Türkiye tarihinin en karanlık dönemi yaşandı. Ermeniler, İttihat ve Terakki rejimini yaratan Anadolu’daki ayaklanmanın belkemiğini oluşturmuşlardı. Şimdi ise devasa bir etnik temizliğin kurbanı olacaklardı.

1894, 1895, 1896 ve 1906’da Ermenilere karşı katliamlar işlenmişti. Abdülhamit, Ermeni katliamlarıyla kendisine karşı gelişen öfkeyi saptırmaya çalışıyordu. 1909 Katliamı da 1908 Devrimi’ne karşı güçleri galeyana getirmek için yapılmıştı.
Ermenilere karşı saldırılar, eski rejime sadık olanlara mükafat olarak dağıtılan zenginliğin kaynağını da oluşturuyordu.

Ermenilerin toprakları eski düzenin ‘vurucu gücü’ olarak kullanılan Kürt toprak ağalarına dağıtıldı. 1912 seçim kampanyası sırasında İttihat ve Terakki, el konulan Ermeni topraklarının iade edilmesi ve Kürt işgalcilere tazminat verilmesi için 100.000 liralık bir kaynak oluşturdu. İttihat ve Terraki’nin Ermenilerden oy toplayabilmek için yaptığı bu plan, aynı zamanda Ermenilere daha önce yapılanların dramatik bir kanıtını oluşturuyor.

1915 başında Enver ve Talat, Ermenilerin Rusya’nın destek ve teşvikiyle ayaklandıklarını ve bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalıştıklarını iddia ettiler. Hükümet, Ermeni nüfusun bulunduğu yerden Suriye’deki Zor Çölü’ne sürülmesini kararlaştırdı. Savaş ortamında çok sayıda sivilin göçe zorlanması ile doğrudan öldürülmesi arasında çok küçük bir fark vardır. Bu kadar büyük bir nüfusun kış ortasında dağlar ve çöllerden geçirilmesinin kitlesel ölümlere yol açacağı kesindi. Askeri bir kumandan, yer değiştirmek istemeyen çok sayıda sivili, bir yerden bir yere götürme emri alırsa, kitleyi hareket ettirebilmek için bazılarını öldürme yöntemini rahatlıkla kullanabilir. Benzeri bir deneyim İsrail Devleti’nin Deir Yassin Katliamı ve Yugoslavya’nın parçalanması sırasında yaşandı. Yaşananlar hakkında kanıtlar kesin değildir. Ermenilerin başına gelenlerden sorumlu olduğu düşünülen Teşkilat-ı Mahsusa’nın kayıtları yok edildi. Uluslararası düzeyde tanınmış bir tarihçi, ‘İttihat ve Terakki tarafından başlatılan ve merkezi bir şekilde kontrol edilen bir imha politikasının olduğu’ sonucuna varmıştır. Britanya’nın bu döneme ait kayıtları, savaş dönemi propagandası olarak nitelendirilebilir; ama raporların çoğu yayımlanmak üzere hazırlanmamıştı. Türkiye’nin müttefiki Almanya’nın kayıtları konusunda ise bir çarpıtma suçlamasında bulunulamaz. Ermeni bölgelerinde görevli Alman subaylarının raporlarına göre, sürgünden önce bir isyan söz konusu değildi.
Ermeni mülkleri yine önemli bir rol oynadı. 30 Mayıs’ta Müslümanların ‘terk edilen’ Ermeni mülklerine el koymalarına resmi olarak izin verildi. Bunun pratikteki anlamı, kentlerdeki mülklere Türk ve Kürtler, kırdakilere ise Kürtler tarafından el koyulmasıydı.

Haziran’da Alman Büyükelçi Wagenheim, Berlin’e çektiği telgrafta, Talat’ın kendisine sürgünün ‘sadece askeri’ kaygılarla yapılmadığını itiraf ettiğini bildiriyordu! Wagenheim Temmuz’da çektiği bir telgrafta da, Türk hükümetinin ‘İmparatorluktaki Ermeni ırkını imha etmeye çalıştığını’ söylüyordu. Alman hükümeti herhangi bir müdahalede bulunmadı. Ama Ekim’de Alman hükümeti, Osmanlı hükümetinin bir deklarasyon yayımlayarak, Alman hükümetini her türlü sorumluluktan muaf tutmasını ve Almanya’nın Ermenileri kurtarmaya çalıştığını (asılsız) açıklamasını istedi! Osmanlı hükümeti böyle bir açıklamada bulunmadı.

İki yüzlü davranan sadece Almanlar değildi. Britanya, Ermenilerin başına gelenleri savaş propagandası olarak kullandı. İttihat ve Terakki Üçlüsü’nün üyesi olan ve artık Şam’da bulunan Cemal, Doktor Zavriev adındaki Taşnak’ı, Rusya’ya elçi olarak göndererek İtilaf devletlerine Ermenileri kurtarmaları teklifinde bulundu. Cemal, kendisinin padişahı olacağı, Mezopotamya ve Suriye ile özerk Kürt ve Ermeni bölgelerinin dahil olduğu, İstanbul ve Çanakkale’nin Rusya’ya verildiği, hayatta kalan Ermenilerin kurtarıldığı, asyatik bir Türk devleti için İtilaf devletleriyle anlaşmaya hazırdı. Rusya bu teklife sıcak yaklaşıyordu. Ortadoğu’yu paylaşmak isteyen Britanya ve Fransa ise teklifi reddetti. Kendilerinin göz koydukları toprakları Cemal’in planladığı asyatik Türk devletine bırakmaktansa, Ermenileri kaderlerine terk etmeyi tercih ettiler.
Kaç Ermeninin öldüğü, kaçının sürüldüğü sonu gelmez tartışmaların konusu. Türkiye’nin resmi tarihçileri tarafından kabul edilen 300 bin ölü bile dehşet vericidir. Kaç Ermeninin öldüğü yada Ermenilerin ‘tehcir’den (sürgün) önce isyan edip etmedikleri konusundaki gerçeğin ne olduğu tartışmalıdır. Ancak Anadolu’da yaşayan Ermeni nüfusun büyük bir bölümünün yok edildiği bir gerçektir! Bir veya iki milyon insan söz konusu olabilir. Gerçek rakam, herhalde ikisinin arasındaydı. Eskiden Anadolu’da yaşayan bu nüfus artık yok. Anadolu’da kalan halklar da, Ermenilerin yaşadığı bu korkunç trajediden nasiplerini farklı bir şekilde alacaklardı! Bu bir trajedidir. Anadolu’daki Ermeniler, 1908 Demokratik Devrimi’nin belkemiğini oluşturuyordu. Birçok şeyin yanı sıra Anadolu’nun doktor ve eczacılık hizmetlerinin önemli bir kısmı, Ermeniler tarafından sağlanıyordu. Ermeniler arasında okuma-yazma oranı çok yüksekken, 1908’de meclise seçilen Anadolu toprak ağalarının % 80’inin okuma-yazması yoktu. Ermeniler, Anadolu kültürünün önemli bir parçasıydı.

Ermeniler ‘tehcir’den önce isyan etmiş olsalar bile; yaşanan katliam ve demokratik geleneklerin yok edilmesinin yarattığı trajedi haklı çıkarılamaz. Ermeniler çok sayıda katliamın kurbanı olmuşlardı. Hükümet, Ermenilere haklarına saygı duyulacağı güveni veremezdi. Dolayısıyla Ermeniler bağımsızlık için isyan etmiş olabilirler. Balkanlar’da olduğu gibi geniş çaplı katliamları ve etnik temizliği önlemenin tek yolu, bütün ulusların haklarının güvence altına alındığı bir federasyondur. Herhangi başka bir yol katliamlara ve bütün tarafların kaybetmesine yol açar.

İkinci bir trajedi ise Ermenilere karşı saldırılarda, Kürt aşiretlerinin kullanılmasıydı. Türk milliyetçiliğine verdikleri bu hizmet, Kürtlere zarardan başka bir şey getirmedi. Etnik temizlik mantığı işlemeye başladığında, hiç kimse güvende değildir. Rusya’nın işgal edebileceği bölgelerde Ermeniler temizleniyorsa, Kürtler için de benzeri bir kader hazırlanıyor demektir. İki yıl içinde Ruslar, Doğu Anadolu’nun içlerine kadar ilerlerken, Kürtler Şubat-Temmuz 1917’de bir başka ‘tehcir’ ile karşı karşıya kaldılar. Zorla sürülen 700 bin Kürdün ciddi bir kısmının öldüğü düşünülmektedir.

Bütün bunlar Türkler ve Kürtlerin milliyetçi içgüdülerinin sonucu değildi. Tam tersine 1908 öncesinde, Kürtler ve Ermeniler arasında, bazı Kürt toprak ağalarının Ermeni topraklarını işgal etmelerine rağmen, işbirliği söz konusuydu. 1909 Sonbaharı’nda, Şamdinan’da gerçekleştirilen ortak bir Kürt-Ermeni kongresinde Encümen Başkanı Şeyh Abd el Kadir şunları söyledi:

Bizler, Ermenilerle kardeş gibi yaşamalıyız. Onlara topraklarını geri vermeliyiz. Osmanlı vatandaşları arasında anlayış ve işbirliğini güçlendirmek için çalışmalıyız.

Söylenenler, hükümetin resmi politikalarına karşı olmamasına rağmen, Şeyh İstanbul’a döndüğünde tutuklandı. Britanyalı Lord Percy bunun nedenini, 1890’larda bölgeye yaptığı üç ziyaretten edindiği deneyimlere dayanarak şöyle açıklıyor:
Hükümet Kürtlerden veya Hıristiyanlardan tek başına korkmazken, ortak savunma amacıyla iki ırkın bir anlaşma zemini oluşturma olasılığına kaygıyla yaklaşmaktadır.

İttihat ve Terakki hükümetinin özellikle Türk milliyetçisi kanadı Kürt-Ermeni birliğinden Abdülhamit’ten korktuğu kadar korkuyordu. Percy, Abdülhamit’e karşı böyle bir birliğin sağlanmakta olduğunu gözlemlemişti. İttihat ve Terraki’ye bağlılığını ifade eden Said-i Nursi, 1910’da Diyarbakır’dan geçerken şunları söylemişti:

‘Kürdistan, Kürt ve Ermenilere aittir; Türklere değil’

Macar Bela Horvath 1913’te trajediden sadece 15 ay önce Anadolu’yu gezdi ve Türkler, Rumlar ve Ermeniler arasındaki barışçıl ilişkiyi gözlemledi. Rum ve Ermeni nüfusun yaşadığı Niğde’de bir Türkün sözlerini şöyle aktardı:

"Biz Türkler ve Hıristiyanlar birlikte kardaş gibi yaşarız"

Sürgünler başladığında bile sıradan Türk ve Kürtler ve hatta Türk resmi devlet görevlileri, Ermenileri korumaya çalıştı. Çok sayıda Ermeni çocuk, Türk ve Kürt ailelerinin himayesine alınarak sürgünden kurtarıldı. ‘kardaşlık’ o kadar kolay silinemezdi!

Milliyetçilik zehiri, kardeşliği yok ederek farklı unsurları ihtiva eden toplumsal dokuyu parçaladı ve ‘ölüm kadar sessiz’ bir Anadolu yarattı.

1909-18 Bilançosu

Türkiye, modern, bağımsız bir kapitalist devlet yaratma konusunda yol aldı. Gidişat, bir Osmanlı devletinden çok bir Türk devletine doğruydu. Devletin bir Türk burjuvazisi geliştirmeyi teşvik ederken, Türk olmayan kapitalistleri ve bütün olarak Türk olmayan nüfusu mülksüzleştirmesinin anlamı Türk olmayanlar için zulümdü.

Türkiye’nin savaşa girme sürecinde yaşananlar, Türk egemen sınıfının artık bağımsız hareket etme ve büyük güçleri birbirine karşı kullanma kabiliyeti kazandığını, ayrıca padişahın yalnızca bir sembol olduğunu gösteriyordu. Türkiye’yi savaşa sokan kritik kararların alınması ve tartışılması sürecinde padişah yoktu. Konu, İttihat ve Terakki liderliği arasında, Türkiye’nin burjuva hükümetinde karara bağlanmıştı.

Savaşla birlikte Türk olmayanlara karşı uygulanan baskılar, etnik temizliğe dönüştü.

Türk hükümeti, savaşta askeri başarılar kazandı, ancak bunun muazzam bir insani bedeli oldu.

Bulgar güçlerinin, Fransız ordusunun Selanik üzerinden saldırıları karşısında çökmesi, önce Osmanlı’nın, daha sonra Almanya’nın savaşı kaybetmesine neden oldu. Dört yıl süren çatışmalar, Alman savaş makinesini aşındırmış ve güneydoğu cephesini güçlendirmesini engellemişti.

Savaş, toplumsal değişim ve ekonomik kalkınma sürecinin önünü açtı. Bunun için ağır bir insani bedel ödendi. Savaş, altyapıyı yok ederek beraberinde yaygın açlık getirdi; aynı zamanda ulusa politik olarak zarar verdi, etnik temizlik demokrasi güçlerinin kalbini söküp alırken, işçi sınıfının da başını kesti.

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön