Güncelleme:
26.12.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


2007 bütçesi: Yoksuldan al faizciye ver

İzlem Oral

Bütçe yasası, devletin bir yıl içinde kimden ne kadar para toplayıp ne-reye ne kadar harcama yapacağını gösterir. Hükümetlerin hangi toplumsal kesimleri kayırdığını, neye öncelik verdiğini anlamanın en temel göstergesi bütçe yasalarıdır.
Gelecek yılın bütçe tasarısında da, önceki yıllarda olduğu gibi, çok büyük kısmı ücretlilerden toplanacak bütçe gelirlerinin yaklaşık yarısının faize ve silahlanmaya ayrılması öngörülüyor. (Yüzde 30 faiz, yüzde 10 silahlanma)
Bütçe vergi gelirlerinin %70'ini, zorunlu ihtiyaçlarımız sebebiyle hissetmeden toplumun çoğunluğuyla birlikte ödediğimiz dolaylı vergiler (KDV, ÖTV vb) oluşturuyor. Vergi gelirlerinin %19'u da maaşlar elimize bile geçmeden kesilen gelir vergisi aracılığıyla toplanıyor. Ücret dışındaki gelirlerden istisna, muafiyet ve kaçırma sebebiyle fiilen vergi alınmıyor. Örneğin paradan kazanılan paraya neredeyse hiç vergi yok ya da özel okul açanlar 5 yıl boyunca gelir vergisi ödemiyorlar.
Oysa Türkiye'de yaratılan zenginliğin büyük kısmına el koyan büyük şirketler ve sahiplerinden -her yıl vergi rekortmeni olarak gözümüze sokulsa da- alınan kurumlar vergisi bütçe gelirlerinin yüzde 15'ini bile bulmuyor. Yani bütçeyi işçi sınıfı ve yoksullar finanse ediyor.
Buna karşın bütçe harcamalarının büyük bir kısmı toplumun sadece küçük bir bölümüne hizmet ediyor. Bütçe gelirlerinin üçte bir sadece birkaç yüzbin kişiye faiz adı altında aktarılı-yor.
Toplanan her yüz liranın 10 lirası askeri harcamalar için ayrılarak Milli Savunma Bakanlığı, Savunma Sanayi Fonu, TSK Güçlendirme Vakfı, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü vb kuruluşlara veriliyor.
Türkiye, silah alımında uluslar arası düzeyde ilk sıralarda yer alıyor. NATO üyesi ülkeler içinde ABD'den sonraki en büyük orduya sahip olan ülke Türkiye'dir. Kıbrıs, Afganistan ve Lübnan gibi ülkelerde toplam 50 bine yakın asker bulunduran Türkiye, son olarak Irak-İran sınırına da 250 bin kadar asker yığmıştır.
2007-2016 yılları arasında çeşitli savuma projeleri için 150 milyar dolar harcanacak. Amerikan Lockheed Martin firmasının üreteceği F 35 savaş uçaklarından almayı planlayan Türkiye, 100 uçak karşılığında eğer maliyet daha da artmazsa 10 milyar dolar ödeyecek. Parlamentoda bile tartışılma olanağı olmayan bu karar, 2007 bütçesiyle birlikte işçi sınıfını ve yoksulları daha da kötü koşullarda yaşamaya itecek.
Türkiye yönetici sınıfının bu denli büyük kaynakları askeri alanda kullanması bir tesadüf değil elbette. Türkiye egemenleri, ABD'nin stratejik ortağı olmaya devam ederek Ortadoğu pastasından daha büyük pay kapmak ve emperyalist hiyerarşide yükselmek için bilinçli olarak askeri harcamaları yüksek tutmaya devam ediyorlar.
Eğitim ve sağlığın milli gelirdeki yeri küçülmeye devam ediyor. Bu alanlara 2006'da ayrılan toplam pay %4,35 idi. Bu payın 2007'de %4,37, 2008'de %4,15, 2009'da da %2,90 olması planlanıyor. Bunun anlamı, eğitim ve sağlığın bir hak olmaktan çıkartılarak parayla satın alınabilecek bir ayrıcalığa dönüştürülmesidir.
Yıllardır uygulanan bu politikayla parasız bırakılan devlet okul ve hastanelerinde nitelikli ve yeterli hizmet sunulması olanaksızlaştırılırken özel okul ve hastaneler kamu kaynaklarıyla beslenerek teşvik ediliyor.
Bütçe bu haliyle işçi sınıfından topladığı kaynağı sermayeye aktaran hortumlardan biri gibi çalışıyor. Bütçeye karşı mücadele etme hakkımızı, bütçeden etkilenen milyonlardan alıyoruz. İnsanca bir yaşam için mücadeleye devam edelim!

 

Türkiye ekonomisi böyle idare eder mi?

Mesut Çelebioğlu

Türkiye ekonomisinin 2001 krizinden sonra gösterdiği büyüme bu sene başına kadar neredeyse mucize olarak gösteriliyordu. Ancak geçtiğimiz Mayıs ayında yaşanan dalgalanma akıllara "yeniden mi" sorusunu getirdi. Bundan sonra her ne kadar Türkiye'nin GSMH'nın büyüse de bunu büyük cari açıklarla (ithalatın, ihracattan fazla olması) finanse ettiğini gösterir veriler önümüze serildi. AKP iktidarı cari açıkların finanse edilebildiği sürece sorun yaratmayacağını, Türkiye ekonomisinin istikrar kazandığını ve hepimizi güzel günlerin beklediğini iddia ediyor.

Gerçekler
Tayyip'in aksine, ciddi kabul edilebilecek liberal iktisatçılar bile Türkiye'nin hızla uçuruma sürüklendiğini ortaya koyuyorlar. Dünya Bankası'nın eski baş ekonomisti Joseph Stiglitz, Radikal gazetesinde yayımlanan röportajında dünyada başını Amerikan ekonomisinin çektiği büyük bir balon yaratıldığını, bunun sayesinde gelişmekte olan ülkelerin uluslararası piyasalardan kolayca borçlanabildiklerini ve bu sayede kendi çaplarında balonlarını şişirdiklerini, ancak Amerikan ekonomisinin bu durumu devam ettiremeyeceğini ve diğer ekonomilerin de bundan büyük oranda etkileneceklerini anlattı.
Türkiye ekonomisi şu an bir cenderenin arasında: Bir yanda Amerikan ekonomisinde faizlerin artmasıyla spekülatif sermaye rotasını gelişmiş ülkelere doğru çevirme eğilimi gösteriyor. Bunun sonucunda dolar karşısında suni bir şekilde TL'yi u-cuzlatarak dış piyasalarda kolayca borçlanabilen hükümet, şimdilerde sıkışmaya başladı. Mayıs ayında başlayan ve Merkez Bankası'nın yaz boyunca borç faizlerini sürekli artırmasına neden olan dalgalanma bunun bir işaretiydi.
Diğer yandan uygun uluslararası durumdan yararlanan Türk özel sektörü de bol bol dolar borçlanarak kendi çarkını döndürmeye çalışıyor. Bu da başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin sıcak parayı çekmek için faiz oranlarını artırmasıyla tersine bir mutluluk çemberi yaratacak bir faktör. Bu durumunu devam ettirmesi de mümkün değil; zira kriz arifesi 2000 yılında 58 milyar dolar civarındaki özel sektör dış borcu, daha 2006'nın ilk 9 ayında 110 milyar doları buldu.
İşte bu yüzden iktisatçılar birer birer kriz sinyalleri vermeye başladılar.

Kapitalizm; kriz, kriz ve yine kriz..
Ama bu iktisatçıların büyük bölümünün gerçekçi önerileri yok. En iyi ihtimalle neo-liberal politikaların biraz yumuşatılıp 70'li yıllara kadar uygulanan (ve yine krizle son bulan!) keynesyen politikaların uygulanmasını salık veriyorlar.

Alternatif
İktisatçıların geldiği nokta önemli: neo-liberalizmin iflası netleşiyor ve onu bir kenara bırakmalı. Bu kesinlikle doğru.
Neo-liberalizmin hegemonya döneminin sözde 'reform'ları da bir kenara bırakılmalı ve reformun gerçek anlamı olan toplumun geniş kesimlerinin yaşam standartlarını iyileştirecek adımlar atılmalı; bugün Latin Amerika'da karşılaştığımız sosyal politikalar da bunu işaret ediyor.
Ancak bu gerçek reformlar konusunda, aslında sosyal reformlar konusunda neredeyse tek bir fikri bile olmayan ve ‘kapitalizmin krizini çözen doktor’ olarak tanınan Keynes gibi iktisatçılara veya onun gibilerinin önerdiklerine güvenemeyiz. Bu reformları işçi sınıfı ve toplumun ezilen kesimlerin kolektif gücüne dayanarak hayata geçirebiliriz.

Savaşa ve neo-liberalizme karşı
Bugün yaşadığımız genelleşme/küreselleşme eğilimi gittikçe artan Ortadoğu'daki savaş ve işgal ortamı, bir yanıyla neo-liberalizmin askeri yüzüdür. Başta ABD olmak üzere tüm dünya egemenlerinin bu savaşlara ihtiyaçları var, çünkü onlar kapitalizmi krizlerden kurtaran gerçek 'kahramanlar'ın silahlar olduğunu biliyorlar. Bugüne kadarki bütün büyük krizlerden de o 'kahramanlar'ı devreye sokarak hallettiler!
Bu yüzden biz de savaşı, neo-libera-lizmle eş tutmalı ve savaş karşıtı öfkeyle neo-liberalizme karşı olan öfkeyi birleştirmeli ve ortak bir mücadele örmeliyiz.
Neo-liberalizme karşı gerçek sosyal politikaların/reformların en önde gelen savunucuları olmalıyız; tüm krizlerin ve savaşların kaynağı olan bu sömürü sisteminden tamamıyla kurtulmadan rahat yüzü göremeyeceğimiz gerçeğini kafamızdan çıkarmadan..

İşsizlik azalmıyor, artıyor

Birtakım muhasebe hileleriyle Türkiye'de işsizlik olduğundan daha az gösterilir. Devletin resmi rakamlarına göre son dönemde işsizlik yüzde 9,4 civarında. Oysa bu rakama iş bulmaktan ümidi kesenler (1 mil-yon 959 bin kişi!), yılda sadece birkaç ay çalışma fırsatı bulabilen mevsimlik işçiler (142 bin kişi) ve kendi mesleğiyle alakasız işlerde çalışıp iş arayanlar (örneğin üniversite mezunu seyyar satıcılar - 791 bin kişi) dahil edilmiyor. Bunlar da işsiz ordusuna dahil edildiğinde, ağustos ayı itibarıyla gerçek işsizlik oranı yüzde 18,9'a çıkıyor. Geçen yıl aynı döneme göre yüzde 1,2'lik artış söz konusu.


Büyüme işimize yaramadı

2001 yılından beri genel enflasyon oranı düştü ve GSMH büyüdü. Ancak bu işçi ve memur ücretlerinin düşürülmesiyle ve sosyal harcamalarının kısılmasıyla elde edilen bir sonuç olduğu için refah artışına te-kabül etmiyor. Örneğin yaklaşık 2.7 milyon çalışanı ilgilendiren asgari ücret şu an net 380,46 TL, ortalama işçi ücreti asgari ücrettin 1.1 katı kadar ve memur maaşları 649 TL'den (ortalama 800 TL) başlıyor. Türk-İş'in düzenli olarak yaptığı araştırmaya göre Eylül ayında dört kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için yapılması gereken gıda harcaması tutarı 583,90 TL, insan onurunun gerektirdiği yaşam düzeyinin sağlanması için yapılması gereken toplam harcama tutarı ise 1.901,94 TL olarak hesaplanıyor! KESK'in araştırmasına göre ise kamu emekçilerinin ücretleri son 4 yıldaki iç borç faiz oranları kadar artsaydı, ortalama ücret 1 milyar 300 milyon TL olacaktı. Ekonomik büyüme halkın ve emekçilerin gelirlerine yansıyan reel bir büyüme değil. Yine KESK'e göre, Türkiye ekonomisi son 25 yılda 3 kat büyüdü; bu büyüme ücretlere yansımış olsaydı, ortalama ücretler 800 TL yerine 2 bin TL olacaktı.

'Türkiye'de durum' sayfasına dön
sayfa başına dön


 
gazete arşivine git kütüphane