Güncelleme: 03.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Ordu Güdümlü Rejime Hayır28 Şubat Muhtırası’nın ardından kurulan hükümet Orduyu yeterince tatmin edemediği için 20 Mart Muhtırası’na maruz kaldı. Ordunun en önemli taleplerinden biri olan “İrticayla mücadele yasaları”nı bile TBMM’den geçiremeyen hükümet, Ordu’nun artan basıncı karşısında dağılma noktasına geldi. İktidar partilerinden istifalar ve CHP ile ANAP arasında yapılan seçim anlaşması bunun göstergeleri. Mevcut parlamentonun siyasal istikrarsızlığa, ekonomideki çıkmaz sokaklara, islami hareketin gelişimine ve Kürt sorununa çözüm getiremeyeceği artık hemen herkesçe kabul görüyor. Ancak yapılacak bir seçimin de farklı bir parlamento çıkarmayacağı bilinmekte. Parlamentodaki bu sıkışmışlık ordu’nun ülke yönetimindeki ağırlığını artırmasına yol açmakta. Kamu kuruluşları Genelkurmay ve MGK bildirileri doğrultusunda davranmaya zorlanırken, emekli subaylar bir çok kamu kuruluşunda kritik noktalara getiriliyor. Ancak bunu da yeterli görmeyen Ordu’nun, kendi himaye ve emrinde yeni bir hükümet kurulması yönündeki eğilimi “ara rejim” tartışmalarını güçlendirmekte. Bu süreçte ordunun “ülkeyi yönetebilecek tek güç” olduğu imajı yaygınlaştırılıyor. Yoksulluk, devlete güvensizlik ve umutsuzluk içindeki yığınları etkileyebilmek için milliyetçilik azgınca kullanılıyor. İslami harekete karşı aldığı tutum nedeniyle toplumun büyükçe bir kesiminin tepkisini çeken Ordu, milliyetçilik rüzgarları estirerek kan tazeliyor, prestij artırıyor. S-300 füzeleri ve Ermeni soykırım konularında bir bardak suda fırtına koparılması bunun açık örnekleri oldu. Ordunun siyasal alandaki ağırlığının artması ve parlamentodan daha da bağımsız yeni bir hükümet kurulması bir yandan özgürlüklere yönelik saldırıların dozunu artıracak, öte yandan da yıllardır gerçekleştirilemeyen özelleştirmelerin önünü açacaktır. “İrticayla mücadeleden” sadece türban takanlar değil, küpeli ve mini etekliler; sadece İslamcı memurlar değil sendika militanları da nasibini alacaktır. Ordu’nun milliyetçilik ve laiklik rüzgarları estirerek güç topladığı ortada. Ordunun siteme müdahalesi artıkça özgürlüklerin azalacağı, işçi sınıfı örgütlerinin darbe yiyeceği, kazanımlarımızın tehlikeye gireceği açıktır. Bu nedenle bugün orduyu güçlendiren laiklik ve milliyetçilik, yurtseverlik tuzaklarına düşmemeliyiz. Türkiye’ye gelen IMF yetkililerinin demeçlerini cımbızlayarak ekonomide “iyimser” bir hava yaratmaya çalışan egemen sınıf için bu yıl yapılması planlanan özelleştirmeler kritik önem taşıyor. Ordunun özelleştirmeleri istediği açıktır. Zaten olası yeni bir ara rejim hükümetinin ekonomideki temel hedefi özelleştirmeler olacaktır. İşçi sınıfını bölen laik cephe anlayışı ile milliyetçi fikirlerden uzak durmak ve ısrarla bütün uluslardan ve dinlerden işçilerin birliğini savunmak en temel görevimizdir. Bunun bugünkü pratik anlamı ise Ordu’nun İslami harekete yönelik saldırılarında devlete karşı özgürlükleri savunmaktır, türban yasağına karşı mücadele etmektir. Oysa işçi sınıfının sendikal liderlikleri halen Ordu’nun peşinde laik cephe savunuculuğu yapmaktadır. CHP liderliği ise neredeyse hazırol vaziyetinde Ordu’dan görev beklemektedir. Ne var ki bugün işçi sınıfının ihtiyacı laik cephe değil işçi cephesidir. Özelleştirme ihalelerine katılan, sendikasızlaştırmanın bir parçası olan Ordu’yla omuz omuza verip türban takanlara saldırmamızı isteyen Laik cephe bizim çıkarlarınmızı değil patronların çıkarlarını temsil ediyor. Dünya işçi hareketinde son yıllarda meydana gelen yükseliş ve son olarak Zimbabve ve Endonezya’da yaşananlar devrim olasılığının ne kadar yakın olabileceğini bir kez daha gösteriyor. İstikrarsızlığın bu düzeyde arttığı dönemlerde devrimci fikirlere olan ihtiyaç daha da artıyor. Eski İşçi Demokrasisi; Sayı 6; Temmuz 1998
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||