|
Emperyalist
dünya düzeni nasıl işler?
Emperyalizm nedir?
Kapitalizm, sermayeler arasındaki rekabete dayanan uluslararası bir sistemidir.
Bu özellik kapitalizmin doğmaya başladığı on altıncı yüzyıldan beri vardır
ve giderek daha da belirginleşmektedir. Sermayedarlar kendi egemenliklerini
korumak için siyasi, askeri ve ideolojik bir örgütlenmeye ihtiyaç duyarlar.
Bu ihtiyaca yanıt veren en önemli kurum devlettir. Devlet, “burjuvazinin
ortak icra organı” olarak tanımlanabilir. Kapitalist rekabet sırasında
ancak güçlü olanlar ayakta kalabilir. Zaman içinde küçükler büyükler tarafından
yutulur ve tekeller ortaya çıkar. Şirketler ulusal sınırların ötesine
yayıldıkça uluslararası tekeller oluşur. Bu devasa şirketler yatırım yaptıkları
ülkelerdeki ayaklanmalardan ve rakip sermaye gruplarından korunmak için
de devlete gereksinim duyarlar. BP, Mobil, Shell, Exson gibi petrol devleri
körfezdeki çıkarlarını ABD ve İngiliz devletleri aracılığıyla koruyup
kollarlar. Bu şirketlerin kendi orduları yoktur. Bu nedenle şirketlerin
uluslararası düzeydeki yatırımları büyüdükçe devletler için bu şirketlerin
çıkarlarını korumak daha önemli hale gelir. Ancak sermayelerin gelişimi
eşitsizdir. Bugün Amerikan çokuluslu şirketleri ve onların ortak çıkarlarının
temsilcisi ABD devleti ile Portekiz sermayesi ve Portekiz devletinin gücü
karşılaştırılamayacak kadar eşitsizdir. Ekonomik olarak güçlü olan kapitalistler
güçlü devletlere sahiptirler. Güçlü devletler ise güçlü ordulara. Aksi
takdirde temsil ettikleri sermaye gruplarının uluslararası düzeydeki çıkarlarını
koruyamazlar. Bu, şirketlerle içiçe geçmiş devletler hiyerarşisi sistemine
emperyalizm denir. Birbiriyle hem ulusal hem de uluslararası düzetde rekabet
halinde olan sermaye grupları ve bunları temsil eden ulus devletler arasındaki
ilişkilerde güçlü olanlar daha zayıflar üzerinde etkinlik sağlar. Bu,
emperyalist hegemonya ilişkisidir. Sistemin jandarması ABD bu piramidin
en tepesinde yer alıyor. Almanya, Kanada, Fransa, İngiltere gibi gelişmiş
kapitalist ülkeler hemen ABD’nin altında, Türkiye, İspanya, Yunanistan,
Irak, İran, Mısır gibi ülkeler de biraz daha altta yer alıyor. Piramidin
daha da altlarında Arnavutluk, Azerbaycan, Ermenistan, Kıbrıs gibi ülkeler,
onların da altında Somali gibi en yoksul Afrika ülkeleri var. Uluslararsı
şirketlerle içiçe geçmiş bu devletler arasında sürekli bir rekabet var.
Şu anda piramidin en tepesinde bulunan ABD, bu konumunu korumak için dünyanın
en büyük ve en donanımlı ordusunu elinde tutuyor. Uzak Doğu’dan, Afrika’ya,
Körfez’den Kürdistan’a, Balkanlar’dan Orta Amerika’ya kadar bütün dünyaya
müdahale edip gerektiğinde işgallere girişiyor. Alt-emperyalizm Emperyalist
hegemonya ilişkisi içindeki bütün devletler kendi konumlarını güçlendirmek
amacıyla zaman zaman daha büyük emperyalist devletlerle çatışmayı göze
alabiliyorlar. İran, Irak, Sırbıstan, Türkiye gibi ülkeler yakın tarihte
bu tür girişimlerde bulundular. Kafkasyadan Kıbrıs’a, Somali’den Balkanlara
kadar birçok ülkeye asker gönderen, operasyonlara bizzat katılan ve bölgesindeki
tüm halklara zorla kendisini dayatan Türkiye, alt emperyalist bir ülkedir.
Emperyalist Kurumlar Sermayenin uluslararası dolaşımını düzenleyen, herkesi
bu düzenlemeye uymaya zorlayan, kapitalizme yöneltilen saldırıları püskürten,
genel olarak sistemin uluslararası düzeydeki işleyişini garantilemeye
çalışan IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, NATO gibi kurumlar emperyalist
hiyerarşiyi yansıtırlar. Mesela Türkiye de IMF üyesidir, Almanya da. Ancak
Endonezya’ya kredi verilip verilmemesindeki kararda Almanya ve Türkiye’nin
etkisi çok farklıdır. Tıpkı Rahmi Koç ile İstanbul yolu üzerinde birkaç
yüz kişinin çalıştığı bir fabrika sahibinin Türkiye’nin yönetimindeki
etkisi arasındaki fark gibi. Her ikisi de sermayedar olmasına karşın Koç,
sahip olduğu sermaye birikimi daha fazla olduğu için tartışmasız olarak
daha etkili bir konuma sahiptir.
Küresel sermayeye karşı küresel direniş
Dünyanın en zengin 8 ülkesinden oluşan G8’in Almanya’nın Köln kentinde
18-20 Haziran’da yapılan toplantısı sermaye karşıtlarının hışmına uğradı.
Kapitalist sistemin kâr önceliğine karşı çıkan, “Yoksulluğa, Irkçılığa
ve Savaşa HAYIR”, “Fakir ülkelerin borçları silinsin”, “Küresel sermayeye
karşı küresel direnişi yaymalıyız” diyen 30 bin gösterici, Almanya’da
9 kilometrelik bir insan zinciri oluşturdu. “Yeni bin yıla girerken, IMF
ve Dünya Bankası’na Hayır” diyen ve 17 milyon kişinin imzasını taşıyan
dilekçe toplantının ikinci günü Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’e sunuldu.
İngiltere’de de başkent Londra’nın merkezinden başlayan gösteri borsa
ve bankalar merkezine yöneldi. Borsayı basan göstericilerle polis arasında
saatler süren çatışmalar oldu. İngiliz basını, yoksul ülkelerle dayanışan
bu göstericileri “aşağılık çeteler” diye damgaladı. 10 bin bebek ölüyor
Dünyada 1.3 milyar insan günde sadece 1 dolarla yaşamak zorunda. Birleşmiş
Milletler’e göre, dünyada 850 milyon insan aç. G8 toplantısının yapılığı
üç günlük sürede 30 bin bebek yoksulluk nedeniyle öldü. IMF’nin kredi
vermek için dayattığı yapısal değişiklik programları dünyanın her yerinde
aynı. Bunlar kamu harcamalarının özellikle eğitim ve sağlık alanında azaltılması,
özelleştirmeler yapılması ve fiyat kontrollerinin kaldırılmasını istiyor.
Bu programı uygulayan hükümetlere kredi açılıyor. Türkiye’de de olduğu
gibi ülke ekonomisi rantiyeciler ve IMF kasalarını doldurmak için çalışır
hale geliyor. Bütün örnekler, IMF programlarının giderek daha fazla borçlanmaya
ve yoksulluğu artırmaya neden olduğunu kanıtlıyor. IMF İsyanları Borç
bataklığı ve yoksullaşma dünya emekçileri için bir kader değil. Üretimden
gelen gücümüzle bu programları çöpe atabiliriz. 1974 ve 1977’de Mısır’da,
1980’ler boyunca Fas, Tunus, Ürdün, Lübnan, Cezayir’de, 1990’larda da
Malavi, Nijerya, Kenya ve Zimbabve’de IMF programlarına karşı büyük kitle
hareketleri yaşandı. Kimi yerlerde hükümetler düştü. Bunlar tarihe IMF
İsyanları olarak geçti. Son olarak Endonezya halkı “IMF’ye hayır” dedi
ve 32 yıllık diktatör Suharto diktası yıkıldı. Güney Kore’deki kitlesel
mücadeleler de Kim Dae-jung’un egemenliğini tehdit ediyor. Türkiye’de
de sadaka zamlara, özelleştirmelere, mezarda emekliliğe karşı vereceğimiz
mücadelelerle IMF programlarını çöpe atabiliriz.
Türkiye IMF’ye bağımlı mı?
IMF’nin Türkiye’den istediği şeylerin başında emeklilik yaşının yükseltilmesi,
ücret artışlarının düşük tutulması, özelleştirmelerin hızlanması geliyor.
Dünya emperyalist sisteminin bir aracı olan IMF Türkiye’nin bu programı
uygulamasını ve bizim yaşam standardımızın düşürülmesini istiyor. Ancak
Türk yönetici sınıfının rızası olmadan IMF bu programı uygulayamaz. IMF
kendisinden kredi isteyen Türk Devleti’ne “bu programı uygularsan para
veririm” diyor. Yani Türkiye bu reçeteye rahatlıkla “hayır” diyebilir.
Ne varki IMF’nin istedikleri Türk yönetici sınıfının da gözlerini parlatıyor.
Emekçilerin yaşamını zorlaştırıp patronları rahatlatmayı amaçlayan ve
“IMF dayatması” olarak sunulan bu program Türk yönetici sınıfının da programı.
Türk yönetici sınıfı da, IMF de ekonomik krizin bedelini bize ödetmek
istiyor. Biri kapitalizmin uluslararası düzeydeki ortak çıkarları için,
öteki direkt kendi çıkarı için… IMF’nin söylediklerini yapmak için çok
hevesli olan Türkiye’deki egemenlerin tek endişeleri bu programın sonuçlarına
karşı oluşacak tepkinin kitlesel bir harekete dönüşmesi. Avrupa ülkelerinde
“kapitalizme hayır” sloganıyla, dünyanın en fakir ülkelerinin 70 milyar
dolarlık borçlarının silinmesini sağlayan hareket, gelişmekte olan ülkelerde
kendi patronlarını hedef alan işçi hareketiyle birleşince dünya patronları
kendilerine kaçacak delik arayacaklardır.
Türkiye bir sömürge mi?
Türkiye’nin ABD ve batılı güçlerin bir sömürgesi ya da yarı-sömürgesi
olduğunu savunan anlayış, devletler arasındaki hiyerarşiyi bir sömürge-bağımlılık
ilişkisi olarak tanımlar. Bu fikrin savunucuları ABD’yi neredeyse tek
düşman ilan ederler. Oysa dünyayı ahtapot kollarıyla sarmış tek emperyalist
güç ABD değildir. Dev tekeller, uluslararası şirketler ve devletlerin
içiçe geçtiği dünyamızda, her devlet temsil ettiği ulusal sermaye grubunun
gücünü yansıtır. Kapitalist devletler arasındaki ekononomik, politik ve
askeri hiyerarşi-hegemonya ilişkisi tek taraflı değildir. Bütün sermaye
grupları ulusal ve uluslararası düzeyde birbiriyle rekabet halinde olsalar
da birbirlerinden karşılıklı olarak yararlanmaya çalışırlar. Zaten kapitalist
üretim tarzı başka tür bir ilişkiye olanak vermez. Ulusal, sektörel, coğrafi
olarak işbölümü ve uzmanlaşma kaçınılmazdır. Devletleri şirketlere benzeterek
emperyalist hiyerarşinin nasıl işlediğini basitleştirerek açıklayalım:
Büyük firma büyük bir iş alır. İşlerin çeşitli bölümlerini daha küçük
şirketlere yaptırır. Siparişi veren büyük firmanın küçükler üzerinde bir
hegemonyası vardır. Ancak bu durum büyük firmanın küçük firmayı sömürdüğü
anlamına gelmez. Çünkü sömürünün kaynağı “artı-değer”dir. Artı-değer yaratan
güç ise “firma” değil işçi sınıfıdır. Yani sömürülenler sadece işçilerdir.
Küçük firmalar ile büyük firmalar arasındaki bağımlılık ilişkisi de tek
taraflı değildir. Bu ilişkide de büyük firma daha avantajlı konumdadır
ama bu durum küçük firma sahibinin bağımsız olmadığı anlamına gelmez.
Küçük patron kendi işyerinin hakimidir. Bu patronlar rekabetin doğal sonucu
olarak sürekli birbiriyle didişirler. Küçük, büyüğün yerine göz diker,
büyük de durumunu korumaya çalışır. Böyle bir ilişkide küçük patronun
büyüğe başkaldırısı, küçük firmada çalışan işçilerin destekleyeceği bir
“bağımsızlık savaşı” değildir. Büyük patrona karşı mücadele, ancak kendi
patronlarına karşı mücadeleyle birlikte yapılıyorsa işçilerin çıkarına
olabilir. (Büyük firmanın işçileri kendi patronlarına karşı her hareketi
desteklemelidirler.) Kapitalist ülkeler hiyeraraşisinde altlarda olan
ülkelerin işçileri kendi devletlerini savunarak emperyalizme karşı mücadele
edemezler. Çünkü o devletler ulusal sermayeyi yani kendi patronlarını
temsil etmektedir. Bizim çıkarlarımız kendi patronlarımızla değil diğer
ülkelerin işçi sınıflarıyla birlik olmak, dayanışmaktadır. Yani enternasyonalizmdedir.
Emperyalizme karşı mücadele, ulusal temelde değil anti kapitalist ve enternasyonalist
temelde olmalıdır. Gözümüzü tüm dünyaya dikip sosyalizm için mücadele
etmeliyiz.
Türkiye kurtlar sofrasında
Azeri, Türkmen ve Kazak petrol rezervlerin dünya piyasasına nasıl açılacağı
konusundaki rekabet alabildiğine kızıştı. Türk yönetici sınıfı da uluslararası
düzeyde patronların iştahını kabartan bu pastadan pay almaya çalışıyor.
Cumhurbaşkanı Demirel, “Türkiye’nin yeni bölgesel ve küresel rolü, Avrasya’da
oluşan yeni enerji denklemlerindeki belirleyici konumuyla daha da belirginleşiyor“
derken konunun Türk egemen sınıfı açısından önemini ifade ediyor. Böylesi
bir kaynağın akışını kontrol edenler ekonomik ve stratejik olarak çok
önemli bir mevzi kazanacaklar. Petrolün taşınması için sekiz boru hattı
önerisi tartışılıyor. Ancak hatların geçebileceği ülkelerin hemen hemen
tamamında savaş var. Ermenistan Azerbeycan ile, Gürcistan Abhazya ile
savaş halinde. Balkanlar dağılma süreci içinde kaynayan kazan. Türkiye’de
15 yıldır süren bir savaş var. Bölgedeki istikrarsızlık petrol şirketleri
için güvenli bir taşıma hattı sorunu yaratıyor. Petrol şirketleri açısından
en ekonomik hattın İran’dan geçmesi işleri daha da karıştırıyor. En şanslı
adaylar olarak görülen Türkiye, Yunanistan ve İran birbirleriyle rekabet
halinde. Batılı büyük emperyalist güçler de bu mücadeleye seyirci kalmıyor
elbette. Türkiye, İran, Yunanistan gibi alt-emperyalist ülkelerin bu bölgedeki
hegemonya mücadelelerinde kendi çıkarlarına uygun olarak tutum alıyorlar.
Türkiye pastadan pay alabilmek için, tıpkı diğer emperyalist güçler gibi,
Orta Asya ülkeleri siyasetine müdahale ediyor. Bu ülkelere çeşitli mali
yardımlar yapan Türkiye, Azerbaycan’da darbe yaptırmaya teşebbüs edecek
kadar ileri gidebiliyor.
Türkiye Neden Silahlanıyor?
Türkiye, 1993-97 yılları arasında dünyada en çok silah satın alan üçüncü
ülke. Silahlanmanın bahanesi olarak da çevremizdeki “düşman ülkelerin
silahlanması” gösteriliyor. Oysa Türkiye 1997 yılında, Yunanistan, Suriye
ve İran’ın askeri harcamalarının toplamı kadar silahlanma harcaması yaptı.
Komşulara korku Türkiye, ordusu ve silah gücüyle bulunduğu bölgede en
fazla tedirginlik yaratan askeri güç haline geldi. Türk uçakları Sırp
sivilleri bombalarken Orgeneral Kıvrıkoğlu, “Türkiye dost ve düşmana korku
salmaktadır” diyerek bu durumu teyid ediyordu. Türkiye bu gücü aracılığıyla
bölgenin jandarmalığına soyundu. ABD dışında F-16 savaş uçağı üretme lisansına
sahip tek ülke. Sık sık Irak’ın kuzeyine büyük birlikler yolluyor. Arnavutluk,
Bosna, Kosova gibi çatışmalı bölgelere büyük bir hız ve istekle askeri
birlik yollayan Türkiye, Somali’den Kore’ye kadar her yere müdahale edebileceğini
kanıtlamış ve çeyrek yüzyıldır Kıbrıs’a yerleşmiş durumda. Türkiye’nin
askeri müdahaleleri “İnsani nedenler” ya da “tarihsel bağlar” öne sürerek
çeşitli ülkelere askeri müdahalelerde bulunan Türkiye, ABD’nin bölgedeki
en önemli dostu. Türkiye’nin Kore’yle başlayan emperyalist müdahaleler
listesi oldukça kabarık. Kore’ye 25.000 kadar asker yollayan ve 3,000’e
yakınının ölmesine neden olan Türkiye yönetici sınıfının bu saldırganlık
ve cesaretinin uluslararası düzeydeki “ödül”ü 1952’de NATO’ya tam üyelik
oldu. Emperyalizmin bölgedeki en güvendiği kalelerinden biri olan İran’daki
şah rejimi 1979’da devrildiğinde Türk egemen sınıfı ABD emperyalizmin
bölgedeki çıkarlarını bekleyecek güçlü bir “alt-emperyalist” olmayı hedefliyordu.
Bu amacını 12 Eylül 1980’den itibaren daha açık ve kararlı bir şekilde
gösteren Türkiye’ye o dönemde 30 milyar dolar kredi verilmesi boşuna değildir.
Birleşmiş Milletler ordusu Somali’den arkasında 10.000 sivilin cesedini
bırakarak çıkarken “Barış Gücü’nün” komutanı Türk generali Çevik Bir’di.
Arnavutluk’taki banker ayaklanmasına karşı devleti korumak üzere gönderilen
“Barış Gücü” içinde de Türk askerleri vardı. Silahlı rekabet Kapitalizm
ortaya çıktığından beri sermayeler arasında uluslararası düzeyde bir rekabet
var. Sermaye daha fazla birikim ve kâr için “globalleşmekte”, yani ulusal
sınırlar dışına çıkmaktadır. Ulusal sermayelerin uluslararası düzeydeki
rekabeti ekonomiyle sınırlı kalmaz. Her ülke burjuvazisi kendi çıkarlarını
koruyacak silahlı güçlere de ihtiyaç duyar. Yönetici sınıflar içte ve
dışta kendi egemenliklerini korumak için ordular beslerler. Silahlanmaya
harcanan her lira, yönetici sınıfın uluslararası rekabetteki konumunu
korumak ve geliştirmek amacına hizmet eder. Fedakârlık emekçiden Yönetici
sınıflar kendi kârlarını koruyup artırmak için birbiriyle çatışırken faturayı
kendi ülkelerinin emekçilerine çıkartmaya çalışırlar. Bunu başarabilmek
için de “milliyetçilik”, “vatanseverlik” ve bazen de “bağımsızlık” nutukları
çekerler. Biz emekçileri daha düşük ücretlere, mezarda emekliliğe zorlayan
yöneticilerimiz, zaman zaman da başka ülkelerin topraklarında “vatan için
ölmemizi” emrederler. Birbirleriyle kavga ederken bizi kullanmaya çalışırlar.
Oysa uğruna her türlü fedakârlığa katlanmamız istenen “vatan” yönetici
sınıfın çıkarlarını temsil eder. İşçilerin çıkarları ise yönetici sınıfın
çıkarlarıyla uzlaşmaz bir çelişki içindedir.
Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı
6; Temmuz 1999
'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |
|