|
MARKSİZM
VE DİN
Cem Uzun
Medya AKP'nin 3 Kasım genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkacağını
tartışıyor. Yabancı basın bunu dokuz aydan beri söylüyordu. İngiliz The
Economist dergisi 13 Aralık 2001 tarihli sayısında, "çoğu kamuoyu
yoklaması Recep Tayyip Erdoğan'ın genel seçimleri kazanacağını öngörüyor"
diyordu. Bu kamuoyu yoklamalarının Türkiye'de yeni yeni yayınlanmaya başlaması
bile medyada sansürün ne denli ağır olduğunu gösteriyor. Türkiye'de birçok
seçmenin AKP'ye karşı Derviş ve CHP'ye oy vereceği de çok net görünüyor.
Laik-İslamcı kutuplaşması yeniden yükseltilmek isteniyor. Bu durumda İslamcı
politikaları tekrar irdelememiz gerekiyor. Din ve politika Ne Türkiye'de
ne de Ortadoğu'da din ve politikanın iç içe geçmesi yeni bir olgu değildir.
Hatta İslam'a da özgü değildir. Almanya yapılan son genel seçimlere katılan
partilerden birisi Hıristiyan Demokrat Parti'dir. Bavyera eyaletinde ise,
Protestan Almanya'nın geri kalanından farklı olarak, Katolik kökenli bir
parti mevcuttur. ABD'de Hıristiyan sağ politikalar büyük partiler üzerinde
etkindir, hatta radikal 'terörist' Hıristiyan gruplar kürtaj kliniklerinde
çalışan işçiler ve bu hizmeti kullananlara ölümle sonuçlanan saldırılarda
bulunmaktadır. Dine sarılmış bütün politikalar sağcı da değildir. Orta
ve Güney Amerika'da radikal Katolik din adamları insan ve işçi hakları,
demokrasi için ölümleri pahasına mücadele etti. Dolayısıyla din ve politika
arasındaki ilişkiyi anlamak istiyorsak bu hareketlerin sergiledikleri
çelişkilerin kökenine inmemiz gerekiyor. Din nedir? Marks, din ve dinin
etkilerini araştırdığı bir yazısında; "İnsanı yaratan din değil;
dini yaratan insandır" der. Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi
adlı yapıtına ise şu satırları ekler: "Dinsel acı, aynı zamanda hem
gerçek acının bir anlatımı, hem de gerçek acıya karşı bir başkaldırıdır.
Din, baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, kalpsiz dünyanın kalbi ve
ruhsuz dünyanın ruhudur. Halkın afyonudur." Dinin, hem verili toplumsal
düzeni savunmak, hem de insanların acısını ifade etmek şeklinde tezahür
eden ikili bir karakteri olduğu için Marks şunu öneriyor: "Tarihe
yardımcı olan felsefe" (yani sosyalizm), silahını "kutsal olmayan
yabancılaşma" üzerine çevirmeye konsantre olmalıdır. Marks şöyle
devam ediyor: "Böylece göğün eleştirilmesi yerin eleştirilmesine,
dinin eleştirilmesi hukukun eleştirilmesine, din bilimin eleştirilmesi
de siyasetin eleştirilmesine dönüşmüş olur." Din muğlak ve esnek
olmak zorundadır. Başka türlü toplumu bir arada tutan bir ideoloji olarak
işlev göremez. Ancak bu muğlaklık bazen devrimci hareketlerin kendilerini
ifade ederken dini fikirler kullanması anlamına da gelebiliyor. İngiliz
burjuva devrimi sırasında her iki taraf da İncil'i taşıyordu. Kralın vurgu
yağtığı bölümler, yöneticilere itaati vurguluyordu. Devrimciler ise yoksulları
metheden bölümlerden alıntılar yaparlardı: "Zayıf olanlar kutsanmıştır
çünkü dünyanın varisi olandır." Kuran da muğlak ifadelerle doludur.
Bir yandan mülkiyet haklarını savunan ve köleciliği hoş gören, diğer taraftan
da İslam için mücadele etmek istemeyen zengin Arapları eleştiren bölümleri
vardır. "Kula kulluk etmeyiniz" yaklaşımını isyan bayrağı haline
getirenler için, Peygamber Muhammed'in "Cihadın en üstünü, zalim
yönetici karşısında hak sözü söylemektir" gibi sözleri (hadis), ya
da Kuran'daki "İnsanların haklarını kısmayın" (42/183), "Zulmedenlere
meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur" (11/15) "Size ne oluyor
ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz ve 'Rabbimiz bizi halkı zalim olan şu
ülkeden çıkar ve bize katından bir sahip ve bir yardımcı gönder!' diye
dua eden o mustazaf (aciz ve zayıf bırakılmış) erkekler, kadınlar ve çocuklar
uğrunda savaşmıyorsunuz" (4/75) gibi ayetler, bütünüyle "bu
dünya" ile ilgili ve otoriteyi sorgulamak için her zaman kaynak olabilecek
ifadelerdir. Pir Sultan başkaldırırken "Şimdi bizim aramıza/ yola
boynun veren gelsin/ şeriatı tarikatı/ hakikati bilen gelsin" diyordu.
Son halife olan Ali ve Ebu Zer, "Evinde ekmek olmadığı halde kınından
sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım" diyerek mücadele
etmişlerdi. Rusya'da 1905 Devrimi'ni başlatan işçiler Çarın sarayına ellerinde
ikonalarla (kutsal kişilerin resimleri) Ortodoks rahiplerin liderliğinde
yürüdü. Sosyalistler ve din Memnuniyetsizlik ve isyan, dini yollarla ifade
edildiği zaman sosyalistler gelişmelere taraf olmanın bir yolunu bulmak
zorundalar. Lenin, özellikle de yükselen mücadele dönemlerinde dini ilüzyonların
ikincilliği konusunda çok netti: "…Tanrıya inanan, Hıristiyan olmaya
devam eden işçiler ve mistisizmi savunan aydınlar (ayıp ediyorlar) tutarlı
değiller ama onları Sovyetlerden ve hatta Partiden ihraç etmeyeceğiz,
çünkü gerçek mücadele ve tabandaki faaliyetlerin canlılık gösteren bütün
unsurları doğrunun Marksizm'de olduğuna ikna edeceğine ve canlı olmayan
bütün unsurları da bir kenara iteceğine kesin kanaat getirmiş durumdayız."
Sosyalistlerin din hakkında ilk öğrendikleri şey, bunun bir ilüzyon olduğudur.
İkincisi ise, bu ilüzyondan dolayı dinin ezilenleri rahatlattığı ve bazen
de öfke ve acılarını ifade ettiği isyanın, dini fikirlerle bezenmiş olabileceğidir.
Bu dini fikirlerle de soyut propaganda yoluyla mücadele etmek mümkün değildir.
Alternatifin olmadığı bir ortamda din yol gösterici olabilir. İşçilerin
mücadele sürecinin pratiğinde başka fikirlerin örgütlenmede daha tutarlı
bir araç olduğunu görmeleri gerekir. Lenin'in bu konuda yürüttüğü tartışmanın
özü bundan ibarettir. Lenin'in Papaz Gapon ile çay içmesi ve onun söylediklerini
dinlemesinin nedeni de budur. Gapon, 1905 ayaklanmasında kitlelere liderlik
etmişti ve Lenin, Gapon'un Rus kitlelerinin hissiyatını iyi anladığını
fark etmişti. Lenin, Gapon ile yaptığı tartışmalar üzerine Bolşeviklerin
Tarım Programı'nda değişiklikler bile önerdi. Lenin, Gapon'un rahiplik
dışında polislik yaptığını bilmiyordu ama her iki meslek de kitlelerin
ne düşündüğünü iyi bilmeyi gerektiriyor. Bu söylediklerimiz, Cenova Küresel
Direniş gösterilerinde bazı papaz ve rahibelerle kendimizi aynı safta
bulduğumuzda şaşırmadığımız anlamına geliyor. Tabii ki başka rahipler
mücadele edenlerin aforoz edilmesi gerektiğini tartışıyorlar. Dine alerjik
tepkimeler verme lüksümüz yok. Dinin çelişkilerini ve ikili rolünü anlamak
zorundayız. İslam İslamcılık yani politik bir hareket olarak İslam 20.
Yüzyılın modern bir olgusudur. Bu konuda öncül olan bazı düşünürler, 19.
Yüzyılda eserler vermeye başlamış olmalarına rağmen ilk gerçek kitle hareketi
bir yüzyıl sonra ortaya çıktı. Bu durum, İslamcılığın yayılmasının emperyalizme
karşı mücadeleye bağlı olmasından kaynaklanıyor. Mısır'da Müslüman Kardeşler,
burjuva ulusalcı Wafd Partisinin İngiliz emperyalizmiyle uzlaşması ve
1920'lerdeki işçi mücadelelerini satması üzerine 1930-40'larda gelişti.
Laik ve özellikle sol anti emperyalist hareketlerin ya başarısız olması
ya da hareketi satması İslamcı hareketlerin gelişmesine zemin hazırladı.
Örneğin Hamas, Filistin Kurtuluş Örgütü'ne karşı İsrail devleti tarafından
finanse edildi. Ancak FKÖ'nün İsrail ile uzlaştığı noktadan itibaren Hamas
anti-İsrail militanlığı için bir çekim gücü haline geldi. Aynı şekilde,
Cezayir'de sol 1988 sonrası gelişen ekmek fiyatlarındaki artışa karşı
mücadeleye sahip çıkmadı. Cezayir solu laik ve ilerici düzenin savunulabileceğini
düşünüyordu. Ekmek zammına karşı hareketin liderliğini ışık hızıyla büyüyen
İslamcılara terk ettiler. İran'daki sol ise başka türlü bir hata yaptı.
Humeyni'yi "ilerici" olarak adlandırıp Şah karşıtı harekete
liderlik etmesine izin verdi. Humeyni ise İran Devrimi'ni gerçekleştiren
işçilerin yarattığı konseylerin (Şura) sınıf kompozisyonunu sistematik
olarak muğlaklaştırdı, bu şekilde zayıflattıktan sonra da sistematik bir
şekilde solu kesti. Bu deneyimler İslâmcı hareketlerin, solun başarısızlığı
üzerine geliştiğini gösteriyor. Ancak İslâmi hareket, anti-emperyalist
mücadeleleri başarıya ulaştıracak bir politikaya sahip değildir. Mısır'da
Müslüman Kardeşler kitlelerin özlemine yanıt veremedi ve Mısır'ın İngiltere'den
bağımsızlığını sağlayan Nasır'ın laik subay hareketi oldu. Nasır'ın ve
onun devamcılarının daha sonra emperyalizm ile uzlaşması, İsrail ile antlaşmalar
imzalaması İslamcı harekete yeni bir ivme kattı ve laik başkan Sedat bir
suikast sonucu öldürüldü. Cezayir'de İslâmcı örgüt FİS, 1988 İntifadası'na
liderlik edebildi ancak belediye seçimlerini kazandıktan sonra da temizlik
işçilerinin grevini kırdı. Chris Harman, 'Peygamber ve İşçi Sınıfı' kitabında
İslamcı hareketin sınıf temelini şu şekilde ortaya koyuyor: (i) Eski sömürücüler:
Büyük toprak sahipleri ve köklü zenginler (ii) Yeni sömürücüler: Çok uluslu
şirketler kulübünden dışlanan kapitalistler (iii) Yoksullar, özellikle
de kent yoksulları, (iv) Harman'ın yeni orta sınıf diye adlandırdığı,
çoğunlukla üniversite düzeyinde eğitim almış ama insanca bir yaşam standardına
ulaşabilecek bir işe sahip olamayan, kendi yaşamlarının ve yaşadıkları
ülkenin geri kalmışlığından sıkıntı duyanlar. İslamcı hareket, bu kesimlere
geriye değil ileriye doğru bir yol gösteriyor. İslam'ın Altın Çağı'na
referanslar yapılsa da İslamcı hareket, modern dünyanın bir hareketi.
İslamcı hareket bu kesimlere dini bir ulusalcılık, kimlik gururu, istedikleri
gibi bir yaşama kavuşamamanın başarısızlığına bir yanıt sunuyor. Bazı
koşullarda aynı kesimler faşist hareketin de toplumsal tabanını oluşturabiliyor.
Ancak bu İslamcı hareketin faşist olduğu anlamına gelmiyor. Arjantin'de
Peronizm de aynı toplumsal tabana sahip olmasına rağmen işçiler faşist
rejimlerde mümkün olmayan ücret artışları ve haklara sahip oldular. Faşizm,
işçi sınıfı hareketini yıkmak ve sınıfı atomize etmek üzere hizmetlerini
kapitalizme sunarken İslamcı hareket emperyalizme ve etkilerine karşı
mücadele için kendini ezilenlere sunuyor. İslamcılar bazen sola karşı
şiddet kullanıyor, bazen de İran'da olduğu gibi katliama gidiyorlar. Ancak
sosyalistlerin "bunlar hepimizi keser" demesi sadece pasiflik
yaratır. Katil olan sadece İslamcı hükümetler değildir. Ünlü Alman devrimci
Rosa Lüksemburg'u öldüren hükümet sosyal demokratların kontrolündeydi.
(Burada tabii ki İslamcıların sosyal demokrat olduğunu tartışmaya çalışmıyoruz.)
İslamcıların emperyalizme muhalefeti kendilerini kültürel anti-emperyalizm
ile sınırlamaları nedeniyle zaafa uğruyor. Ancak bu da sadece İslamcı
harekette görülen bir zayıflık değil. McDonalds'a karşı kampanya yapmanın
çok iyi nedenleri olduğu tartışılmaz. Şirket işçileri acımasızca sömürüyor,
sattığı yiyeceklerin besin değeri düşük, ürünleri çevreye zarar veriyor,
vs. McDonalds'ın Amerikan kültürünün ürünü olduğu vurgusu ise kampanyayı,
etkisini ve değerini düşürüyor. Vietnam savaşına karşı inşa edilen ve
savaşı durduran hareket de Amerikan kültürünün bir parçasıdır. İslâmcı
hareketin içinde barındırdığı çelişkiler onu iki ayrı alanda bölünmeye
açık hale getiriyor. Bölünmenin bir alanı- barışçıl, reformist mücadele
taktiği ile şiddete başvuran yöntem arasında çiziliyor. İkinci alan ise
hedefin dini bütün olmayanlar mı, devlet mi olduğu konusundaki tercih
nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu iki bölünme hattı eşgüdümlü ilerlemiyor.
İslâmcı hareket bu çelişkilere rağmen büyüyorsa bunun gösterdiği tek şey
daha tutarlı bir alternatifin yokluğudur. Harman, sosyalistlerin İslamcılara
karşı alması gereken tutumu şu şekilde özetliyor: "Sosyalistler küçük
burjuva ütopyacıları baş düşman olarak değerlendiremezler. Onlar uluslararası
kapitalist sistemden, milyarlarca insanın kör bir birikime tabi tutulmasından,
tüm kıtaların bankalar tarafından yağmalanmasından veya 'yeni dünya düzeni'nin
ilanından bu yana korkunç savaşlara yol açan makineleşmeden sorumlu değillerdir..."
Mısır, Cezayir, Türkiye gibi ülkelerdeki yoksulluk, eziyet, tutuklama,
insan hakları ihlalleri, İslamcılar yarın ortadan kalksa bile, varolmaya
devam edecektir. Bu nedenlerle sosyalistler İslamcılara karşı devleti
destekleyemezler. Laik değerlerin tehdit edilmesi nedeniyle devleti destekleyenler,
İslamcıların solu "toplumun en yoksul kesimlerine karşı 'ezenlerin'
'dinsiz' ve 'laik' komplosunun bir parçası" olarak tanımlamalarını
kolaylaştırmaktadırlar. Bu anlayışta olanlar, halk yığınları için hiç
bir şey yapmayan rejimleri "ilerici" diye överek İslamcıların
büyümesini sağlayan Cezayir ve Mısır solunun yaptığı hataları tekrarlarlar.
Onlar devletin laik değerlere verdiği desteğin geçici olduğunu da unuturlar.
Yeri geldiğinde şeriatın özellikle halka ağır cezalar verebilecek kısımlarını
uygulamak için İslamcı liderlerle işbirliği yapar, karşılığında da baskılara
karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanan radikallerin kuyusunu kazarlar.
Sosyalistler, demokrasinin en kararlı ve tutarlı savaşçıları olmak zorundadırlar.
Bazen bu mücadelede kendimizi İslamcılarla aynı saflarda bulabiliriz.
Kılık kıyafet özgürlüğü ya da seçim yasakları bunlardan birisidir. Bazen
de İslamcı hareketin karşısında yer alırız. Ancak hiçbir zaman devletin
yanında İslamcılara karşı yer almamalıyız. Türkiye'de İslamcılık Sık sık
şeriatçıların bizi karanlık çağa geri götürmek istedikleri savını duyuyoruz.
Türkiye tarihi bu savı desteklemek üzere sürekli yeniden yazılıyor. Geçen
yüzyılın başlarında yaşanan üç olay İslamcılığın gerici bir güç olduğuna
dair kanıt olarak kullanılır. 31 Mart Olayları Yeni takvimle 13 Nisan'da
başlayan olaylar ilk kez parlamenter demokrasi getiren 1908 Tanzimatı'nı
yok etmek isteyen bir karşı devrim girişimiydi. 1908 Devrimi Türk, Yunan
ve Ermeni halklarının kitlesel desteğine sahipti. Karşı devrim, devrimde
kaybeden grupların desteğiyle tezgahlanmıştı. Bu gruplar, 1908 Devrimi'yle
tasfiye edilen sadık ordu subayları ve sarayla güçlü bağları olanlardı.
Darbe girişimi sırasında bazı askerlerin şeriatın geri getirilmesi lehinde
sloganlar attıkları doğrudur. Ancak Jön Türkler şeriat mahkemelerini kapatmamışlardı
ve 1916'ya kadar da kapatmayacaklardı. Darbe girişiminin asıl nedeni mutlak
monarşi sistemini geri getirmekti. Karşı devrim, ordunun çoğunluğunun
devrime sadık kalması üzerine başarısızlığa uğratıldı. Darbe girişimi
sırasında parlamento İstanbul'dan kaçtı. Darbe başarısızlığa uğrayınca
darbeyi destekleyenler kaçmak zorunda kaldı. İstanbul limanından çıkan
her gemi "Mutlakiyetçi Paşalar, varlıklı kesimler, zengin Rum ve
Ermeniler" ile tıka basa doluydu. Hıristiyan kesimler tarafından
desteklenmiş bu darbe girişimi "İslamcı" olabilir mi! Şeyh Sait
Ayaklanması Şeyh Sait Ayaklanması'nın hilafet ve şeriatı geri getirmek
isteyen bir irtica hareketi olduğu söylenir. Ayaklanma o kadar büyüktü
ki bastırılması için ordunun yarısı harekete geçirildi. İstiklal Mahkemeleri
isyanın bastırılmasının bir parçasıydı ve Şeyh Sait dahil 660 kişi ölüme
mahkum edildi. 15 bin 200 kişi de çatışmalar sırasında öldü. Şark İstiklal
Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit Bey, Şeyh Sait'i ölüme mahkum eden kararı
okurken şunları söyledi: "Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir
zümreyi alet, kiminiz ecnebi kışkırtması ve siyasi hırslarını rehber ederek,
hepiniz bir noktaya yani 'müstakil Kürdistan' teşkiline doğru yürüdünüz".
Hükümet de başka bir şey iddia etmiyordu. Fethi Bey (Okyar) Meclis'te
şunları söyledi: "Olay padişahlığı, Hilafeti ve Abdülmecid'in oğullarından
birinin saltanatını sağlamak gibi gerici propaganda altında Kürtçülük'tür.
Genel durum budur." Menemen Olayı Aralık 1930'da İzmir Menemen'de
meydana gelen olaylar "irtica"ya bir örnek olarak gösterilir.
Mustafa Kemal 1930'da Fethi Okyar aracılığıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası
adı altında resmi bir muhalefet partisi kurulmasına izin verdi. Böylece
tek partili rejime demokratik bir görünüm verilecek ve muhalefetin kendini
ifade etmesi için güvenli bir kanal sağlanacaktı. Ancak Fethi Bey her
Anadolu'ya gittiğinde halkın içinde yaşadığı koşullardan şikayet eden
kitlesel gösterileriyle karşılanıyordu. İzmir'e gittiğinde de grevler
yaşandı. İnsanlar göstermelik değil, gerçek demokrasi istiyorlardı. Ancak
hükümet bu demokrasi deneyinin fazla ileri gittiğini düşünerek Serbest
Cumhuriyet Fıkrası'nı 17 Kasım 1930'da kapattı. Bir ay sonra ise Menemen'de
Nakşibendi Derviş Mehmet, Cuma namazından sonra meydana yürüyerek şeriat
ve hilafetin geri getirilmesini istedi. "Modern Türkiye" kitabının
yazarı Feroz Ahmad gelişen olayları söyle anlatıyor: "Yerel halk
tarafından nefret edilen jandarmada yedek subay olan Fehmi Kubilay ortalığı
sakinleştirmek üzere görevlendirildi. Ancak Derviş Mehmet tarafından başı
kesildi. Kafası bir değneğe geçirilerek kasaba sokaklarında dolaştırıldı."
Ancak bu olayı tek parti diktatörlüğüne geri dönüldüğü, grev ve gösterilerin
yaşandığı bir ortamda değerlendirirsek işin rengi bir hayli değişiyor.
Derviş Mehmet ve beş kişinin öldüğü olaylardan sonra 31 kişi İstiklal
Mahkemesi tarafından ölüme mahkum edildi. İdam edilenler arasında Musevi
bir esnaf bile vardı! Diğerlerinin büyük çoğunluğu ise Balkanlardan yeni
gelmiş göçmenlerdi. Mustafa Kemal ve Kemalist yazarlardan Yakup Kadri
(Karaosmanoğlu), "Menemen halkının ya pasif izleyici" (Kadri)
ya da "gericilerin vahşetini alkışlayan ve teşvik eden" (Mustafa
Kemal) olduğunu söylüyorlardı. Bu fanatik bir azınlığın işi değildi, irtica
olayına da hiç benzemiyor. Tarihte öne çıkartılan bu üç olay irticanın,
bizi Ortaçağa geri götürmek isteyen mutlak gerici bir güç olduğu konusunda
bir şablon bulunmadığını gösteriyor. Burada üç olay söz konusu: Mutlakiyetçi
bir karşı devrim, bir Kürt isyanı ve baskının arttığı bir ortamda halkla
güvenlik güçleri arasında bir çatışma. Her olayda da dini bir ifade söz
konusu.
Antikapitalist; Sayı 19; Ekim
2002
'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |
|