|  | 2007 bütçesi: Yoksuldan 
        al faizciye verİzlem Oral Bütçe yasası, devletin bir yıl içinde kimden ne kadar para toplayıp ne-reye 
        ne kadar harcama yapacağını gösterir. Hükümetlerin hangi toplumsal kesimleri 
        kayırdığını, neye öncelik verdiğini anlamanın en temel göstergesi bütçe 
        yasalarıdır. Gelecek yılın bütçe tasarısında da, önceki yıllarda olduğu gibi, çok büyük 
        kısmı ücretlilerden toplanacak bütçe gelirlerinin yaklaşık yarısının faize 
        ve silahlanmaya ayrılması öngörülüyor. (Yüzde 30 faiz, yüzde 10 silahlanma)
 Bütçe vergi gelirlerinin %70'ini, zorunlu ihtiyaçlarımız sebebiyle hissetmeden 
        toplumun çoğunluğuyla birlikte ödediğimiz dolaylı vergiler (KDV, ÖTV vb) 
        oluşturuyor. Vergi gelirlerinin %19'u da maaşlar elimize bile geçmeden 
        kesilen gelir vergisi aracılığıyla toplanıyor. Ücret dışındaki gelirlerden 
        istisna, muafiyet ve kaçırma sebebiyle fiilen vergi alınmıyor. Örneğin 
        paradan kazanılan paraya neredeyse hiç vergi yok ya da özel okul açanlar 
        5 yıl boyunca gelir vergisi ödemiyorlar.
 Oysa Türkiye'de yaratılan zenginliğin büyük kısmına el koyan büyük şirketler 
        ve sahiplerinden -her yıl vergi rekortmeni olarak gözümüze sokulsa da- 
        alınan kurumlar vergisi bütçe gelirlerinin yüzde 15'ini bile bulmuyor. 
        Yani bütçeyi işçi sınıfı ve yoksullar finanse ediyor.
 Buna karşın bütçe harcamalarının büyük bir kısmı toplumun sadece küçük 
        bir bölümüne hizmet ediyor. Bütçe gelirlerinin üçte bir sadece birkaç 
        yüzbin kişiye faiz adı altında aktarılı-yor.
 Toplanan her yüz liranın 10 lirası askeri harcamalar için ayrılarak Milli 
        Savunma Bakanlığı, Savunma Sanayi Fonu, TSK Güçlendirme Vakfı, Jandarma 
        Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü 
        vb kuruluşlara veriliyor.
 Türkiye, silah alımında uluslar arası düzeyde ilk sıralarda yer alıyor. 
        NATO üyesi ülkeler içinde ABD'den sonraki en büyük orduya sahip olan ülke 
        Türkiye'dir. Kıbrıs, Afganistan ve Lübnan gibi ülkelerde toplam 50 bine 
        yakın asker bulunduran Türkiye, son olarak Irak-İran sınırına da 250 bin 
        kadar asker yığmıştır.
 2007-2016 yılları arasında çeşitli savuma projeleri için 150 milyar dolar 
        harcanacak. Amerikan Lockheed Martin firmasının üreteceği F 35 savaş uçaklarından 
        almayı planlayan Türkiye, 100 uçak karşılığında eğer maliyet daha da artmazsa 
        10 milyar dolar ödeyecek. Parlamentoda bile tartışılma olanağı olmayan 
        bu karar, 2007 bütçesiyle birlikte işçi sınıfını ve yoksulları daha da 
        kötü koşullarda yaşamaya itecek.
 Türkiye yönetici sınıfının bu denli büyük kaynakları askeri alanda kullanması 
        bir tesadüf değil elbette. Türkiye egemenleri, ABD'nin stratejik ortağı 
        olmaya devam ederek Ortadoğu pastasından daha büyük pay kapmak ve emperyalist 
        hiyerarşide yükselmek için bilinçli olarak askeri harcamaları yüksek tutmaya 
        devam ediyorlar.
 Eğitim ve sağlığın milli gelirdeki yeri küçülmeye devam ediyor. Bu alanlara 
        2006'da ayrılan toplam pay %4,35 idi. Bu payın 2007'de %4,37, 2008'de 
        %4,15, 2009'da da %2,90 olması planlanıyor. Bunun anlamı, eğitim ve sağlığın 
        bir hak olmaktan çıkartılarak parayla satın alınabilecek bir ayrıcalığa 
        dönüştürülmesidir.
 Yıllardır uygulanan bu politikayla parasız bırakılan devlet okul ve hastanelerinde 
        nitelikli ve yeterli hizmet sunulması olanaksızlaştırılırken özel okul 
        ve hastaneler kamu kaynaklarıyla beslenerek teşvik ediliyor.
 Bütçe bu haliyle işçi sınıfından topladığı kaynağı sermayeye aktaran hortumlardan 
        biri gibi çalışıyor. Bütçeye karşı mücadele etme hakkımızı, bütçeden etkilenen 
        milyonlardan alıyoruz. İnsanca bir yaşam için mücadeleye devam edelim!
   Türkiye ekonomisi böyle idare eder mi?Mesut Çelebioğlu Türkiye ekonomisinin 2001 krizinden sonra gösterdiği büyüme bu sene başına 
        kadar neredeyse mucize olarak gösteriliyordu. Ancak geçtiğimiz Mayıs ayında 
        yaşanan dalgalanma akıllara "yeniden mi" sorusunu getirdi. Bundan 
        sonra her ne kadar Türkiye'nin GSMH'nın büyüse de bunu büyük cari açıklarla 
        (ithalatın, ihracattan fazla olması) finanse ettiğini gösterir veriler 
        önümüze serildi. AKP iktidarı cari açıkların finanse edilebildiği sürece 
        sorun yaratmayacağını, Türkiye ekonomisinin istikrar kazandığını ve hepimizi 
        güzel günlerin beklediğini iddia ediyor.
 Gerçekler
 Tayyip'in aksine, ciddi kabul edilebilecek liberal iktisatçılar bile Türkiye'nin 
        hızla uçuruma sürüklendiğini ortaya koyuyorlar. Dünya Bankası'nın eski 
        baş ekonomisti Joseph Stiglitz, Radikal gazetesinde yayımlanan röportajında 
        dünyada başını Amerikan ekonomisinin çektiği büyük bir balon yaratıldığını, 
        bunun sayesinde gelişmekte olan ülkelerin uluslararası piyasalardan kolayca 
        borçlanabildiklerini ve bu sayede kendi çaplarında balonlarını şişirdiklerini, 
        ancak Amerikan ekonomisinin bu durumu devam ettiremeyeceğini ve diğer 
        ekonomilerin de bundan büyük oranda etkileneceklerini anlattı.
 Türkiye ekonomisi şu an bir cenderenin arasında: Bir yanda Amerikan ekonomisinde 
        faizlerin artmasıyla spekülatif sermaye rotasını gelişmiş ülkelere doğru 
        çevirme eğilimi gösteriyor. Bunun sonucunda dolar karşısında suni bir 
        şekilde TL'yi u-cuzlatarak dış piyasalarda kolayca borçlanabilen hükümet, 
        şimdilerde sıkışmaya başladı. Mayıs ayında başlayan ve Merkez Bankası'nın 
        yaz boyunca borç faizlerini sürekli artırmasına neden olan dalgalanma 
        bunun bir işaretiydi.
 Diğer yandan uygun uluslararası durumdan yararlanan Türk özel sektörü 
        de bol bol dolar borçlanarak kendi çarkını döndürmeye çalışıyor. Bu da 
        başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin sıcak parayı çekmek için faiz 
        oranlarını artırmasıyla tersine bir mutluluk çemberi yaratacak bir faktör. 
        Bu durumunu devam ettirmesi de mümkün değil; zira kriz arifesi 2000 yılında 
        58 milyar dolar civarındaki özel sektör dış borcu, daha 2006'nın ilk 9 
        ayında 110 milyar doları buldu.
 İşte bu yüzden iktisatçılar birer birer kriz sinyalleri vermeye başladılar.
 
 Kapitalizm; kriz, kriz ve yine kriz..
 Ama bu iktisatçıların büyük bölümünün gerçekçi önerileri yok. En iyi ihtimalle 
        neo-liberal politikaların biraz yumuşatılıp 70'li yıllara kadar uygulanan 
        (ve yine krizle son bulan!) keynesyen politikaların uygulanmasını salık 
        veriyorlar.
 
 Alternatif
 İktisatçıların geldiği nokta önemli: neo-liberalizmin iflası netleşiyor 
        ve onu bir kenara bırakmalı. Bu kesinlikle doğru.
 Neo-liberalizmin hegemonya döneminin sözde 'reform'ları da bir kenara 
        bırakılmalı ve reformun gerçek anlamı olan toplumun geniş kesimlerinin 
        yaşam standartlarını iyileştirecek adımlar atılmalı; bugün Latin Amerika'da 
        karşılaştığımız sosyal politikalar da bunu işaret ediyor.
 Ancak bu gerçek reformlar konusunda, aslında sosyal reformlar konusunda 
        neredeyse tek bir fikri bile olmayan ve ‘kapitalizmin krizini çözen doktor’ 
        olarak tanınan Keynes gibi iktisatçılara veya onun gibilerinin önerdiklerine 
        güvenemeyiz. Bu reformları işçi sınıfı ve toplumun ezilen kesimlerin kolektif 
        gücüne dayanarak hayata geçirebiliriz.
 
 Savaşa ve neo-liberalizme karşı
 Bugün yaşadığımız genelleşme/küreselleşme eğilimi gittikçe artan Ortadoğu'daki 
        savaş ve işgal ortamı, bir yanıyla neo-liberalizmin askeri yüzüdür. Başta 
        ABD olmak üzere tüm dünya egemenlerinin bu savaşlara ihtiyaçları var, 
        çünkü onlar kapitalizmi krizlerden kurtaran gerçek 'kahramanlar'ın silahlar 
        olduğunu biliyorlar. Bugüne kadarki bütün büyük krizlerden de o 'kahramanlar'ı 
        devreye sokarak hallettiler!
 Bu yüzden biz de savaşı, neo-libera-lizmle eş tutmalı ve savaş karşıtı 
        öfkeyle neo-liberalizme karşı olan öfkeyi birleştirmeli ve ortak bir mücadele 
        örmeliyiz.
 Neo-liberalizme karşı gerçek sosyal politikaların/reformların en önde 
        gelen savunucuları olmalıyız; tüm krizlerin ve savaşların kaynağı olan 
        bu sömürü sisteminden tamamıyla kurtulmadan rahat yüzü göremeyeceğimiz 
        gerçeğini kafamızdan çıkarmadan..
 
 İşsizlik azalmıyor, artıyorBirtakım muhasebe hileleriyle Türkiye'de işsizlik olduğundan daha az 
        gösterilir. Devletin resmi rakamlarına göre son dönemde işsizlik yüzde 
        9,4 civarında. Oysa bu rakama iş bulmaktan ümidi kesenler (1 mil-yon 959 
        bin kişi!), yılda sadece birkaç ay çalışma fırsatı bulabilen mevsimlik 
        işçiler (142 bin kişi) ve kendi mesleğiyle alakasız işlerde çalışıp iş 
        arayanlar (örneğin üniversite mezunu seyyar satıcılar - 791 bin kişi) 
        dahil edilmiyor. Bunlar da işsiz ordusuna dahil edildiğinde, ağustos ayı 
        itibarıyla gerçek işsizlik oranı yüzde 18,9'a çıkıyor. Geçen yıl aynı 
        döneme göre yüzde 1,2'lik artış söz konusu. Büyüme işimize yaramadı
2001 yılından beri genel enflasyon oranı düştü ve GSMH büyüdü. Ancak 
        bu işçi ve memur ücretlerinin düşürülmesiyle ve sosyal harcamalarının 
        kısılmasıyla elde edilen bir sonuç olduğu için refah artışına te-kabül 
        etmiyor. Örneğin yaklaşık 2.7 milyon çalışanı ilgilendiren asgari ücret 
        şu an net 380,46 TL, ortalama işçi ücreti asgari ücrettin 1.1 katı kadar 
        ve memur maaşları 649 TL'den (ortalama 800 TL) başlıyor. Türk-İş'in düzenli 
        olarak yaptığı araştırmaya göre Eylül ayında dört kişilik bir ailenin 
        dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için yapılması gereken gıda harcaması 
        tutarı 583,90 TL, insan onurunun gerektirdiği yaşam düzeyinin sağlanması 
        için yapılması gereken toplam harcama tutarı ise 1.901,94 TL olarak hesaplanıyor! 
        KESK'in araştırmasına göre ise kamu emekçilerinin ücretleri son 4 yıldaki 
        iç borç faiz oranları kadar artsaydı, ortalama ücret 1 milyar 300 milyon 
        TL olacaktı. Ekonomik büyüme halkın ve emekçilerin gelirlerine yansıyan 
        reel bir büyüme değil. Yine KESK'e göre, Türkiye ekonomisi son 25 yılda 
        3 kat büyüdü; bu büyüme ücretlere yansımış olsaydı, ortalama ücretler 
        800 TL yerine 2 bin TL olacaktı.
 'Türkiye'de durum' sayfasına dönsayfa başına dön
 
 |