|
Seçim sonuçları
ne anlatıyor
Seçim sonuçları, toplumda biriken ÖFKE ve HOŞNUTSUZLUĞU bir kez daha
ortaya koydu. Koalisyon hükümetinin uyguladığı IMF politikaları, DSP,
MHP ve ANAP'ın toplam 12 milyondan fazla oy kaybetmesine neden oldu. Toplum,
koalisyon hükümetinde yer alan partileri cezalandırdı. Hükümeti oluşturan
partilerin 1999 seçimlerinde 16.649.182 (yüzde 53,5) olan oy sayısı, 4.638.261'e
(yüzde 14,75) düştü. Bu sonuç, toplumdaki öfke ve hoşnutsuzluğu yansıtıyor.
Ancak, ekonomik krizin yarattığı bu hoşnutsuzluk, kendisini RADİKAL bir
şekilde ifade etmedi. IMF politikalarına açıkça kafa tutan DEHAP, ÖDP,
SP, BBP gibi partiler rağbet görmezken, "IMF ile ilişkiler devam
edecek" gibi ılımlı açıklamalar yapan AKP ve açıkça IMF'cilik yapan
CHP oylarında patlama yaşandı. Bu durum, toplumun politik yöneliminde
ikili bir hareket olduğunu gösteriyor. Bu ikili hareket, "MERKEZDEN
KAÇIŞ" ve "UÇLARDAN MERKEZE KAYIŞ" olarak tanımlanabilir.
Merkezden kaçış Bitip tükenmek bilmeyen yoksulluk ve işsizlik ile yolsuzluklar
karşısında "sıkın dişinizi çözeceğiz" diye arka arkaya uygulanan
IMF programları, geniş kitlelerin refahını artırmak bir yana daha da kötüleştirdi.
Bu durum, seçmenin yıllarca büyük bir sabır ve beklentiyle oy vererek
iktidara getirdiği geleneksel partilerden koparak daha radikal uçlara
kaymasına neden oldu. Merkez sağ ve sol politikaları temsil eden geleneksel
partiler ANAP, DYP, DSP ve CHP'nin 1991, 95, 99 ve 2002 seçimlerinde aldıkları
oyların toplamı sırasıyla şöyle oldu: % 82.04, % 64.18, % 56.13, % 35.28.
Sağ radikalizm Merkez sağdaki geleneksel partilerin oyları 1995 seçiminden
bu yana hissedilir biçimde azalmakta. Geleneksel merkez sağ partiler olan
ANAP ve DYP'nin 1991, 95, 99 ve 2002 seçimlerindeki oy oranları sırasıyla
şöyle: %51.04, %38.83, %25.28, % 14.67. 1990'lı yıllarda daha radikal
çözüm önerilerine kayanlar için sağda İslami hareket ve faşist hareket
çekim gücü oluşturdular. Sağ radikalizm, 1995 yılı seçimlerinde, İslami
hareket etrafında toplandı. RP % 21.38 oy aldı. İslami hareketi gerileten
28 Şubat sürecinin ardından yapılan 1999 seçimlerinde sağ radikalizmin
adresi faşist parti MHP oldu. Milliyetçi histeri rüzgarını da arkasına
alan MHP, bu seçimde büyük bir patlama yaparak, yüzde 19.46 oy aldı. Merkez
sağ partilerdeki 13,5 puanlık oy kaybının (%38.83'den %25.23'e) büyük
bölümü için çekim merkezi olan MHP, devlet karşısında geri çekilen İslami
hareketin tabanından da 5 puan kadar oy almıştı. Son seçim, merkez sağdan
kaçışın devam ettiğini gösterdi. ANAP ve DYP'nin 1999 yılında 7.868.346
(yüzde 25,28) olan toplam oyu, 3.008.942'e (yüzde 14,71) düştü. Bu partiler,
4 milyon kadar yeni seçmen de hesaba katıldığında, oldukça ciddi bir çöküş
yaşadı. Merkez sağın geleneksel oylarının yeni adresi, AKP oldu. Bu kez
sağda çekim merkezi yaratan güç, önceki yıllardaki gibi radikal bir parti
değil. AKP, toplumsal öfkeyi radikal bir muhalefet olarak örgütleyen İslami
hareketin içinden gelmesine karşın, RP ya da MHP gibi radikal bir parti
değil. Tam tersine, devletle çatışmasında yenik düşen İslami hareketin
tabanındaki merkeze kayışın (ılımlılaşmanın) temsilcisi. Ancak AKP'nin
merkeze kayışı ne denli büyük olursa olsun, merkez sağın tabanının AKP'ye
yönelişi, bu kesim için sağa doğru bir RADİKALLEŞMEYİ ifade ediyor. Samimi
bir şekilde devlete bağlı olan, kurulu düzeni savunmak konusunda oldukça
muhafazakar olan DYP ve ANAP seçmeninin, devletle kavgalı, liderinin milletvekili
olmasına bile izin verilmeyen, kapatılma tehdidi altındaki bir partiye
yönelişi, sistemin merkezindeki politikalardan uzaklaşmayı, görece radikal
çözüm arayışını temsil ediyor. Sağda de-radikalizasyon Merkez sağın tabanından
AKP'ye gidenlerin bir düzeyde radikalleşmesine eş zamanlı olarak "uçlardan
merkeze kayış" yaşandı. Türkiye'de 1990'lı yıllarda yükselen İslami
hareket, 28 Şubat Muhtırası sonrası, başta generaller olmak üzere yönetici
sınıfla karşı karşıya gelince adım adım geri çekildi. Hareket, bir bütün
olarak radikal söyleminden uzaklaştı, ılımlılaşarak merkeze doğru kaydı.
Geleneksel olarak sağ muhafazakar kesimler içinde örgütlenen, militanları
ağırlıklı olarak küçük sermaye sahipleri (esnaf, çiftçiler, küçük işletme
sahipleri) ve yeni orta sınıftan (serbest çalışan mühendis, avukat, doktor
vb. orta düzey yöneticiler) oluşan İslami hareket, 1990'larda öğrenciler
arasında da geniş bir militan ağı oluşturdu. İslami hareketin militanları
arasında gençlerin sayısındaki artış ve seçimlerde kazanılan başarılar,
militanların güvenini arttırmıştı. 1995 seçimlerinde oylarını "adil
düzen" programı ve sosyal bir hareketin örgütlü gücüyle yükselten
İslami hareketin liderliği 28 Şubat Muhtırası karşısında neredeyse hiç
mücadele etmeden teslim oldu. Hareketin liderliği çatışmaktan kaçınıp
uzlaşmayı tercih ederken sokağa çıkan taban da yenildi. Türban ve imam
hatip ortaokullarının kapatılması konularındaki mücadelede yenik düşen
tabanın, "kazanabiliriz" umudu kırıldı, mücadele etme güveni
sarsıldı. Bu süreçte bir bütün olarak radikallikten uzlaşmacılığa, uçtan
merkeze doğru kayan İslami hareket, liderliğinde yaşanan çatışmalar ve
devlet basıncı nedeniyle sonunda bölündü. Tayyip Erdoğan ve ekibi, "değiştik"
söylemi ve bu söyleme uygun tutumlarıyla sermayedarlar, generaller ve
hakimler başta olmak üzere, yönetici sınıfla çatışmaktan özel olarak kaçındı.
AKP, İslami hareketin tabanında yaygın olan "çatışmaktan kaçınma"
hissinin temsilcisi oldu. Hareketin diğer kanadı SP ise tabandaki daha
çatışmacı-mücadeleci kesimin temsilcisi oldu. Saadet Partisi, IMF ve savaş
karşıtı söylemine rağmen İslami hareketin tabanından çok az oy alabildi.
AKP ise türban gibi en geleneksel konularda dahi hiç bir şey vaat etmeden
bu kesimin oylarının neredeyse tamamını kazandı. İslami hareketin oylarının
SP yerine AKP etrafında toplanması, hareketin tabanındaki de-radikalizasyonun
somut ifadesidir. İslami hareket bir bütün olarak radikal uçtan merkeze
(ılımlı politikalara) kaydı. MHP ve GP Eş zamanlı yaşanan merkezden kaçış
ve merkeze kayışın bir başka göstergesi, MHP ve merkez sağ partilerin
kaybettiği tabanın bir kısmını toparlayan GP'nin yaptığı oy patlamasıdır.
MHP liderliği hükümet ortağı olduğu süreçte büyük sermayenin programını
uyguladı ve saldırgan faşist tabanını kontrol etmekte üstün bir performans
sergiledi. MHP'nin geleneksel tabanını de-radikalize ettiği bu koşullarda
aşırı sağa doğru radikalleşen yeni ve örgütsüz seçmen Uzanlar'ın sağ popülist
söylemlerini ve seçim kampanyasını ödüllendirdi.
AKP’nin başarısı ve açmazları
Politik yelpazenin sağındaki "uçtan merkeze" ve "merkezden
uca" doğru kayışları bir noktada buluşturabilen AKP, birbirinden
farklı bu iki dinamiğin üzerinden yükseldi. Geleneksel merkez sağdan AKP'ye
kayanlar, ekonomik krizin hayatlarında yarattığı tahribatın onarılmasını
bekliyor. İslami hareketin geleneksel tabanı ise Refah Partisi sürecinde
mücadeleyle kazanamadıklarını (türban, imam hatipler, İslami değerlerin
hegemonyası) ılımlı bir liderlikle elde edebilme beklentisi içinde. Tek
başına AKP'yi iktidara taşıyanların beklentileri, seçim sonrası daha da
artmış durumda. AKP'nin bu beklentilere yanıt verebilmesi, yönetici sınıf
ile karşı karşıya gelmesini gerektiriyor. Çünkü yönetici sınıfın ve AKP'ye
oy verenlerin hükümetten beklentilerini bir potada eritmek mümkün değil.
Bu beklentiler arasındaki uçurum ve çelişkiler istikrarsızlığın yeni bir
boyutta devam etmesi anlamına geliyor. Uluslararası düzeyde yaşanan ekonomik
kriz ve savaş ortamı, bu istikrarsızlığı daha da derinleştirecektir. AKP,
seçimlerden hemen sonra, önceki hükümetten devraldıkları ekonomik programın
esasını teşkil eden AB, özelleştirmeler, kamunun küçültülmesi, işten çıkarmalar
vb konularda uygulamayı hızlandırarak devam ettireceğini açıkladı. Bizleri
bu programa ikna etmek için ağzımıza sürdükleri bir parmak bal ise, demokratikleşme
konusundaki vaatleri oldu. Toplumdaki demokrasi ihtiyacı o denli yüksek
ki, AKP'nin bu yaklaşımı ne yazık ki etkili oldu. Ekonomik saldırılara
maruz kalacağı açıkça ilan edilen emeğin en örgütlü güçleri bile yönetici
sınıfın yarattığı "bekleyip görelim" kervanına katıldı.
MERKEZ SOLDAN KAÇIŞ
"Merkezden kaçış" eğilimi, politik yelpazenin solunda da görülüyor.
Merkez solun geleneksel partileri DSP ve CHP'nin (1991 seçimlerindeki
SHP oyları CHP olarak değerlendirilmektedir) 1991, 95, 99 ve 2002 seçimlerindeki
toplam oyları sırasıyla şöyle oldu: % 31.00, % 25,35, % 30.90, % 20.61.
Milliyetçi histerinin doruğa ulaştığı 1999 seçimleri öncesinde DSP milliyetçilik,
CHP ise laik cephecilik üzerinden sağa doğru kaydılar. Neo-liberal politikaları
da kayıtsız kabulle birleşen bu kayış merkez solun geleneksel tabanı ile
kopuşunu artırdı. Kendisini merkez solda tanımlayan partiler, 1999 seçimlerinde
toplam 9.751.861 (yüzde 31,34) oy almışken, bu seçimde CHP, DSP ve YTP
sadece 6.861230 (yüzde 21,82) oy alabildi. Böylece DSP seçmeninin ağırlıklı
olarak CHP'ye geri döndüğü bu seçimde, merkez solda 2.890.361 oyluk (yüzde
29,64) bir kayıp oldu. Solun bu durumunun birinci nedeni, merkez solda
duran CHP ve DSP gibi partilerin ezilenlere ve emekçilere sırtını dönerek
yönetici sınıfın işlerini yapmayı görev edinmiş olmasıdır. Bu politikanın
özünü oluşturan üç nokta var: 1) Kapitalizmin uluslararası düzeydeki yeni
saldırısının ideolojisi olan neo-liberal politikalara teslim olmak. 2)
Kürt sorununda, 1991 seçimleri sonrası devletten yana tutumu keskinleştirip
sağı güçlendiren milliyetçilik (=ulusalcılık) fikrini beslemek. 3) İslami
harekete saldıran 28 Şubat sürecinde laik cephede yönetici sınıfla saf
tutarak muhalif bir hareketin ezilmesine yardımcı olmak. Yönetici sınıfın
toplumsal muhalefete saldırmak için kullandığı son 10 yıldaki en önemli
ideolojik silahları olan neo-liberalizm, laik cephecilik ve milliyetçiliğin
genel olarak solda yarattığı etki, solun kendi mezarını kazmasına neden
olmuştur. Devlete karşı muhalefetin temsilcisi olması gereken, sermayeye
karşı emekçileri savunması gereken, ezenlere karşı ezilenlerin yanında
olması gereken sol, bu nedenle kendi tabanından bile kopmuştur. Bu durum
merkez sol partilerin bir kısmının çökmesine ve merkez solun toplam oylarının
önemli ölçüde kaybedilmesine neden oldu. 1999 seçimlerinde DSP'nin, 2002
seçimlerinde ise CHP'nin meclise girmesini sağlayan faktör, seçim öncesi
dönemde hükümette yer almaması nedeniyle kendiliğinden kazandıkları muhalif
kimliktir. Her iki parti de, hükümetlerin uyguladığı politikalardan yılan,
ama radikalleşmeyen sol seçmenin gittikçe azalan desteğiyle yetinmek zorunda
kalmıştır.
Radikalleştiremeyen sosyalist sol
Ancak merkez soldan "kaçan" oyların adresi, ne yazık ki daha
solda duran DEHAP ya da ÖDP gibi partiler olmadı. DSP'nin uyguladığı IMF
politikalarından ve CHP'nin Derviş'i transfer etmesinden rahatsız olan
büyükçe bir sol seçmen kitlesi sandığa gitmedi. Bunun nedeni radikal solun
çekim gücü yaratamamasıdır. Bu ise toplam sol oyların dibe vurması sonucunu
doğurdu. Kendisini solda tanımlayan (Kürt hareketi ve sosyalist sol dahil)
bütün partilerin oyları 1999 seçimlerine göre toplam 2,507,337 azaldı.
Seçmen sayısındaki 4 milyonluk artış da hesaba katılırsa sol oylardaki
düşüşün ne denli büyük olduğu daha iyi görülüyor. Merkez solun ihanetinin
yarattığı hayal kırıklığı ve öfkeyi daha solda bir alternatif etrafında
toparlayamamak ise Türkiye'de kendisini sosyalist olarak tanımlayan kesimin
sorumluluğundadır. 1991 seçimlerine Kürt hareketi ile ittifak yaparak
giren merkez soldaki SHP'nin, iktidar ortağı olarak uyguladığı politikaların
yarattığı hayal kırıklığı, Kürt illerindeki tabanını önemli ölçüde yitirmesine
neden oldu. Bu taban kendisini en iyi ifade eden HEP, DEP ve HADEP'e kaydı.
Kürt illerinde görülen bu "radikalleşme" ne yazık ki batıda
yaşanmadı. Sol tabanın Türkiye'deki gidiş gelişleri, DSP ve CHP arasındaki
kaymalarla sınırlı kaldı. Radikal solda bir çekim merkezi doğmadı. Ekonomik
kriz nedeniyle yoksulluğun arttığı, yolsuzluklara öfkenin, mevcut partilere
ve devlete güvensizliğin bu denli yükseldiği bir ortamda radikal solun
alternatif olarak tekrar sahneye çıkması çok mümkündü. Ancak kendisini
sosyalist olarak tanımlayan kesimler, birleştiren ve kazanabiliriz duygusu
yaratan çekim gücü yaratamadılar. Bu başarısızlık, sayısal yetersizliklerinden
çok politik hatalardan kaynaklanıyor. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan
grupların da, tıpkı merkez sol gibi, milliyetçi (sol söylemle 'ulusalcı')
ve laik cepheci fikirlerin etkisi altında sağa kayışı bu hataların bir
kısmını açıklar. Ancak bunun yanı sıra ve en az bunun kadar önemli bir
hata daha vardı: Bu kesimin, kendi grup çıkarları üzerinden, "benim
partimin bayrağı altında, benim önderliğimde" yaklaşımını dayatması.
Oysa solu büyütecek olan temel şey, bir yandan bizi düşmanımızın kuyruğuna
takan milliyetçilik ve laik cepheciliğe karşı sıkı durmak, diğer yandan
da ortak talepler etrafında "BİRLEŞTİREN" işler yapmaktı. Burada
bahsedilen "BİRLEŞTİREN" işler, "BİRLİKTE" iş yapmaktan
daha öte bir anlam ifade ediyor. Sosyalist solun "birlikte"
işler yapması yeterli değil. Çünkü bu kesim zaten çok küçük bir azınlık.
Önemli olan, merkez soldan kopan ama kendisini "sosyalist" olarak
tanımlamayan, devrimi mümkün görmeyen kesimleri mücadele alternatifine
kazanacak işler kotarmak. Merkez solun ihaneti karşısında öfkelenen bu
kesimin eve gitmesini, pasifleşmesini engelleyecek, kendine olan güvenini
artırıp umudu yükseltecek olan işler yapmak gerekiyor. Bunun içinde onları
da kapsayacak BİRLEŞTİREN kampanyalar, mücadeleler örmek, küçük de olsa
kazanımlar elde etmek gerekiyor.
Neo-liberalizm, ulusalcılık ve sol
Kapitalist sistemin yarattığı yoksulluk, işsizlik, savaşlar, adaletsizlik
ve ekolojik yıkım devam ediyor. Sermayenin kendi politikalarını kabul
ettirebilmek için son 30 yılda uluslararası düzeyde kullandığı temel ideoloji
neo-liberalizm oldu. Oysa Türk solunun küresel sermayenin politikalarına
yanıtı ne yazık ki büyük ölçüde ulusalcılığa sıkışmış durumda. Ulusal
çözüm önerenler ister istemez en başa "ulusal çıkarları" koyuyorlar.
"Ulus" ise sınıflar ayrımının üzerini örterek işverenle işçinin
ortak çıkarları olduğu fikrini besliyor. Patronların ağzından sık sık
duyduğumuz "hepimiz aynı gemideyiz" söylemi böylece ulusalcı
sol tarafından kabulleniliyor. Kapitalist dünya sisteminin dayatmalarına
karşı "bağımsız Türkiye" söylemiyle kendisini ifade eden yaklaşım,
bir yanıyla emperyalizme duyulan öfkeyi dile getirmekte. Ama bu anti-emperyalist
söylem, eğer anti-kapitalist bir içerikle beslenmiyorsa, yerli kapitalistleri
güçlendirecektir. "Amerikan askeri" olmaya karşı çıkmak, ancak,
kendi devletinin askeri olmaya karşı çıkmakla birleştiğinde emek eksenine
oturabilir. Aksi halde, emek-sermaye ekseninden uzaklaşılır. ABD emperyalizmine
ve savaşına karşı olan emekçiler, yönetici konumdaki sermayenin çıkarlarını
temsil eden "ulusal çıkarlar" uğruna sermayenin peşine takılır.
Büyük kitleler, üretimin bu denli uluslararasılaştığı kapitalizmde, sermaye
birikimi göreli olarak az olan Türkiye gibi ülkeler için, "ulusal"
çözümün daha fazla yoksullaşma anlamına geleceğini, en azından, hissediyorlar.
Ulusal çözüm olmadığı, kapitalist dünya sistemine karşı enternasyonal
bir yanıt vermek gerektiği, bu yanıtın her ülkede ama ulusalcı değil tersine
enternasyonalist bir temelde inşa edilmesi gerektiği fikri ne yazık ki
Türk solunda hakim değil. Türk solunun, Seattle'dan buyana kapitalist
dünya sistemine kafa tutarak büyüyen Küresel Direniş Hareketi'nden öğrenmeye
direnmesi ve bu hareketi küçümsemesinin arkasında yatan da aynı ulusalcı
yaklaşımdır.
Solda de-radikalizasyon Solda hakim hale gelen milliyetçilik ve laik cephecilik,
neo-liberal fikirlerin etkisiyle de birleşince Türkiye'de toplumsal mücadele
zayıfladı. Yaşanan ekonomik krizin yarattığı işsizlik ve yoksullaşmaya,
yolsuzluğa ve adaletsizliğe karşın büyük işçi mücadeleleri olmamasının
arkasında yatan temel neden bu. İslami hareketin de temel mücadele alanlarında
yenilerek geri çekilmesi toplumdaki mücadele etme eğilimini daha da düşürdü.
Bunlarla iç içe yaşanan bir başka önemli bir gelişme ise Kürt sorunu üzerinden
radikalleşenlerin ILIMLILAŞMASI yada de-radikalizasyonu oldu. Gerilla
hareketinin tıkandığı 1990'ların başlarından beri var olan bu eğilim,
PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasından sonra güçlendi. "Sosyalist Kürdistan",
"Vur gerilla vur Kürdistanı kur" sloganları yerini "ne
inkar ne ayrılık, demokratik cumhuriyet" sloganına bıraktı. Kürt
hareketi liderliğinin DEMOKRATİK CUMHURİYET yaklaşımı, hareketin merkeze
(toplumun genelince daha kabul edilebilir hale) doğru kayış sürecini ifade
ediyor.
Ulusalcılığın (=milliyetçilik) etkisi
Kürt hareketinin direngenliği ve gerilla mücadelesinin kısmi başarıları,
1980'lerin sonlarında yükselen işçi hareketiyle birleşmişti. Rüzgar soldan
esiyordu. Bahar eylemleri, madenci grevi, Zonguldak-Ankara yürüyüşü, 3
Ocak 1991 genel grevi, "Zonguldak-Botan elele" havasını artırıyordu.
SHP ve sendikalar, 1980'lerin sonlarında, Kürt sorununun "siyasi
çözümü"nden, "ana dilde eğitim"den bahsediyorlardı. Ancak
1991 Körfez Savaşı, yönetici sınıfın "vatan çıkarları", söylemini
güçlendirerek işçi hareketinin yükselişini durdurdu. "Hepimiz aynı
gemideyiz" propagandası ne yazık ki bir kez daha etkili olmuştu.
Ankara'ya yürüyen onbinlerce madenci ve ailesi, yolun yarısından geri
döndüler. Solun ana gövdesini oluşturan SHP ve sendikaların liderlikleri,
milliyetçi söyleme karşı durmadı. Kendisini genel olarak "yurtsever",
"vatansever", "ulusal" olarak tanımlayan ve bununla
övünme geleneğine sahip olan sosyalist solun savaşa karşı muhalefeti de
bu milliyetçi havayı durduracak bir set öremedi. "Amerikan askeri
olmayacağız", "Kahrolsun ABD-bağımsız Türkiye" yaklaşımı
eğer "Türk askeri olmayacağız", "Türkiye Irak'tan elini
çek" ile birleşmiyorsa milliyetçiliğe hizmet edebilecek açıkları
var demektir. Kazanımlar sağlamış ve kendine güvenli işçi hareketinin
ANAP iktidarını yıkması ve yeni kurulan SHP-DYP hükümetinden beklentilerin
yüksekliği, eylemsizlik eğilimini artırdı. Körfez Savaşı aracılığıyla
yükselen ulusalcı (=milliyetçi) duygular 1991 seçimleri sonrası Kürt hareketinin
imhasına yönelik saldırı için gerekli zemini oluşturdu. SHP listelerinden
TBMM'ye giren Kürt milletvekillerinin cezaevine atılmasıyla simgeleşen
bu süreç, azgın bir milliyetçi hegemonyaya dönüşmeye başladı. Yönetici
sınıfın bu saldırısı öncelikle SHP'yi ve sendikaları etkiledi. O dönem
henüz inşa aşamasında olan KESK'i hariç tutarsak, bu güçler, milliyetçi
havanın etkisiyle "vatanın bölünmez bütünlüğü" söylemine geçtiler.
SHP'nin daha solunda duran sosyalist sol, ne yazık ki yükselen milliyetçi
dalgaya teslim oldu. Devlete ve Kürt hareketine "eşit uzaklıkta durma"
eğilimi teslimiyetin ilk adımı oldu. Sosyalist solun bir kısmındaki bu
politika nedeniyle, Kürt hareketini "emperyalizmin" oyunu olarak
görüp devleti korumak gerektiği, "MHP ile Kürt hareketinin aynı"
olduğu söylemleri kendisini sosyalist olarak tanımlayanlar arasında bile
yerleşmeye başladı. Madalyonun öbür yüzünü oluşturan sosyalist solun başka
bir kesimi ise Kürt hareketini koşulsuz desteklemenin de ötesine geçip
onun kuyruğuna takıldı. Kürt hareketinin Batı'da "gerilla toplama
örgütü" gibi çalışması perspektifi eleştirilmeden kabul edildi, hatta
takdir edildi. Oysa Kürt sorununun çözümü için Batı'da yapılması gereken
en önemli şey milliyetçiliğe karşı tartışmak ve bir "barış cephesi"
inşa etmekti. Ne yazık ki bu politika gerillanın kuyruğuna takılan sosyalist
sol tarafından küçümsendi. KESK liderliği ise işyerlerinde milliyetçi
fikirlerden etkilenen kesimleri kazanma mücadelesinde başarılı olamadı.
Kamu-Sen ve devlet tarafından yapılan "bunlar bölücü" suçlaması
karşısında açıkça tutum alıp tartışmak yerine "kitleselleşebilmek
amacıyla" sağa doğru kaymayı tercih ettiler. Milliyetçi fikirlerin
iki temel olumsuz sonucu oldu: İlki, Türk solu, ulusal çıkarlar nedeniyle
kendi yönetici sınıfıyla aynı saflarda yer alıp onun kuyruğuna takıl.
Böylece bir ulusun ezilmesine destek veren ya da seyirci kalan Türk solu
emek güçlerini kendi yönetici sınıfına karşı birleştiremez hale düştü.
İkinci sonuç ise ilkinin doğrudan ürünü olarak ortaya çıktı. Kürt hareketi,
sorunun çözümündeki en önemli müttefiki olması gereken Türkiye işçi sınıfı
ve soluna güvenini neredeyse tamamen yitirdi. İşçi sınıfının birlikte
hareket etmesini zorlaştıran bu ideolojik bölünmüşlük, sınıfın ve onun
en soldaki temsilcilerinin mücadele etme ve kazanma güvenini zayıflattı.
NEREDE SIKIŞTIK?
Türkiye yönetici sınıfının kitleleri kendi programına ikna etmek için
yakın tarihte kullandığı 3 temel ideoloji, NEO-LİBERALİZM, MİLLİYETÇİLİK
ve LAİK CEPHECİLİK oldu. Yönetici sınıf argümanlarının toplumun genelinde
hakim olması, muhalif hareketlerin kazanması önündeki en büyük engel.
Yönetici sınıfın fikirlerinin hegemonyasını kıracak olan, işçi sınıfının
kitlesel ve militan mücadeleleridir. İşçiler içinde, sınıfın genelini
harekete geçirip sola çekebilecek KİTLESEL büyüklüğe sahip tek güç ise
merkez solun tabanı. Oysa son yıllarda sınıfı bölen, hareketsizleştiren,
mücadele etme isteğini dizginleyen neo-liberal, milliyetçi ve laik cepheci
fikirler sınıfın bu kesiminde de hakim. Bu nedenle 1990'ların başına kadar
yükselen işçi hareketi bir durgunluk içinde. Hemen hemen her toparlanışında,
fikirsel bölünmüşlük nedeniyle kazanamadan ya da kısmi kazanımlarla yetinerek
geri çekildi. Temiz toplum talebiyle yükselen "bir dakika karanlık"
eylemleri, grevli sendika hakkı için yapılan KESK eylemleri, mezarda emekliliğe
ve özelleştirmelere karşı yapılan eylemler 1 Aralık 2000 greviyle yaşanan
yükselişler bu fikirsel ve dolayısıyla örgütsel bölünmüşlük nedeniyle
benzer biçimlerle sönümlendi. Sınıfın bazı sektör ya da bölgelerdeki militan
çıkışları da aynı nedenlerle izole edildi. Kocaeli SEKA ile Beykoz Paşabahçe
fabrikalarının işgali, metal sektöründe 1998 sonundaki mücadele bu izolasyonun
önemli örnekleri arasındadır. Kitleleri sola ve mücadele alternatifine
kazanmanın yolu, öncelikli olarak sosyal demokrasinin tabanında yer alan
bu kesimin kendisine ve mücadeleye olan güvenini artırmak, umudunu yükseltmekten
geçiyor. Bunun önünde engel olan neo-liberal, milliyetçi ve laik cepheci
anlayışlara karşı sıkı bir duruş sergilemek zorundayız. Bu açıdan Kürt
hareketi ile dayanışma içinde olmak, Türk sosyalistleri açısından kritik
bir öneme sahiptir. Yönetici sınıf karşısında Kürt hareketi ile yan yana
duruş, milliyetçiliğe karşı gerekli tartışmayı yapmamızın en vazgeçilmez
yoludur.
28 ŞUBAT’IN GÖLGESİ
Seçimler, radikal İslami hareketi ezen 28 Şubat'ın halen devam eden gölgesi
altında yapıldı. 28 Şubat solun geleceği açısından önemli bir dönüm noktası
oldu. "Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık" hareketi bitti,
yerini İslami harekete karşı generallerin liderliğinde kurulan laik cephe
aldı. Devlet ve onun bel kemiği olan ordunun demokrasi, insan hakları,
örgütlenme, refah gibi temel mücadele alanlarında karşımızda yer aldığı
unutuldu. "Şeriat geliyor" korkusunu yaygınlaştıran generaller
arkalarında dizilmemizi istediler. Ne yazık ki genel olarak sol, bu çağrıya
uydu. Örgütlü işçi sınıfı liderleri İslami hareket karşısında ordunun
sivil kanadı olmaya soyundu. Hatta kendisini sosyalist diye tanımlayan
solun bir kısmı bile generallerin peşinde saf tutmayı ya da pratikte aynı
anlama gelen "tarafsız" kalmayı tercih etti. Toplumsal muhalefetin
en önemli motoru olan işçi sınıfının sol kesimi generallerin arkasında
saf tutunca, emek cephesinin sokak ve eylem gücü derin bir zaafa uğradı.
Askeri müdahaleye karşı direnmeyen, hatta yönetici sınıfla bir olup muhalif
bir hareketin ezilmesine destek veren solun kendine güvenini kaybetmesi
kaçınılmazdı. Emekçilerin ve ezilenlerin her mücadelesinde karşımızda
olan güçlerle saf tutmak, tarihte defalarca olduğu gibi, yine emekçileri
ve solu felç etti. Bu felçlik durumu nedeniyle kazanabileceğimiz mücadeleleri
kaybettik ya da sınırlı kazanımlarla yetindik. Temiz toplum, mezarda emeklilik
ve grevli toplusözleşmeli sendika hakkı konularındaki mücadelelerin sonuçları,
bu durumun en belirgin örnekleridir. Yaşanan ekonomik krizin faturasına
direnen esnaf eylemleriyle aynı günlere denk gelen Emek Platformu eylemlerini
birleştirmedik. Toplumsal altüst oluşun "devleti zayıflatarak şeriatçıların
işine yarayacağı" korkusuyla krize karşı sokağa dökülen kesimi yalnız
bıraktık. Sonuçları çok ağır olan ekonomik krizin faturasını ödemeyi kabullenmemiz
sonucunu doğuran hareketsizliğin siyasi arenadaki bedeli, sağ hegemonyanın
yükselişi olarak karşımıza çıktı. 1999 ve 2002 seçimlerinin sonuçları
bunu doğruluyor. Günlük yaşama hakim olan bu pasiflik, son seçimde geleneksel
sol seçmenlerin önemli bir bölümünün sandığa bile gitmemesi noktasına
ulaştı. Sandıktan çıkan sonuca karşı laik cephecilerin tutumunu Ertuğrul
Özkök 4 Kasım'da şöyle özetliyordu: "Merak etmeyin Ordu var."
Özkök'ün "herkesin hissi" dediği bu durum, "pasifliği"
yansıtıyor.
ÇIKIŞ NEREDE?
IMF programını uygulayacak, işçilere ve sendikalara saldıracak, özelleştirmeler
yapacak ve Bush'un savaşına karşı direnmeyecek sağ bir hükümet ile karşı
karşıyayız. Bizim görevimiz kitlelerin direnme güvenini arttıracak fikirlerin
güçlenmesini sağlamaktır. Örneğin Irak'a yönelik saldırı planlarına karşı
yoğun ama pasif bir muhalefet var. Ancak bu pasif muhalefet savaşı durdurmak
için de, kitlelerin kendine güvenini artırmak için de yeterli değil. Bu
muhalefetin bir kısmını aktifleştirmek bile büyük bir kazanım olacaktır.
Küçük bir azınlık olsa bile aktifleşen bu kesimi, pasif duran büyük kitleyi
aktifleştirecek bir motora dönüştürmeyi hedeflemeliyiz. "Bir şey
yapmalı" diyenlerin hem savaş gibi genel, hem de yerel (gazetemizde
yer alan "kantinime dokunma kampanyası" örneğinde olduğu gibi)
sorunlar etrafında birliğinin sağlanması bu açıdan çok önemlidir. Bu küçük
azınlık, kendisini aşan daha büyük bir kitleyi bir araya getirebilir.
Büyük mücadeleler görmek isteyen herkes, bugün eylemde birliği her ne
kadar küçük de olsa sağlamak ve genişletmek için çabalamalıdır. Sadece
bu fikirlere sahip olmak yeterli değil ne yazık ki. Bu fikirler doğrultusunda
hareket edecek insanların birlikte vurmasını sağlayacak bir örgütlenmeye
de ihtiyacımız var. Büyük mücadeleleri beklemek değil onları inşa etmek
istiyorsak iki işi birlikte yapmak zorundayız: 1) Bu azınlığın büyük çoğunluğu
harekete geçirebilmesi için daha büyük kesimleri kapsayıp aktifleştirecek
ortak talepler etrafında birleştiren mücadeleler inşa etmek. 2) Mücadele
etmek gerektiğini düşünen azınlık içinde devrimci fikirlerin gelişmesine
katkıda bulunmak. Büyüklük önemlidir. Ne kadar büyük olursak o kadar iyi.
Kazanmak istiyorsak çok daha büyük olmalıyız. Solun çok büyük olmadığı
doğru, ancak bu durum hiç bir şey yapamayacağımız anlamına gelmiyor. Sol
küçük de olsa var olan güçleriyle gelecekte büyüyebilecek bir hareketin
tohumlarını atabilir. Küçük kampanyaların gelişimi, olayların akışını
değiştirebilir. Seattle o kadar da büyük değildi ve onun öncesinde örneğin
Londra'da yapılan eylem iki bin kişilikti. Ortak talepler etrafında birleştiren,
merkez soldan kopanları da aktifleştirmeyi hedefleyen kampanyalar teşvik
edilmeli desteklenmelidir. Ama bunun gerçekleşmesini garantilemek istiyorsak
bu konuda net fikirleri olan yeni bir sol geleneğin sabırla inşası dışında
kısa bir yol yok. Soldaki hakim gelenek, ne yazık ki, birleştirmeyi değil;
küçük de olsa kendi grubunun çıkarlarını her şeyin önüne koyuyor. Bu anlayışı
mezara gömecek yeni bir kuşağın kendine güvenini artırmak, sosyalist fikirlerle
örgütlülüğünü yükseltmek zorundayız. Son olarak Floransa'da 1 milyon kişilik
savaş karşıtı eylemi gerçekleştiren Küresel direniş hareketinden ilham
alarak, birleştiren kampanyaları en iyi şekilde yapmalı, sosyalizmi ve
örgütlülüğün gereğini güçlü bir biçimde dile getirmeliyiz.
Antikapitalist; Sayı 20; Aralık
2002
'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |
|