Güncelleme:
03.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


DERVİŞ EKONOMİK KRİZE ÇARE DEĞİL

CHP'ye yönelişin en önemli nedenlerinden birisi de, kriz içindeki Türkiye ekonomisini ancak Derviş gibi birisinin yoluna koyabileceği beklentisi. Dış kaynak bulma becerisine sahip olan Derviş'in, ekonomide yapısal değişiklikleri kararlılıkla uygulayacağı, böylece yavaş yavaş krizden çıkarken gelecekte daha sağlam bir ekonomik yapıya sahip olunacağı anlatılıyor. Derviş'in önerdiği politikalar, son 30 yıldır dünyada egemen olan neo-liberal yaklaşımın tipik bir örneğidir. Uluslararası düzeyde IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve çok uluslu şirketlerin dayattıkları neo-liberal politikalar kısaca şöyle özetlenebilir: Devlet ekonomik hayattan mümkün olduğunca çekilmeli, kamu yatırımları en aza indirilmelidir. Bu amaçla devlet elinde bulunan işletmeler hızla satılmalı ya da kapatılmalıdır. Özellikle toplumsal adaleti sağlayıcı yönde işlevi olan devlet müdahaleleri (destekleme alımları, sosyal yardımlar, parasız eğitim, sağlık vb) ortadan kaldırılmalıdır. Devletin varolduğu ekonomik alanlar (sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, enerji ve alt yapı alanları da dahil) piyasa koşullarına bırakılamıyorsa en azından ticari esaslara uygun olarak çalışır hale getirilmelidir. Sermaye, mallar ve yatırımcıların ulusal ve uluslararası dolaşımı önündeki engeller tamamen kaldırılmalıdır. Piyasa koşullarının oluşumu önünde engel olan her türlü yasal düzenleme kaldırılarak piyasanın tam olarak işlemesi sağlanmalıdır. Bu amaçla başta işgücü piyasası esnekleştirilmeli, asgari ücret vb uygulamalara son verilerek ücretlerin piyasa koşullarında belirlenmesi sağlanmalıdır. İşgücü piyasası dengesinin düşük bir ücret seviyesinde oluşmasını engelleyen işçi sendikalarının gücü kırılmalıdır. Uluslararası düzeyde bir kriz yaşanmaması için her ülke kaynaklarını öncelikli olarak dış borçlarını ödemek için kullanmalı, bu geri ödemeyi aksatabilecek her türlü popülist (yani halkı memnun eden) politikadan özenle kaçınılmalıdır. IMF, Dünya Bankası, TÜSİAD gibi kurumların büyük bir kararlılıkla dayattığı ve ezici bir çoğunluk tarafından kabul edilen bu yaklaşım "alternatifsiz" olarak sunuluyor. Oysa 1960'ların sonlarına kadar böylesi bir yaklaşıma sahip herhangi bir düşünce ya da politikayı ciddi ciddi öne süren birini bulmak zordu. Pazarın her şeyi çözeceği, devletin ekonomideki rolünün mümkün olduğunca küçültülmesi, özelleştirmeler, sermaye ve ticaret önündeki sınırlamaların tamamen kaldırılması, sosyal güvenlik haklarının budanması, sendikaların ekonomik işleyişi zora soktuğu gibi fikirler o zamanların ruhuna tamamen aykırıydı. Peki nasıl oldu da neo-liberalizm dünyanın egemen doktrini haline geldi? 1960'ların sonlarına doğru kapitalizmin "altın çağı" bitmiş, artık ekonomi istikrarlı olarak büyüyemez hale gelmişti. Dünya kapitalist sistemi, kâr oranlarının azalması nedeniyle Marks'ın analiz ettiği devresel krizlerle yeniden karşı karşıya kalmaya başlamıştı. Keynesyen politikaların krizleri engelleyemediğini gören sermaye sınıfı, işçi sınıfının kazanılmış haklarına karşı saldırıya geçti. Bu saldırının ekonomik politikalardaki ifadesi de neo-liberalizm oldu. Kâr oranlarındaki azalma eğilimini neo-liberal politikalarla telafi etmeye çalışan yönetici sınıflar, yaşanan ekonomik krizlerin bedelini her ülkenin işçi sınıfları ve yoksul kesimlerine ödetmeye çalışıyorlar. Ancak neo-liberal politikalar da krizleri engelleyemiyor. Hatta krizler son 30 yıldır daha sık ve daha derin yaşanıyor. Bu politikaları uygulayan ülkelerin bugün içinde bulunduğu duruma en somut örnek Arjantindir. Arjantin'de uygulanan IMF politikaları Arjantin halkına yoksulluk, işsizlik ve sefalet getirdi. Bu politikalar, uygulandığı her ülkede benzer sonuçlar yarattı. Ekonomik krizden çıkmak için, Arjantin'de uygulanan bu politikaları, bir iki küçük değişiklikle Türkiye'de de uygulamak gerektiğini düşünenler yanılıyorlar. Her şeyden önce, kapitalizmin küresel düzeyde krize girmesini engelleyemeyen neo-liberalizm Türkiye'de de ekonomik felaketlere yol açtı ve açacaktır. Türkiye'nin krizi, küresel ekonomik krizin sadece bir parçasıdır. Dünya ekonomisinin yoksulluk ve işsizlik üretmesi, son 30 yıldır uygulanan neo-liberal politikaların sonucudur. Derviş'in vaat ettiği şey, Türk sermayedarlarının kârlılıklarını artırmak amacıyla temel kamu hizmetlerindeki büyük kâr olanaklarının bu alanlar ticarileştirilerek sermayeye sunulması ve yabancı sermayedarların alacaklarını sorunsuzca tahsil edebilmesi amacıyla dış borç geri ödemelerinin düzenli yapılmasıdır. Her iki hedef de sermayedarları rahatlatıp bizim kemerlerimizi sıkacaktır.Dünya kapitalist sisteminin içinde bulunduğu kriz nedeniyle, Derviş, geniş kesimlerin hayatını iyileştirecek en küçük bir söz dahi vermemektedir. Derviş, öncelikle "pastanın (üretim ve zenginliğin) büyütülmesi" gerektiğini, pastayı büyütünce hep birlikte daha rahat edeceğimizi, ama pastayı büyütmek için bizlerin şimdi biraz daha kemer sıkmamız (pastadan daha az pay almamız) gerektiğini anlatıyor. Oysa bu pasta hem dünya da, hem de Türkiye'de bugüne kadar hiç olmadığı düzeyde büyük. Ama aynı zamanda bugüne kadar hiç olmadığı düzeyde adaletsiz bölüşülüyor. Çözüm, öncelikli olarak pasta dağıtımına müdahale etmekten geçiyor. Ama emeğin lehine bir müdahale. Pastanın bölüşümünde sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahale etmeyi vaat eden ve bize sabretmemizi söyleyen Derviş'in politikaları ile neo-liberalizmin Türkiye'deki babası Özal'ın politikaları tıpa tıp aynı: "Önce zenginler zenginleşecek ki yatırım yapsınlar, iş olanakları yaratsınlar. Böylece daha sonra da yoksullar rahatlamış olur. Para önce yoksullara giderse yatırıma dönüşmez, işe yaramaz. Sıkın dişinizi ey yoksullar." Özal politikaları Türkiye'de gelir dağılımı adaletsizliğini derinleştirip işsizliği artırmıştır. Derviş politikalarının da bir farkı yoktur. Bu politikalara karşı emeğin çıkarlarını merkeze alarak direnmek dışında seçeneğimiz yok. Sermayedarlar Derviş politikalarından taviz vermemek için nasıl birleşiyorsa, biz de en az aynı kararlılıkla kendi sınıfımızın çıkarları etrafında birleşmek ve mücadele etmek zorundayız. Neo-liberalizmin başka alternatifi olmadığı, IMF programını uygulamaktan başka çare olmadığı fikirlerine geçit vermeyelim.

TÜRKİYEDE YOKSULLUK VE İŞŞİZLİK
Dört kişilik bir ailenin sadece karnını doyurabilmesi için gerekli olan para, yani açlık sınırı 390 milyon lira. Buna giyim, ulaşım, kira, eğitim vb. ihtiyaçlar eklenerek hesaplanan yoksulluk sınırı ise 1 milyar 100 milyon liraya yükseldi. Buna göre, kamu çalışanlarının yaklaşık 1 milyon 250 bini ancak açlık sınırında yaşıyor. Açlık sınırını geçenlerin sayısı yaklaşık 300 bin. Yoksulluk sınırını geçebilen ise sadece 37 bin. Türkiyede kriz sonrası yapılan bir tüketici moral araştırması ilginç gerçekleri gözler önüne serdi. Buna göre, işsiz kalmak insanların sağlığını kaybetmekten sonra korktukları ikinci şey haline gelmiş. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılar sonucunda aile içi sorunlarda büyük artış var. Ankete katılan 2 bin 600 kişinin %80'i kendini depresyonda hissediyor. Yine ankete katılanların %85'i, "ekonomik nedenlerden dolayı eve misafir çağırmamaya yada az sayıda çağırmaya" çalışıyor. Harcamalarda kısıntı %88 ile en çok giyimden yapılıyor. Bunu gıda %56, eğlence %60, elektrik ve su harcamaları da %33 ile takip ediyor. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine göre, Türkiye'de 2 milyon 200 bin işsiz var. Bunların %30'u bir yıldan uzun bir süredir işsiz, %70 ise son bir yılda işsiz kalmış. Okuldan yeni mezun 170 bin kişi de iş bekliyor. İstanbul'un ortasında 40 bin nüfuslu Evren mahallesinde yapılan bir araştırma ise, Türkiye'deki yoksulluğun can yakan boyutunu gözler önüne seriyor. Araştırmaya göre, hanelerin dörtte birinde 0-6 yaş arası bir çocuk hastalık nedeniyle ölmüş. Doğan çocukların beşte biri özürlü. Yüzde 30'u köyüne dönmek istiyor. Yüzde 20'si evlenmesine rağmen ailesi ile oturuyor. Üniversite mezunu evli kadın sayısı sıfır. Hanelerin %17'si eğitim çağına geldiği halde maddi yetersizlik nedeniyle okula gidemiyor.

Antikapitalist; Sayı 19; Ekim 2002

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön