Güncelleme:
03.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Kaynaksız Yerelleşme, Gülsüz Dikendir

İzlem Oral
Gülü sermayeye, dikeni halka kalır
Milton Friedman, 70’lerden beri şunu söylüyor: “Yerel yönetimleri merkezi yönetimlerin etkisinden kurtaralım, sermaye onlarla direkt işbirliği yapsın”.
Marks, yaşadığımız toplumdaki temel çelişkinin sermaye-emek arasında olduğunu söylüyor. Kapitalist sistemdeki 1970’lerde tekrar başlayan kâr oranlarının düşme eğilimi, sermayeyi daha kârlı alanlar bulmaya zorluyor. Dünya Ticaret Örgütü’nce hazırlanan ve Türkiye dahil üye ülkelerce kabul edilen GATS, (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) çevremizdeki her şeyi ticaret ve kâr aracı olarak görüyor. Bu şekilde sistemi yönetenler kâr oranlarının düşmesini engelleyebileceğini düşünüyor. Türkiye’de bu politikalar Kamu yönetimi Kanunu ve Yerel Yönetimler Reformu(!) olarak tanıtılıyor.
Ne Yapılmak İsteniyor?
Yerel yönetimler yasası, merkezi devletin verdiği eğitim, sağlık, posta gibi tüm hizmetleri Köy, İl İdaresi ve Belediyelerden oluşan yerel yönetimlere devredilmesini getirmekte. Burada çoğu hizmeti görme işi, belediyelere düşecek. Asıl konu ise, bu hizmetlerin hangi parayla görüleceği. Belediyeler su, çöp ve alt yapı gibi hizmetleri bile yerine getirecek kaynağı bulamıyor. TV, gazete ve radyolardan en borçlu kamu kurumlarının belediyeler olduğunu duyuyoruz. Bazen de işçilerine yıllarca maaş verememiş belediyelerle karşılaşıyoruz. Böyle bir ortamda bile onlarca can alıcı zorunlu hizmeti belediyelere terk etmenin anlamı ne olabilir? Ticarileştirme ve özelleştirme. Sermaye için dünya çapında eğitim alanında 2 Trilyon dolarlık, sağlık için 3,5 trilyon dolarlık, su için ise 1 Trilyon dolarlık Pazar var. Bu hizmetlerin kâr getirir hale gelmesi için ise, serbest rekabete, yani sermayenin talanına açılması gerekiyor. Bizim için hayati önemdeki hizmetlerin sermaye sınıfı için sadece kâr getiren ticari işlemler haline getirilmek isteniyor.
Sermaye sınıfı bu yasalarla bir taşla iki kuş vurmak istiyor:
Sermayenin kârlılık oranını yükseltmek ve diğer ülkelerin sermayeleriyle rekabet edebilir hale getirmek,
İşçi sınıfı örgütlenmesini küçülterek dikensiz gül bahçesinde hareket etmek.

İşçi Sınıfı ve Kamu Çalışanları
Reform(!) yasaları tarafından getirilmesi planlanan istihdam biçimi 1 yıl süreli sözleşmelilik. Bunun da anlamı işçi örgütlerinin altının oyulması, yerel yönetimlerde halihazırda devam eden taşeron firma çalışanlarındaki sıfır sendikalaşma oranına bakarak, yaratmak istedikleri örgütsüz güçsüz işçi sınıfının benzerini görürüz. Neredeyse tüm belediyeler, temizlik, çöp gibi en can alıcı ve işçi sınıfının gücünü göstermesini sağlayacak hizmetleri kolayca taşeron firmalara devrettiler. Taşeron firma işçileri de çoğu kez sigortasız ve asgari ücrete mahkum olarak, her an işten atılma korkusuyla yaşıyorlar. Egemenlerin bu yasalardan bekledikleri , örgütlü işçi sınıfındaki azalma. Sözleşmeliliğin taşeron işçilikten daha iyi olduğu savunulabilir, ancak yasada öngörülen sözleşmeli işlerin taşerona devredilmeyeceğine dair bir garanti yok! Varolan kadrolu 300 bine yakın yerel yönetim çalışanlarına da Ziraat Bankası örneğindeki gibi sözleşmelilik dayatılabilir.
Yerel Yönetimlerin işçi sayısı, merkezi idarenin taşra örgütlerinde çalışanlarla birlikte 1,5 milyona ulaşacak. Örneğin İzmit Belediyesine şimdiden SEKA’dan ve Köy Hizmetlerinden aktarılanlarla 1000’e yakın çalışan eklendi, ancak belediyelerin kısıtlı kaynakla bu işçilere nasıl maaş ödeyecekleri bilinmiyor!

Yasal Koruma Var mı?
İş Güvencesi(!) Yasasının çıktığı günden bu güne kadar geçen sürede işçilerin sendikal örgütlülüğü artmadı, tersine azaldı. Bunun en önemli nedeni, taşeronlaştırma ve ticarileştirme reformları(!). bu, sermaye için gerçek bir reform, ancak işçi sınıfı için tam bir felaket. Yargıtay’ın kararlarında ve İş Kanunu’nda işin esas bölümünün taşerona devredilmesi yasak ve taşeron firmada çalışanlar, asıl firma işçileriyle aynı haklara sahip. Taşeron firma işçilerin ücretlerini vermediğinde bunu asıl patronun vermesi gerekiyor. Ancak bu durum hemen hiç gerçekleşmiyor. Çünkü taşeronluk yapan sermaye, kendileri için yapılmış yasalardan faydalanarak mahkemeleri kazanıp haklılıklarını tescilliyorlar! İşe iade davaları ender olarak işçiler tarafından kazanılsa da, patronlar tazminat ödeyerek mahkeme kararını uygulamıyorlar.

Kamu Hizmeti Ne Olacak?
Devletin halk yararına, karşılık beklemeden sunması gereken eğitim, sağlık, temizlik, temiz su gibi kamu hizmetlerini, Belediye-Özel İdare-Köy İdarelerine paylaştırması, tam bir felaket demek. Şirketlerin (ister yerel yönetimlerinki, ister özel sermayeninki) varoluş amaçları, kâr ederek diğer rakiplerini geçmek, büyüdükçe büyümektir. Kamu hizmetinde özelleştirme-yerelleştirmenin anlamı ise, bazı hizmetlerin paralı olması ve kalitesizleşmesi, bazılarının (kâr getirmeyenlerin) ise ortadan kaldırılması olacak. örneğin kârlı olmadığı için hastaneler tarafından ambulans hizmeti sunulmaktan vazgeçilebilir, ya da kenar semtlere kanalizasyon döşeme işi sonraki yıllara ertelenebilir. Taşeron firmalara devretmenin amacının örgütsüzleştirme olduğunun en büyük kanıtı, taşeron firmaların kullandığı araç-gereç ve mekanın çoğunun yerel yönetimlerce sağlanıyor olması.

Yerelleştirme Yerel Yönetimleri Güçlendirir mi?
Yerel Yönetimler Yasası, devletin taşra örgütlerince yapılan işleri yerel yönetimlere aktarıyor. Bu, ilk bakışta iyi bir gelişme gibi görünebilir, ancak sadece görünüşte. Örneğin DEHAP’lı güneydoğu belediyeleri, aldıkları kararları GAP idaresine onaylatmak zorundalar. Ayrıca Valilerin Anayasaya dayanarak Belediye Başkanlarını görevden alma yetkisi yerinde duruyor.
Asıl sorun ise, İller Bankası’ndan gelen ve Belediye yönetimleri için hayati önemdeki kaynağın siyasi kararlarla artırılıp azaltılabilmesi. DEHAP Belediyelerine hali hazırda yeterli kaynak aktarılmıyor. Ayrıca İller Bankası’ndan gelen kaynak, çoğu şirketin merkezinin Batı’da olması nedeniyle oldukça düşük kalıyor. Örneğin, TPAO, Batman’ı kirletiyor ancak merkezi Ankara’da olduğu için İller Bankası kaynağı Ankara’ya aktarıyor.
Yerel yönetimlerin uzun vadede karşılaşacakları bir sorun da, uygulamak zorunda kalacakları özelleştirme-taşeronlaştırma sonucu halkın öfkesine maruz kalarak halk ile sermaye sınıfı arasında tercihe zorlanmaları olacak.

Yetki Devrediliyor, Peki Ya Kaynak?
Belediyelerin en önemli kaynakları topladıkları emlak vergileri ile İller Bankası’ndan gelen ve şehirde toplanan vergilerin bir kısmının aktarılmasından oluşuyor. İller Bankası’ndan alınan bu pay, 1983 yılında %12’ye kadar ulaşmışken, bu oran şu anda %3-6 düzeyinde. Şehirleşme ve belediyelerin hizmet alanlarının genişlemesine rağmen kaynakları 20 yıldır sürekli azalıyor. Bu azalış, hizmetlerin bize satılmasıyla oluşturulan kaynakla telafi edildi. Belediyelerin yaptıkları ise neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmek oldu. Örneğin belediye otobüsüyle en uzun yolculuk Ankara’da yapılmamasına rağmen en yüksek fiyat Ankara’da. Ayrıca belediyelerin çoğu kaldırılmış bir yasaya rağmen bizden atık su bedeli almaya devam ediyorlar. Ya da otobüs hatlarını fahiş fiyatlarla satışa çıkarıp bizim tıklım tıkış otobüslere doluşmamıza neden oluyorlar.
Bu yönüyle bakıldığında belediyelerden aldığımız her türlü hizmetin bedelini ödüyoruz. Belediyelerin sunduğu hizmetler artırılınca, bunların bedelini de şimdi olmadığı kadar ödemeye devam edeceğiz. Çünkü reform(!) yasaları bu hizmetler için yeni vergiler koyuyor. Çoğunluğu esnaflara ödetilecek vergiler aslında bizim cebimizden alınacak.

Hiç bir şey bitmiş değil!
Reform (!) yasaları, yerel yönetimleri güçlendirerek demokrasiye yardımcı olmak hedefiyle sunulsa da, amacı, Friedman’ın söylediği gibi sermayeye küçük lokmalar yaratmak. Yerel yönetimlere kaynak aktarmayarak özelleştirme, taşeronlaştırma ve ticarileştirme gibi araçlar ile işçi sınıfı örgütlerini yok etmek, iş güvencesini ortadan kaldırmak, sermaye birikimini hızlandırarak sermayeyi AB ve Dünya sermayesiyle yarışır hale getirmek. Kısaca sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratmak.
Sermaye sınıfı, özelleştirme saldırılarını hiçbir zaman tam olarak başaramadı, bunda kendine olan güvensizliğinin yanı sıra, işçi sınıfı örgütlerinin gücü de etkiliydi. Ancak, SEKA işçileri, sermayenin kirli yasalarına karşı mücadele yolunu gösteriyor. Birleşmeden kazanmanın mümkün olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Sendikalarımızda, partilerimizde derneklerimizde tüm örgütlerimizde mücadele ederek kazanabileceğimizi anlatmalıyız. Unutmayalım ki, mücadele etmemize karşın yasalar meclisten geçse de, bu iş bitmedi!
Yasaları uygulatmaya çalışacakları zaman daha büyük bir direniş ve hoşnutsuzluk ortaya çıkabilir. Bu da bize muhalefet örgütlemek ve kaynağı olan gerçek bir yerel demokrasi reformu mücadelesi için daha uygun bir zemin sağlayabilir.
Yerelleştirmenin anlamı, taşeronlaştırma ve ticarileştirmedir. Birisine hastayı tedavi et, çöpü topla, mektupları götür, su elektrik dağıt deyip bunları yapması için hiç para vermemektir.
Yerel Yönetimler Yasası’nın en çok yetki devretmeyi düşündüğü belediyeler, %6,5 ile halkın en az güvendiği kurumlar arasında yer alıyor.
Yasayla hedefledikleri, kamu hizmetini alınır-satılır bir şey haline getirerek, sermaye için mücadeleyi küçük parçalara bölmek.

Ziraat Bankası Örneği
Ziraat Bankası çalışanları, 1990’ların ikinci yarısından itibaren 1 yıllık sözleşmeler imzalamaya ve varolan kadrolarından vazgeçmeye zorlandılar. Kabul etmeyenleri daha düşük ücretli diğer Bakanlıklara geçirdiler. Sözleşmeyi imzalayanlara ilk yıl daha yüksek maaş verdiler, ancak son 5 yıldır maaşlar hiç artmadı.

Antikapitalist; Sayı 35; Mayıs 2005

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön