Güncelleme:
03.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Yurtseverliği bu yurdun sahiplerine bırakalım

Mersin’de Kürt çocukların Türk bayrağını yere vurmalarıyla başlayan tartışma, solun Türkiye’de son yıllarda neden yeterince etkili olamadığını anlamak isteyenlere çok değerli veriler sunuyor.
Öncelikle bazı sosyalist partilerin konu hakkındaki açıklamalarına göz atalım.
ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu’nun yaptığı yazılı açıklamanın ikinci cümlesi:
“Ne bayrağa dönük bu saldırı ne de bu saldırıyı bahane ederek milliyetçi ve otoriter güçlerin çatışmayı teşvik edici davranışları kabul edilemez.” (ÖDP’nin web sitesinden alınmıştır.)
EMEP Antep İl Yöneticisi Mecit Bozkurt’un yaptığı yazılı açıklamanın ilk cümlesi:
“Mersin’de Türk bayrağına yönelik saldırıyı kınıyoruz.” (Emeğin Partisi web sitesinden alınmıştır.)
TKP’nin Türkiye çapında oluşturmaya çalıştığı Yurtsever Cephe’nin 15 maddelik açıklamasının 2,3,4 ve 5. maddelerinin ilk cümleleri:
“Bayrağa saygısızlık kabul edilemez.” (TKP’nin web sitesinden alınmıştır.)
Çok net biçimde görüldüğü gibi Kürt çocuklarının Türk bayrağını yere vurmaları, Türkiye sosyalist solunun en görünür ve büyük güçleri tarafından “kabul edilemez” bir davranış olarak tanımlanmakta ve kınanmaktadır.
Kapitalist sistemi açıkça savunan, burjuva ideolojisinin savunuculuğunu yapan bazı akademisyen ve köşe yazarları bile çocukların bayrağa yönelik davranışının Kürt sorununun çözümünün ne kadar önemli olduğunu gösterdiğini anlatırken sosyalistlerin lafa “kabul edilemez”, “kınıyoruz” diye başlaması Türkiye sosyalist solundaki milliyetçiliğin ne denli derin ve kapsamlı olduğunu acı bir şekilde göstermektedir.
Bu milliyetçiliğin binbir dereden su getirerek “yurtseverlik” adıyla sunulması ise sorunu daha da ağırlaştırıyor.
Her şeyden önce bayrağın neyi temsil ettiği konusunda net olmak gerekiyor. TKP’nin Yurtsever Cephe’sinin açıklamasında bayrağın neyi temsil ettiği konusunda oldukça doğru tespitler var. Yurtsever Cephe bayrağın, “halklar arasında düşmanlık yayacak biçimde”, “mücadele edenlere karşı bir silah olarak” kullanıldığını, “bütün ezilenlere karşı bir saldırı aracı”, “Kürtlere karşı inkar politikalarına malzeme” olduğunu ve 12 Eylül döneminde “yüz binlerce devrimciye karşı bir işkence aracı” olarak kullanıldığını söylüyor. Doğru.
Sayfalarca uzatılabilecek bu gerçekleri bilen sosyalistler öyleyse neden Türk bayrağına sahip çıkmayı görev sayıyor? Neden kapitalist devleti ve onun egemen sınıfını temsil eden bayrağa karşı “saygısızlığı kabul edilemez” bulup kınıyorlar?
EMEP Antep İl Yöneticisi Mecit Bozkurt’un açıklaması, sorunun nereden kaynaklandığını ortaya koyuyor:
“Günlerdir üzerinden fırtınalar kopartılan bayrak, bu ülkenin emperyalistlere karşı bağımsızlığını ve onurunu ifade eder...”
Yurtsever Cephe de benzer gerekçeler sunarken “Türkiye'de solcuların ülkemizin bayrağıyla hiçbir sorunu yoktur” diyor.
Oysa bayrak, ülkeyi temsil eder. Her ülke ise farklı sınıflara bölünmüştür. Her ülkenin önder bir sınıfı vardır. Ülkenin sahibi bu egemen sınıftır. Çünkü ülkeyi yöneten, kontrol eden o sınıftır. Bugünün dünyasında bütün ülkelerde egemen sınıf burjuvazidir. Bu nedenle Marks’ın 157 yıl önce söylediği şey hala doğrudur: “İşçilerin vatanı yoktur.” İşçiler bir vatana (yada solun bazı kesimlerinin tercih ettiği sözcükle ‘yurt’a) sahip değillerdir. Vatanın sahibi burjuvazidir.
Bayrak da burjuvazinin devletini, onun egemen olduğu, yönettiği vatanı temsil eder. Uluslararası rekabette egemenlik alanlarının çizgileridir ülke sınırları. Yaratılan “ulus”, “vatan” vb kavramlar, işçiler ve kapitalistlerin ortak çıkarları olduğu yanılsamasını yaratarak, işçileri kendi patronlarının çıkarları uğruna savaşlara sürüklemek, sömürüyü kabul etmelerini sağlamak amacıyla kullanılan en önemli fikirsel araçlardır. Bu nedenle kapitalist bir ülkede o ülkenin bayrağına saygısızlık sosyalistleri rahatsız etmez. Aksine böylesi bir davranış, bayrağın temsil ettiği burjuva değerlere, kapitalist sistemin sonuçlarına olan öfkeyi gösterir.
Türkiye sosyalist solunun bayrak konusundaki tutumu en azından bu temel gerçeklere sırt çevirmek anlamına geliyor. Sosyalistlerin böyle davranmasının arka planında, milliyetçiliğin yanı sıra yanlış bir tespit yatıyor. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu Türkiye egemen sınıfının bir “kukla” olduğu fikrine sahiptir. Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge olduğu, emperyalistlerin boyunduruğu altında yaşadığımız ve bu nedenle tam bağımsızlık savaşımı vermek zorunda olduğumuz, solda yaygınca kabul gören bir yaklaşımdır.
Oysa Türkiye yönetici sınıfının emperyalist dünya sistemi içinde hatırı sayılır bir yeri vardır. Kendi sermaye birikimi ve silahlı gücü ölçüsünde emperyalist piramitteki yerini yukarılara taşımaya çalışmaktadır. Bölgesindeki en önemli güçlerden biridir. Ve kapitalist sistem içinde ne kadar bağımsız olunabilecekse neredeyse o kadar bağımsızdır. Ekonomik alandaki zayıflığını hızlı sermaye birikimi ve devasa ordusu aracılığıyla kapatmaya çalışan Türkiye yönetici sınıfı bölgede kilit öneme sahip bir konumdadır. Türkiye ne Filistin, ne Afganistan, ne de Irak durumundadır. Türkiye burjuvazisi ve yönetici sınıfı, Irak ve Afganistan’daki kukla yönetimler değildir. Filistin devletinin yöneticileri gibi de devletler hiyerarşisinin en altında yer almamaktadır.
Türk bayrağı Türkiye’nin yönetici sınıfı tarafından Osmanlı’dan devralınmıştır. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönem yönetici sınıfı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönem yönetici sınıfı arasında (resmi ideolojinin masallarını bir kenara bırakırsak) ciddi bir devamlılık vardır. Bayraktaki devamlılığa da şaşmamak gerek. Bayrak 1908 burjuva devriminden bu yana Türk yönetici sınıfının kapitalist çıkarlarının sembolüdür.
Bu nedenle Türkiye yönetici sınıfı, TKP’nin Yurtsever Cephe’sinin önerdiği gibi “ABD ve AB bayraklarını” değil, kendi bayrağını kullanır. Çünkü o bayrağın dalgalanması, kendi kârları, rekabet güçleri, egemenlik alanları açısından çok önemlidir.
Nazım Hikmet’in 28 Temmuz 1962’de yazdığı “Vatan Haini” adlı şiirinin son bölümüyle bitirelim:

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Nazım, o dönem Türkiyesi için vatanı çok iyi tarif etmiş ve o günden bugüne özde değişen bir şey yok!

Bu nedenle sosyalistler yurtseverliği yurdun gerçek sahiplerine, burjuvaziye bırakıp, “proletaryanın ulusun önder sınıfı haline gelmesi” için çalışmalıdırlar. Proletaryanın “ulusun önder sınıfı” olması ise birleşmeden ve arkasına bütün ezilenleri toplamadan mümkün değildir. Birliğin ve ezilenleri proletaryanın arkasına çekmenin olmazsa olmaz koşulu ise egemenlere karşı ezilenleri ve isyanlarını savunmaktır. “Üzerinde fırtınalar kopartılan bayrak” olayında sosyalistlerin tutumu tartışmasız bir biçimde Kürt çocuklarını savunmak olmalıdır; bayrağı değil!


MERAKLISINA TÜRKÇE SÖZLÜK
Politik arenada sıkça duyduğumuz “bayrak”, “ülke”, “memleket”, “yurt”, “yurtsever”, “ulus”, “ulusal”, “ulusçu”, “millet”, “milli”, “milliyetçi” gibi bazı kavramların toplumun büyük çoğunluğunca nasıl tanımlandığı, anlamlandırıldığı önemlidir.
Bir sözcük yada kavramın toplumun büyük çoğunluğunca kabul edilen anlamını yok sayamayız. Genel kabul gören kavramları “biz onu kastetmiyoruz” diyerek kullanmak teorik bir tartışmada sorun yaratmasa da politikada - hele ki tartışma egemen medya tarafından gündem edilmişse - ciddi sonuçlar yaratabilir.
Bu nedenle Türkiye politik yaşamında sıkça kullanılan bazı kavramların sözlükteki karşılıklarını hatırlatmakta fayda görüyoruz. (Kaynak: Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük Genişletilmiş 7. Baskı.) (Vurgular bize aittir.)
BAYRAK: Bir ulusun, belli bir topluluğun yada bir örgütün simgesi olarak kullanılan, renk ve biçimle özelleştirilmiş, genellikle dikdörtgen biçiminde kumaş.
MİLLET: Ulus
ULUS: Derebeylik düzeninin yıkılışı ve anamalcı düzenin oluşumu döneminde ortaya çıkan, toprak, ekonomik yaşam, dil, ruhsal yapı ve kültürel özellikler yönünden ortaklık gösteren, tarihsel olarak oluşmuş, en geniş insan topluluğu, millet.
MİLLİ: Ulusal
ULUSAL: Ulusa değin, ulusa özgü, milli.
ULUSAL BİLİNÇ: Ulusun bir parçası ve ona bağlı olma bilgisiyle oluşan bilinç.
MİLLİYETÇİ: Ulusçu
ULUSÇU: Ulusçuluk ilkesini benimseyen, milliyetçi
MİLLİYETÇİLİK: Ulusçuluk
ULUSÇULUK: 1. Kendi ulusuna özgü şeyleri üstün tutma, milliyetçilik, nasyonalizm. 2. Yabancı baskısı ve sömürüsünden kurtulmayı, kendi ulusunu sevip onu yüceltmeyi amaçlamaktan, kendi ırkını bütün başka ırklara üstün görüp onları egemenliği altına almayı istemeye dek varabilen öğretinin genel adı, milliyetçilik, nasyonalizm.
ÜLKE: 1. Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket. 2. Devlet.
MEMLEKET: 1. Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, ülke 2. Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, yurt.
VATAN: Yurt
YURT: 1. Bir halkın üzerinde yaşadığı, ekinini oluşturduğu toprak parçası. 2. insanın doğup büyüdüğü, yaşadığı yer.
YURTSEVER: Yurdunu, ulusunu büyük bir tutku ile seven, bu uğurda her türlü özveriye katlanan kimse (vatanperver)

Marksist gelenekte vatan, yurtseverlik ve vatan hainliği
Türkiye solunda neredeyse her dönem hakim olan “ulusalcılık” ve “yurtseverlik” vurgusu son dönemde şiddetini artırdı.
Burjuva ideolojisinin en önemli kavramları olan “ulusalcılık” ve “yurtseverlik” ile Marksizm arasında hiçbir ilişki yoktur.
Marks ve Engels’in 1848’de yazdıkları Komünist Parti Manifestosu’nda burjuvazinin yarattığı vatan ve ulus kavramları açıkça reddedilir. “Proleterler ve Komünistler” başlıklı ikinci bölümde, her ülke proletaryasının sınıflara bölünmüş ulusun önder sınıfı haline gelmesi, devrim yapması gerekliliği ortaya koyulur: (Komünist Parti Manifestosu, Marks, Engels, Sol Yayınları)
“Komünistler, ayrıca, vatan ve milliyeti kaldırmayı istemekle de suçlanıyorlar.
İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.

Kişinin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlığın kalkması ölçüsünde bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da son bulacaktır.”
Marks ve Engels’e göre vatan (=yurt) denilen şeyin sahibi işçiler değillerdir. 157 yıl önce yapılan bu tespit hala çok doğru. Bugün de vatan denilen şey bizlere ait değil. Bu vatanın hiçbir şeyi üzerinde işçi sınıfının en ufak bir kontrolü, yetkisi, söz hakkı yok! Dolayısıyla bugünün komünistlerinin de görevi, işçilerin sahip olmadıkları bu vatanı sevmek ve korumak olamaz. Vatan, toplumun önder sınıfının sahip olduğu, kontrol ettiği bir şeydir, o vatanın sınırları içinde onların borusu öter; onların ekonomik ve siyasi egemenlikleri vardır. Ve kapitalist toplumlarda ulusun önder sınıfı burjuvazidir; işçi sınıfı değil!
Ölümünden 4-5 yıl önce, “bildiğim tek şey var, o da Marksist olmadığım” diyen Marks, kendi yazdıklarından olmadık sonuçlar çıkaranlardan şikayet ediyordu. Onun bu konuda söylediklerini doğru anlayan Lenin ve Rosa Lüksemburg gibi gerçek Marksistler sayesinde yurtseverlik, vatanseverlik, ulusçuluk gibi yaklaşımların Marksizmle ilgisi olmadığını bir kez daha çok net kavradık.
Milyonlarca işçinin cephelerde ölümüne neden olan 1. Dünya Savaşı, Marksist gelenek için bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Marksist olduğunu söyleyen yurtseverler ile Bolşeviklerin yolları ayrıldı. Lenin ve Lüksemburg gibi devrimcilerin bile uzun yıllar boyu örnek alıp, saygı duyduğu Kautsky gibi sosyalist liderler dünya savaşının keskinleştirdiği politik ortamda yurtsever olmayı tercih etmişlerdi. Lenin dehşete düştüğü bu ihanet karşısında “Enternasyonalizm Nedir” başlığı altında şöyle yazıyor: (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları)
“Almanya’da Kautskiciler … şöyle düşünüyorlar: Sosyalizm ulusların eşitlik ve özgürlüğünü, kendi yazgılarını kendilerinin belirlemelerini içerir; öyleyse, ülkeniz saldırıya uğradığı zaman, sosyalistlerin yurdu savunma hak ve görevleri vardır. Ama bu düşünce biçimi, teorik bakımdan, sosyalizme açık bir hakaret yada hileli bir oyundur…”
“…bu düşünme biçiminde, işçinin sermayeye karşı devrimci sınıf savaşımı, savaşın dünya burjuvazisi ile dünya proletaryası açısından bütünlüğü içinde değerlendirilmesi yitip gidiyor, yani enternasyonalizm yitip gidiyor ve çelimsiz, utangaç bir milliyetçilikten başka bir şey kalmıyor.”
“Bütün küçük-burjuvalar … ‘düşman ülkeme girmiş, gerisi beni ilgilendirmez’ diye düşünürler.
Sosyalist, devrimci proleter, enternasyonalist başka türlü düşünür. Bir savaşın (gerici yada devrimci) niteliği, kimin saldırdığını yada ‘düşman’ın hangi ülkede bulunduğunu bilme sorununa değil, ama şuna bağlıdır: Bu savaşı hangi sınıf yönetiyor, hangi siyasanın uzantısıdır? Eğer savaş gerici, emperyalist bir savaşsa, yani gerici, sömürücü, baskıcı, emperyalist dünya burjuvazisi tarafından yönetiliyorsa, tüm burjuvazi (hatta küçük bir ülkenin burjuvazisi bile) bu soygunun suç ortağı durumuna gelir, ve benim ödevim, devrimci proletarya temsilcisinin ödevi de, dünya insan kırımı iğrençliklerine karşı tek kurtuluş yolu olan dünya proleter devrimini hazırlamaktır. Benim ‘kendi’ ülkem açısından değil (çünkü emperyalist burjuvazinin elinde bir oyuncak olduğunu anlamayan bir alığın, milliyetçi bir küçük-burjuvanın düşüncesi olur bu), ama dünya proleter devriminin hazırlanmasına, propagandasına, devrime yanaşma çalışmalarına katılım açısından düşünmem gerekir.
Enternasyonalizm işte budur, enternasyonalistin, devrimci işçinin, gerçek sosyalistin görevi işte budur.”
Rosa ve Lenin bu fikirleri savundukları için kendi ülkelerinde düşman ajanı ve vatan haini ilan edildiler. Ne Rosa Lüksemburg ne de Lenin vatan haini diye damgalanmaktan rahatsız olup, “hayır asıl yurtsever biziz” anlamına gelebilecek herhangi bir savunma yapmadılar. Çünkü onlar kendi ülke burjuvazilerinin bozguna uğramasını istiyorlardı! Yani gerçekten de sözcüğün tam ve doğru anlamıyla vatan hainiydiler!

Antikapitalist; Sayı 32; Mayıs 2005

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön