Güncelleme:
03.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Seçim sonuçları ne anlatıyor

Seçim sonuçları, toplumda biriken ÖFKE ve HOŞNUTSUZLUĞU bir kez daha ortaya koydu. Koalisyon hükümetinin uyguladığı IMF politikaları, DSP, MHP ve ANAP'ın toplam 12 milyondan fazla oy kaybetmesine neden oldu. Toplum, koalisyon hükümetinde yer alan partileri cezalandırdı. Hükümeti oluşturan partilerin 1999 seçimlerinde 16.649.182 (yüzde 53,5) olan oy sayısı, 4.638.261'e (yüzde 14,75) düştü. Bu sonuç, toplumdaki öfke ve hoşnutsuzluğu yansıtıyor. Ancak, ekonomik krizin yarattığı bu hoşnutsuzluk, kendisini RADİKAL bir şekilde ifade etmedi. IMF politikalarına açıkça kafa tutan DEHAP, ÖDP, SP, BBP gibi partiler rağbet görmezken, "IMF ile ilişkiler devam edecek" gibi ılımlı açıklamalar yapan AKP ve açıkça IMF'cilik yapan CHP oylarında patlama yaşandı. Bu durum, toplumun politik yöneliminde ikili bir hareket olduğunu gösteriyor. Bu ikili hareket, "MERKEZDEN KAÇIŞ" ve "UÇLARDAN MERKEZE KAYIŞ" olarak tanımlanabilir. Merkezden kaçış Bitip tükenmek bilmeyen yoksulluk ve işsizlik ile yolsuzluklar karşısında "sıkın dişinizi çözeceğiz" diye arka arkaya uygulanan IMF programları, geniş kitlelerin refahını artırmak bir yana daha da kötüleştirdi. Bu durum, seçmenin yıllarca büyük bir sabır ve beklentiyle oy vererek iktidara getirdiği geleneksel partilerden koparak daha radikal uçlara kaymasına neden oldu. Merkez sağ ve sol politikaları temsil eden geleneksel partiler ANAP, DYP, DSP ve CHP'nin 1991, 95, 99 ve 2002 seçimlerinde aldıkları oyların toplamı sırasıyla şöyle oldu: % 82.04, % 64.18, % 56.13, % 35.28. Sağ radikalizm Merkez sağdaki geleneksel partilerin oyları 1995 seçiminden bu yana hissedilir biçimde azalmakta. Geleneksel merkez sağ partiler olan ANAP ve DYP'nin 1991, 95, 99 ve 2002 seçimlerindeki oy oranları sırasıyla şöyle: %51.04, %38.83, %25.28, % 14.67. 1990'lı yıllarda daha radikal çözüm önerilerine kayanlar için sağda İslami hareket ve faşist hareket çekim gücü oluşturdular. Sağ radikalizm, 1995 yılı seçimlerinde, İslami hareket etrafında toplandı. RP % 21.38 oy aldı. İslami hareketi gerileten 28 Şubat sürecinin ardından yapılan 1999 seçimlerinde sağ radikalizmin adresi faşist parti MHP oldu. Milliyetçi histeri rüzgarını da arkasına alan MHP, bu seçimde büyük bir patlama yaparak, yüzde 19.46 oy aldı. Merkez sağ partilerdeki 13,5 puanlık oy kaybının (%38.83'den %25.23'e) büyük bölümü için çekim merkezi olan MHP, devlet karşısında geri çekilen İslami hareketin tabanından da 5 puan kadar oy almıştı. Son seçim, merkez sağdan kaçışın devam ettiğini gösterdi. ANAP ve DYP'nin 1999 yılında 7.868.346 (yüzde 25,28) olan toplam oyu, 3.008.942'e (yüzde 14,71) düştü. Bu partiler, 4 milyon kadar yeni seçmen de hesaba katıldığında, oldukça ciddi bir çöküş yaşadı. Merkez sağın geleneksel oylarının yeni adresi, AKP oldu. Bu kez sağda çekim merkezi yaratan güç, önceki yıllardaki gibi radikal bir parti değil. AKP, toplumsal öfkeyi radikal bir muhalefet olarak örgütleyen İslami hareketin içinden gelmesine karşın, RP ya da MHP gibi radikal bir parti değil. Tam tersine, devletle çatışmasında yenik düşen İslami hareketin tabanındaki merkeze kayışın (ılımlılaşmanın) temsilcisi. Ancak AKP'nin merkeze kayışı ne denli büyük olursa olsun, merkez sağın tabanının AKP'ye yönelişi, bu kesim için sağa doğru bir RADİKALLEŞMEYİ ifade ediyor. Samimi bir şekilde devlete bağlı olan, kurulu düzeni savunmak konusunda oldukça muhafazakar olan DYP ve ANAP seçmeninin, devletle kavgalı, liderinin milletvekili olmasına bile izin verilmeyen, kapatılma tehdidi altındaki bir partiye yönelişi, sistemin merkezindeki politikalardan uzaklaşmayı, görece radikal çözüm arayışını temsil ediyor. Sağda de-radikalizasyon Merkez sağın tabanından AKP'ye gidenlerin bir düzeyde radikalleşmesine eş zamanlı olarak "uçlardan merkeze kayış" yaşandı. Türkiye'de 1990'lı yıllarda yükselen İslami hareket, 28 Şubat Muhtırası sonrası, başta generaller olmak üzere yönetici sınıfla karşı karşıya gelince adım adım geri çekildi. Hareket, bir bütün olarak radikal söyleminden uzaklaştı, ılımlılaşarak merkeze doğru kaydı. Geleneksel olarak sağ muhafazakar kesimler içinde örgütlenen, militanları ağırlıklı olarak küçük sermaye sahipleri (esnaf, çiftçiler, küçük işletme sahipleri) ve yeni orta sınıftan (serbest çalışan mühendis, avukat, doktor vb. orta düzey yöneticiler) oluşan İslami hareket, 1990'larda öğrenciler arasında da geniş bir militan ağı oluşturdu. İslami hareketin militanları arasında gençlerin sayısındaki artış ve seçimlerde kazanılan başarılar, militanların güvenini arttırmıştı. 1995 seçimlerinde oylarını "adil düzen" programı ve sosyal bir hareketin örgütlü gücüyle yükselten İslami hareketin liderliği 28 Şubat Muhtırası karşısında neredeyse hiç mücadele etmeden teslim oldu. Hareketin liderliği çatışmaktan kaçınıp uzlaşmayı tercih ederken sokağa çıkan taban da yenildi. Türban ve imam hatip ortaokullarının kapatılması konularındaki mücadelede yenik düşen tabanın, "kazanabiliriz" umudu kırıldı, mücadele etme güveni sarsıldı. Bu süreçte bir bütün olarak radikallikten uzlaşmacılığa, uçtan merkeze doğru kayan İslami hareket, liderliğinde yaşanan çatışmalar ve devlet basıncı nedeniyle sonunda bölündü. Tayyip Erdoğan ve ekibi, "değiştik" söylemi ve bu söyleme uygun tutumlarıyla sermayedarlar, generaller ve hakimler başta olmak üzere, yönetici sınıfla çatışmaktan özel olarak kaçındı. AKP, İslami hareketin tabanında yaygın olan "çatışmaktan kaçınma" hissinin temsilcisi oldu. Hareketin diğer kanadı SP ise tabandaki daha çatışmacı-mücadeleci kesimin temsilcisi oldu. Saadet Partisi, IMF ve savaş karşıtı söylemine rağmen İslami hareketin tabanından çok az oy alabildi. AKP ise türban gibi en geleneksel konularda dahi hiç bir şey vaat etmeden bu kesimin oylarının neredeyse tamamını kazandı. İslami hareketin oylarının SP yerine AKP etrafında toplanması, hareketin tabanındaki de-radikalizasyonun somut ifadesidir. İslami hareket bir bütün olarak radikal uçtan merkeze (ılımlı politikalara) kaydı. MHP ve GP Eş zamanlı yaşanan merkezden kaçış ve merkeze kayışın bir başka göstergesi, MHP ve merkez sağ partilerin kaybettiği tabanın bir kısmını toparlayan GP'nin yaptığı oy patlamasıdır. MHP liderliği hükümet ortağı olduğu süreçte büyük sermayenin programını uyguladı ve saldırgan faşist tabanını kontrol etmekte üstün bir performans sergiledi. MHP'nin geleneksel tabanını de-radikalize ettiği bu koşullarda aşırı sağa doğru radikalleşen yeni ve örgütsüz seçmen Uzanlar'ın sağ popülist söylemlerini ve seçim kampanyasını ödüllendirdi.

AKP’nin başarısı ve açmazları
Politik yelpazenin sağındaki "uçtan merkeze" ve "merkezden uca" doğru kayışları bir noktada buluşturabilen AKP, birbirinden farklı bu iki dinamiğin üzerinden yükseldi. Geleneksel merkez sağdan AKP'ye kayanlar, ekonomik krizin hayatlarında yarattığı tahribatın onarılmasını bekliyor. İslami hareketin geleneksel tabanı ise Refah Partisi sürecinde mücadeleyle kazanamadıklarını (türban, imam hatipler, İslami değerlerin hegemonyası) ılımlı bir liderlikle elde edebilme beklentisi içinde. Tek başına AKP'yi iktidara taşıyanların beklentileri, seçim sonrası daha da artmış durumda. AKP'nin bu beklentilere yanıt verebilmesi, yönetici sınıf ile karşı karşıya gelmesini gerektiriyor. Çünkü yönetici sınıfın ve AKP'ye oy verenlerin hükümetten beklentilerini bir potada eritmek mümkün değil. Bu beklentiler arasındaki uçurum ve çelişkiler istikrarsızlığın yeni bir boyutta devam etmesi anlamına geliyor. Uluslararası düzeyde yaşanan ekonomik kriz ve savaş ortamı, bu istikrarsızlığı daha da derinleştirecektir. AKP, seçimlerden hemen sonra, önceki hükümetten devraldıkları ekonomik programın esasını teşkil eden AB, özelleştirmeler, kamunun küçültülmesi, işten çıkarmalar vb konularda uygulamayı hızlandırarak devam ettireceğini açıkladı. Bizleri bu programa ikna etmek için ağzımıza sürdükleri bir parmak bal ise, demokratikleşme konusundaki vaatleri oldu. Toplumdaki demokrasi ihtiyacı o denli yüksek ki, AKP'nin bu yaklaşımı ne yazık ki etkili oldu. Ekonomik saldırılara maruz kalacağı açıkça ilan edilen emeğin en örgütlü güçleri bile yönetici sınıfın yarattığı "bekleyip görelim" kervanına katıldı.

MERKEZ SOLDAN KAÇIŞ
"Merkezden kaçış" eğilimi, politik yelpazenin solunda da görülüyor. Merkez solun geleneksel partileri DSP ve CHP'nin (1991 seçimlerindeki SHP oyları CHP olarak değerlendirilmektedir) 1991, 95, 99 ve 2002 seçimlerindeki toplam oyları sırasıyla şöyle oldu: % 31.00, % 25,35, % 30.90, % 20.61. Milliyetçi histerinin doruğa ulaştığı 1999 seçimleri öncesinde DSP milliyetçilik, CHP ise laik cephecilik üzerinden sağa doğru kaydılar. Neo-liberal politikaları da kayıtsız kabulle birleşen bu kayış merkez solun geleneksel tabanı ile kopuşunu artırdı. Kendisini merkez solda tanımlayan partiler, 1999 seçimlerinde toplam 9.751.861 (yüzde 31,34) oy almışken, bu seçimde CHP, DSP ve YTP sadece 6.861230 (yüzde 21,82) oy alabildi. Böylece DSP seçmeninin ağırlıklı olarak CHP'ye geri döndüğü bu seçimde, merkez solda 2.890.361 oyluk (yüzde 29,64) bir kayıp oldu. Solun bu durumunun birinci nedeni, merkez solda duran CHP ve DSP gibi partilerin ezilenlere ve emekçilere sırtını dönerek yönetici sınıfın işlerini yapmayı görev edinmiş olmasıdır. Bu politikanın özünü oluşturan üç nokta var: 1) Kapitalizmin uluslararası düzeydeki yeni saldırısının ideolojisi olan neo-liberal politikalara teslim olmak. 2) Kürt sorununda, 1991 seçimleri sonrası devletten yana tutumu keskinleştirip sağı güçlendiren milliyetçilik (=ulusalcılık) fikrini beslemek. 3) İslami harekete saldıran 28 Şubat sürecinde laik cephede yönetici sınıfla saf tutarak muhalif bir hareketin ezilmesine yardımcı olmak. Yönetici sınıfın toplumsal muhalefete saldırmak için kullandığı son 10 yıldaki en önemli ideolojik silahları olan neo-liberalizm, laik cephecilik ve milliyetçiliğin genel olarak solda yarattığı etki, solun kendi mezarını kazmasına neden olmuştur. Devlete karşı muhalefetin temsilcisi olması gereken, sermayeye karşı emekçileri savunması gereken, ezenlere karşı ezilenlerin yanında olması gereken sol, bu nedenle kendi tabanından bile kopmuştur. Bu durum merkez sol partilerin bir kısmının çökmesine ve merkez solun toplam oylarının önemli ölçüde kaybedilmesine neden oldu. 1999 seçimlerinde DSP'nin, 2002 seçimlerinde ise CHP'nin meclise girmesini sağlayan faktör, seçim öncesi dönemde hükümette yer almaması nedeniyle kendiliğinden kazandıkları muhalif kimliktir. Her iki parti de, hükümetlerin uyguladığı politikalardan yılan, ama radikalleşmeyen sol seçmenin gittikçe azalan desteğiyle yetinmek zorunda kalmıştır.

Radikalleştiremeyen sosyalist sol
Ancak merkez soldan "kaçan" oyların adresi, ne yazık ki daha solda duran DEHAP ya da ÖDP gibi partiler olmadı. DSP'nin uyguladığı IMF politikalarından ve CHP'nin Derviş'i transfer etmesinden rahatsız olan büyükçe bir sol seçmen kitlesi sandığa gitmedi. Bunun nedeni radikal solun çekim gücü yaratamamasıdır. Bu ise toplam sol oyların dibe vurması sonucunu doğurdu. Kendisini solda tanımlayan (Kürt hareketi ve sosyalist sol dahil) bütün partilerin oyları 1999 seçimlerine göre toplam 2,507,337 azaldı. Seçmen sayısındaki 4 milyonluk artış da hesaba katılırsa sol oylardaki düşüşün ne denli büyük olduğu daha iyi görülüyor. Merkez solun ihanetinin yarattığı hayal kırıklığı ve öfkeyi daha solda bir alternatif etrafında toparlayamamak ise Türkiye'de kendisini sosyalist olarak tanımlayan kesimin sorumluluğundadır. 1991 seçimlerine Kürt hareketi ile ittifak yaparak giren merkez soldaki SHP'nin, iktidar ortağı olarak uyguladığı politikaların yarattığı hayal kırıklığı, Kürt illerindeki tabanını önemli ölçüde yitirmesine neden oldu. Bu taban kendisini en iyi ifade eden HEP, DEP ve HADEP'e kaydı. Kürt illerinde görülen bu "radikalleşme" ne yazık ki batıda yaşanmadı. Sol tabanın Türkiye'deki gidiş gelişleri, DSP ve CHP arasındaki kaymalarla sınırlı kaldı. Radikal solda bir çekim merkezi doğmadı. Ekonomik kriz nedeniyle yoksulluğun arttığı, yolsuzluklara öfkenin, mevcut partilere ve devlete güvensizliğin bu denli yükseldiği bir ortamda radikal solun alternatif olarak tekrar sahneye çıkması çok mümkündü. Ancak kendisini sosyalist olarak tanımlayan kesimler, birleştiren ve kazanabiliriz duygusu yaratan çekim gücü yaratamadılar. Bu başarısızlık, sayısal yetersizliklerinden çok politik hatalardan kaynaklanıyor. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan grupların da, tıpkı merkez sol gibi, milliyetçi (sol söylemle 'ulusalcı') ve laik cepheci fikirlerin etkisi altında sağa kayışı bu hataların bir kısmını açıklar. Ancak bunun yanı sıra ve en az bunun kadar önemli bir hata daha vardı: Bu kesimin, kendi grup çıkarları üzerinden, "benim partimin bayrağı altında, benim önderliğimde" yaklaşımını dayatması. Oysa solu büyütecek olan temel şey, bir yandan bizi düşmanımızın kuyruğuna takan milliyetçilik ve laik cepheciliğe karşı sıkı durmak, diğer yandan da ortak talepler etrafında "BİRLEŞTİREN" işler yapmaktı. Burada bahsedilen "BİRLEŞTİREN" işler, "BİRLİKTE" iş yapmaktan daha öte bir anlam ifade ediyor. Sosyalist solun "birlikte" işler yapması yeterli değil. Çünkü bu kesim zaten çok küçük bir azınlık. Önemli olan, merkez soldan kopan ama kendisini "sosyalist" olarak tanımlamayan, devrimi mümkün görmeyen kesimleri mücadele alternatifine kazanacak işler kotarmak. Merkez solun ihaneti karşısında öfkelenen bu kesimin eve gitmesini, pasifleşmesini engelleyecek, kendine olan güvenini artırıp umudu yükseltecek olan işler yapmak gerekiyor. Bunun içinde onları da kapsayacak BİRLEŞTİREN kampanyalar, mücadeleler örmek, küçük de olsa kazanımlar elde etmek gerekiyor.

Neo-liberalizm, ulusalcılık ve sol
Kapitalist sistemin yarattığı yoksulluk, işsizlik, savaşlar, adaletsizlik ve ekolojik yıkım devam ediyor. Sermayenin kendi politikalarını kabul ettirebilmek için son 30 yılda uluslararası düzeyde kullandığı temel ideoloji neo-liberalizm oldu. Oysa Türk solunun küresel sermayenin politikalarına yanıtı ne yazık ki büyük ölçüde ulusalcılığa sıkışmış durumda. Ulusal çözüm önerenler ister istemez en başa "ulusal çıkarları" koyuyorlar. "Ulus" ise sınıflar ayrımının üzerini örterek işverenle işçinin ortak çıkarları olduğu fikrini besliyor. Patronların ağzından sık sık duyduğumuz "hepimiz aynı gemideyiz" söylemi böylece ulusalcı sol tarafından kabulleniliyor. Kapitalist dünya sisteminin dayatmalarına karşı "bağımsız Türkiye" söylemiyle kendisini ifade eden yaklaşım, bir yanıyla emperyalizme duyulan öfkeyi dile getirmekte. Ama bu anti-emperyalist söylem, eğer anti-kapitalist bir içerikle beslenmiyorsa, yerli kapitalistleri güçlendirecektir. "Amerikan askeri" olmaya karşı çıkmak, ancak, kendi devletinin askeri olmaya karşı çıkmakla birleştiğinde emek eksenine oturabilir. Aksi halde, emek-sermaye ekseninden uzaklaşılır. ABD emperyalizmine ve savaşına karşı olan emekçiler, yönetici konumdaki sermayenin çıkarlarını temsil eden "ulusal çıkarlar" uğruna sermayenin peşine takılır. Büyük kitleler, üretimin bu denli uluslararasılaştığı kapitalizmde, sermaye birikimi göreli olarak az olan Türkiye gibi ülkeler için, "ulusal" çözümün daha fazla yoksullaşma anlamına geleceğini, en azından, hissediyorlar. Ulusal çözüm olmadığı, kapitalist dünya sistemine karşı enternasyonal bir yanıt vermek gerektiği, bu yanıtın her ülkede ama ulusalcı değil tersine enternasyonalist bir temelde inşa edilmesi gerektiği fikri ne yazık ki Türk solunda hakim değil. Türk solunun, Seattle'dan buyana kapitalist dünya sistemine kafa tutarak büyüyen Küresel Direniş Hareketi'nden öğrenmeye direnmesi ve bu hareketi küçümsemesinin arkasında yatan da aynı ulusalcı yaklaşımdır.
Solda de-radikalizasyon Solda hakim hale gelen milliyetçilik ve laik cephecilik, neo-liberal fikirlerin etkisiyle de birleşince Türkiye'de toplumsal mücadele zayıfladı. Yaşanan ekonomik krizin yarattığı işsizlik ve yoksullaşmaya, yolsuzluğa ve adaletsizliğe karşın büyük işçi mücadeleleri olmamasının arkasında yatan temel neden bu. İslami hareketin de temel mücadele alanlarında yenilerek geri çekilmesi toplumdaki mücadele etme eğilimini daha da düşürdü. Bunlarla iç içe yaşanan bir başka önemli bir gelişme ise Kürt sorunu üzerinden radikalleşenlerin ILIMLILAŞMASI yada de-radikalizasyonu oldu. Gerilla hareketinin tıkandığı 1990'ların başlarından beri var olan bu eğilim, PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasından sonra güçlendi. "Sosyalist Kürdistan", "Vur gerilla vur Kürdistanı kur" sloganları yerini "ne inkar ne ayrılık, demokratik cumhuriyet" sloganına bıraktı. Kürt hareketi liderliğinin DEMOKRATİK CUMHURİYET yaklaşımı, hareketin merkeze (toplumun genelince daha kabul edilebilir hale) doğru kayış sürecini ifade ediyor.

Ulusalcılığın (=milliyetçilik) etkisi
Kürt hareketinin direngenliği ve gerilla mücadelesinin kısmi başarıları, 1980'lerin sonlarında yükselen işçi hareketiyle birleşmişti. Rüzgar soldan esiyordu. Bahar eylemleri, madenci grevi, Zonguldak-Ankara yürüyüşü, 3 Ocak 1991 genel grevi, "Zonguldak-Botan elele" havasını artırıyordu. SHP ve sendikalar, 1980'lerin sonlarında, Kürt sorununun "siyasi çözümü"nden, "ana dilde eğitim"den bahsediyorlardı. Ancak 1991 Körfez Savaşı, yönetici sınıfın "vatan çıkarları", söylemini güçlendirerek işçi hareketinin yükselişini durdurdu. "Hepimiz aynı gemideyiz" propagandası ne yazık ki bir kez daha etkili olmuştu. Ankara'ya yürüyen onbinlerce madenci ve ailesi, yolun yarısından geri döndüler. Solun ana gövdesini oluşturan SHP ve sendikaların liderlikleri, milliyetçi söyleme karşı durmadı. Kendisini genel olarak "yurtsever", "vatansever", "ulusal" olarak tanımlayan ve bununla övünme geleneğine sahip olan sosyalist solun savaşa karşı muhalefeti de bu milliyetçi havayı durduracak bir set öremedi. "Amerikan askeri olmayacağız", "Kahrolsun ABD-bağımsız Türkiye" yaklaşımı eğer "Türk askeri olmayacağız", "Türkiye Irak'tan elini çek" ile birleşmiyorsa milliyetçiliğe hizmet edebilecek açıkları var demektir. Kazanımlar sağlamış ve kendine güvenli işçi hareketinin ANAP iktidarını yıkması ve yeni kurulan SHP-DYP hükümetinden beklentilerin yüksekliği, eylemsizlik eğilimini artırdı. Körfez Savaşı aracılığıyla yükselen ulusalcı (=milliyetçi) duygular 1991 seçimleri sonrası Kürt hareketinin imhasına yönelik saldırı için gerekli zemini oluşturdu. SHP listelerinden TBMM'ye giren Kürt milletvekillerinin cezaevine atılmasıyla simgeleşen bu süreç, azgın bir milliyetçi hegemonyaya dönüşmeye başladı. Yönetici sınıfın bu saldırısı öncelikle SHP'yi ve sendikaları etkiledi. O dönem henüz inşa aşamasında olan KESK'i hariç tutarsak, bu güçler, milliyetçi havanın etkisiyle "vatanın bölünmez bütünlüğü" söylemine geçtiler. SHP'nin daha solunda duran sosyalist sol, ne yazık ki yükselen milliyetçi dalgaya teslim oldu. Devlete ve Kürt hareketine "eşit uzaklıkta durma" eğilimi teslimiyetin ilk adımı oldu. Sosyalist solun bir kısmındaki bu politika nedeniyle, Kürt hareketini "emperyalizmin" oyunu olarak görüp devleti korumak gerektiği, "MHP ile Kürt hareketinin aynı" olduğu söylemleri kendisini sosyalist olarak tanımlayanlar arasında bile yerleşmeye başladı. Madalyonun öbür yüzünü oluşturan sosyalist solun başka bir kesimi ise Kürt hareketini koşulsuz desteklemenin de ötesine geçip onun kuyruğuna takıldı. Kürt hareketinin Batı'da "gerilla toplama örgütü" gibi çalışması perspektifi eleştirilmeden kabul edildi, hatta takdir edildi. Oysa Kürt sorununun çözümü için Batı'da yapılması gereken en önemli şey milliyetçiliğe karşı tartışmak ve bir "barış cephesi" inşa etmekti. Ne yazık ki bu politika gerillanın kuyruğuna takılan sosyalist sol tarafından küçümsendi. KESK liderliği ise işyerlerinde milliyetçi fikirlerden etkilenen kesimleri kazanma mücadelesinde başarılı olamadı. Kamu-Sen ve devlet tarafından yapılan "bunlar bölücü" suçlaması karşısında açıkça tutum alıp tartışmak yerine "kitleselleşebilmek amacıyla" sağa doğru kaymayı tercih ettiler. Milliyetçi fikirlerin iki temel olumsuz sonucu oldu: İlki, Türk solu, ulusal çıkarlar nedeniyle kendi yönetici sınıfıyla aynı saflarda yer alıp onun kuyruğuna takıl. Böylece bir ulusun ezilmesine destek veren ya da seyirci kalan Türk solu emek güçlerini kendi yönetici sınıfına karşı birleştiremez hale düştü. İkinci sonuç ise ilkinin doğrudan ürünü olarak ortaya çıktı. Kürt hareketi, sorunun çözümündeki en önemli müttefiki olması gereken Türkiye işçi sınıfı ve soluna güvenini neredeyse tamamen yitirdi. İşçi sınıfının birlikte hareket etmesini zorlaştıran bu ideolojik bölünmüşlük, sınıfın ve onun en soldaki temsilcilerinin mücadele etme ve kazanma güvenini zayıflattı.

NEREDE SIKIŞTIK?
Türkiye yönetici sınıfının kitleleri kendi programına ikna etmek için yakın tarihte kullandığı 3 temel ideoloji, NEO-LİBERALİZM, MİLLİYETÇİLİK ve LAİK CEPHECİLİK oldu. Yönetici sınıf argümanlarının toplumun genelinde hakim olması, muhalif hareketlerin kazanması önündeki en büyük engel. Yönetici sınıfın fikirlerinin hegemonyasını kıracak olan, işçi sınıfının kitlesel ve militan mücadeleleridir. İşçiler içinde, sınıfın genelini harekete geçirip sola çekebilecek KİTLESEL büyüklüğe sahip tek güç ise merkez solun tabanı. Oysa son yıllarda sınıfı bölen, hareketsizleştiren, mücadele etme isteğini dizginleyen neo-liberal, milliyetçi ve laik cepheci fikirler sınıfın bu kesiminde de hakim. Bu nedenle 1990'ların başına kadar yükselen işçi hareketi bir durgunluk içinde. Hemen hemen her toparlanışında, fikirsel bölünmüşlük nedeniyle kazanamadan ya da kısmi kazanımlarla yetinerek geri çekildi. Temiz toplum talebiyle yükselen "bir dakika karanlık" eylemleri, grevli sendika hakkı için yapılan KESK eylemleri, mezarda emekliliğe ve özelleştirmelere karşı yapılan eylemler 1 Aralık 2000 greviyle yaşanan yükselişler bu fikirsel ve dolayısıyla örgütsel bölünmüşlük nedeniyle benzer biçimlerle sönümlendi. Sınıfın bazı sektör ya da bölgelerdeki militan çıkışları da aynı nedenlerle izole edildi. Kocaeli SEKA ile Beykoz Paşabahçe fabrikalarının işgali, metal sektöründe 1998 sonundaki mücadele bu izolasyonun önemli örnekleri arasındadır. Kitleleri sola ve mücadele alternatifine kazanmanın yolu, öncelikli olarak sosyal demokrasinin tabanında yer alan bu kesimin kendisine ve mücadeleye olan güvenini artırmak, umudunu yükseltmekten geçiyor. Bunun önünde engel olan neo-liberal, milliyetçi ve laik cepheci anlayışlara karşı sıkı bir duruş sergilemek zorundayız. Bu açıdan Kürt hareketi ile dayanışma içinde olmak, Türk sosyalistleri açısından kritik bir öneme sahiptir. Yönetici sınıf karşısında Kürt hareketi ile yan yana duruş, milliyetçiliğe karşı gerekli tartışmayı yapmamızın en vazgeçilmez yoludur.

28 ŞUBAT’IN GÖLGESİ
Seçimler, radikal İslami hareketi ezen 28 Şubat'ın halen devam eden gölgesi altında yapıldı. 28 Şubat solun geleceği açısından önemli bir dönüm noktası oldu. "Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık" hareketi bitti, yerini İslami harekete karşı generallerin liderliğinde kurulan laik cephe aldı. Devlet ve onun bel kemiği olan ordunun demokrasi, insan hakları, örgütlenme, refah gibi temel mücadele alanlarında karşımızda yer aldığı unutuldu. "Şeriat geliyor" korkusunu yaygınlaştıran generaller arkalarında dizilmemizi istediler. Ne yazık ki genel olarak sol, bu çağrıya uydu. Örgütlü işçi sınıfı liderleri İslami hareket karşısında ordunun sivil kanadı olmaya soyundu. Hatta kendisini sosyalist diye tanımlayan solun bir kısmı bile generallerin peşinde saf tutmayı ya da pratikte aynı anlama gelen "tarafsız" kalmayı tercih etti. Toplumsal muhalefetin en önemli motoru olan işçi sınıfının sol kesimi generallerin arkasında saf tutunca, emek cephesinin sokak ve eylem gücü derin bir zaafa uğradı. Askeri müdahaleye karşı direnmeyen, hatta yönetici sınıfla bir olup muhalif bir hareketin ezilmesine destek veren solun kendine güvenini kaybetmesi kaçınılmazdı. Emekçilerin ve ezilenlerin her mücadelesinde karşımızda olan güçlerle saf tutmak, tarihte defalarca olduğu gibi, yine emekçileri ve solu felç etti. Bu felçlik durumu nedeniyle kazanabileceğimiz mücadeleleri kaybettik ya da sınırlı kazanımlarla yetindik. Temiz toplum, mezarda emeklilik ve grevli toplusözleşmeli sendika hakkı konularındaki mücadelelerin sonuçları, bu durumun en belirgin örnekleridir. Yaşanan ekonomik krizin faturasına direnen esnaf eylemleriyle aynı günlere denk gelen Emek Platformu eylemlerini birleştirmedik. Toplumsal altüst oluşun "devleti zayıflatarak şeriatçıların işine yarayacağı" korkusuyla krize karşı sokağa dökülen kesimi yalnız bıraktık. Sonuçları çok ağır olan ekonomik krizin faturasını ödemeyi kabullenmemiz sonucunu doğuran hareketsizliğin siyasi arenadaki bedeli, sağ hegemonyanın yükselişi olarak karşımıza çıktı. 1999 ve 2002 seçimlerinin sonuçları bunu doğruluyor. Günlük yaşama hakim olan bu pasiflik, son seçimde geleneksel sol seçmenlerin önemli bir bölümünün sandığa bile gitmemesi noktasına ulaştı. Sandıktan çıkan sonuca karşı laik cephecilerin tutumunu Ertuğrul Özkök 4 Kasım'da şöyle özetliyordu: "Merak etmeyin Ordu var." Özkök'ün "herkesin hissi" dediği bu durum, "pasifliği" yansıtıyor.

ÇIKIŞ NEREDE?
IMF programını uygulayacak, işçilere ve sendikalara saldıracak, özelleştirmeler yapacak ve Bush'un savaşına karşı direnmeyecek sağ bir hükümet ile karşı karşıyayız. Bizim görevimiz kitlelerin direnme güvenini arttıracak fikirlerin güçlenmesini sağlamaktır. Örneğin Irak'a yönelik saldırı planlarına karşı yoğun ama pasif bir muhalefet var. Ancak bu pasif muhalefet savaşı durdurmak için de, kitlelerin kendine güvenini artırmak için de yeterli değil. Bu muhalefetin bir kısmını aktifleştirmek bile büyük bir kazanım olacaktır. Küçük bir azınlık olsa bile aktifleşen bu kesimi, pasif duran büyük kitleyi aktifleştirecek bir motora dönüştürmeyi hedeflemeliyiz. "Bir şey yapmalı" diyenlerin hem savaş gibi genel, hem de yerel (gazetemizde yer alan "kantinime dokunma kampanyası" örneğinde olduğu gibi) sorunlar etrafında birliğinin sağlanması bu açıdan çok önemlidir. Bu küçük azınlık, kendisini aşan daha büyük bir kitleyi bir araya getirebilir. Büyük mücadeleler görmek isteyen herkes, bugün eylemde birliği her ne kadar küçük de olsa sağlamak ve genişletmek için çabalamalıdır. Sadece bu fikirlere sahip olmak yeterli değil ne yazık ki. Bu fikirler doğrultusunda hareket edecek insanların birlikte vurmasını sağlayacak bir örgütlenmeye de ihtiyacımız var. Büyük mücadeleleri beklemek değil onları inşa etmek istiyorsak iki işi birlikte yapmak zorundayız: 1) Bu azınlığın büyük çoğunluğu harekete geçirebilmesi için daha büyük kesimleri kapsayıp aktifleştirecek ortak talepler etrafında birleştiren mücadeleler inşa etmek. 2) Mücadele etmek gerektiğini düşünen azınlık içinde devrimci fikirlerin gelişmesine katkıda bulunmak. Büyüklük önemlidir. Ne kadar büyük olursak o kadar iyi. Kazanmak istiyorsak çok daha büyük olmalıyız. Solun çok büyük olmadığı doğru, ancak bu durum hiç bir şey yapamayacağımız anlamına gelmiyor. Sol küçük de olsa var olan güçleriyle gelecekte büyüyebilecek bir hareketin tohumlarını atabilir. Küçük kampanyaların gelişimi, olayların akışını değiştirebilir. Seattle o kadar da büyük değildi ve onun öncesinde örneğin Londra'da yapılan eylem iki bin kişilikti. Ortak talepler etrafında birleştiren, merkez soldan kopanları da aktifleştirmeyi hedefleyen kampanyalar teşvik edilmeli desteklenmelidir. Ama bunun gerçekleşmesini garantilemek istiyorsak bu konuda net fikirleri olan yeni bir sol geleneğin sabırla inşası dışında kısa bir yol yok. Soldaki hakim gelenek, ne yazık ki, birleştirmeyi değil; küçük de olsa kendi grubunun çıkarlarını her şeyin önüne koyuyor. Bu anlayışı mezara gömecek yeni bir kuşağın kendine güvenini artırmak, sosyalist fikirlerle örgütlülüğünü yükseltmek zorundayız. Son olarak Floransa'da 1 milyon kişilik savaş karşıtı eylemi gerçekleştiren Küresel direniş hareketinden ilham alarak, birleştiren kampanyaları en iyi şekilde yapmalı, sosyalizmi ve örgütlülüğün gereğini güçlü bir biçimde dile getirmeliyiz.

Antikapitalist; Sayı 20; Aralık 2002

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön