|
Darbeler
zenginleri güldürür
Mesut Çelebioğlu
Askeri müdahaleler hep dünya ve Türkiye zenginleri, egemenleri lehine
işlemiştir. Darbelerle ve ardındakilerle hesaplaşmazsak, demokrasi “güdük”
kalmaya mahkumdur.
Kapitalist sistem kendine karşı muhalefeti “demokratik işleyiş” dahilinde
kontrol altına alamadığı durumlarda baskıcı yollara başvurur.
Türkiye’de, sistemin kurumsal ve demokratik yapısının çok daha zayıf olmasının
nedeni genel olarak kapitalizmin geç gelişmesinin yanı sıra Cumhuriyet’in
çok dar bir elit tabakaya dayanmasıdır. Çok küçük bir azınlık, büyük çoğunluğa
rağmen toplumu ancak ağır baskılarla idare edebilmiştir.
Darbelerin yaşanmasındaki diğer belirleyici neden de emperyalist müdahaleciliktir.
Dünyada sayısız darbe, doğrudan Amerika tarafından planlandı ve oluşan
diktatörlükler para ve silahla ayakta tutuldu. Avrupa ülkelerinin darbe
şeceresi, özellikle eski sömürgelerinde kabarıktır. Avrupa ülkeleri, 12
Eylül 1980 darbesiyle ordunun Türkiye’ye “istikrar” getirmesine pek sevinmişlerdir.
Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin 28 Şubat 1997 müdahalesinden sadece
iki yıl sonra gündemleştirilmesi de Avrupa bakış açısına bir kez daha
tanıklık eder.
Ordu müdahale etmek için hep bir bahane buldu: “Demokrasimizin içine düştüğü
buhran“ (27 Mayıs 1960), Komünizm tehlikesi ve sağ-sol çatışması (12 Mart
1971 ve 12 Eylül 1980), şeriat tehlikesi (28 Şubat 1997). İlk üç darbe
astı, kesti. Ve bütün darbeler toplumsal güç dengelerini sermaye lehine
değiştirdi.
Ancak, darbeler ve askeri müdahaleler kaderimiz olmak zorunda değildi.
Bugün de Genelkurmay’ın “terör” gündemi ile baskıları arttırmak istemesini
kabullenmek zorunda değiliz. Türkiye’nin demokrasi karnesi askeri müdahaleler
ile hesaplaşabilme başarısına bağlıdır.
Dolayısıyla darbelerdeki üçüncü ve en belirleyici faktör toplumsal muhalefetin
darbeler ve ordunun müdahaleciliği karşısında aldığı tutumdur. Öne sürülen
bahanelere takılıp, darbeler ve müdahaleler karşısında sessiz kaldığımız,
bölünmüş bir duruş sergilediğimiz sürece “demokrasi” bir özlem olarak
kalır. Egemen sınıf da darbenin ardındaki gerçek gündemi ilerletir.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında TÜSİAD Başkanı’nın “bugüne kadar siz
güldünüz, artık sıra bizde” sözleri bu gündemin ne olduğuna dair çok net
bir fikir veriyor.
Türkiye’de yaşanan dört önemli askeri müdahale hem yönetici sınıf, hem
de işçi sınıfı ve ezilenler için dönüm noktası oluşturmuştur. Bu darbelerin
hiçbirisine karşı gerekli, gerçekçi ve toplu bir karşı çıkış oluşturulamadığından
yönetici sınıf kendisi için hayati politikaları uygulamaya koyabilmiştir;
elbette toplumun geniş yığınlarının zararına olarak.
Bu yazıda darbelerin asarak, keserek, seçilmişleri iktidardan indirerek
toplumsal dengeleri nasıl etkilediklerine bakacağız:
27 Mayıs: “Sol” Darbe?
27 Mayıs 1960 darbesi, 1961 Anayasası nedeniyle en akıl karıştırıcı olandır.
Oysa ki bu darbe tıpkı diğeri gibi yönetici sınıfın çıkarları için yapıldı.
Demokrat Parti, CHP’nin baskıcı tek parti diktatörlüğüne karşı demokratik
bir alternatif olarak ortaya çıktı. DP, seçim öncesi demokrasi vaatlerini
unutsa da toplumsal muhalefet bunların yerine getirilmesini istiyordu.
DP kapitalistlere, özellikle tarımda ekonomik özgürlükler getirdi. Bu
kesimin içinden büyük sanayiciler çıktı (örneğin Sabancı). Asker-sivil
bürokrasinin statüsü ise geriledi. 27 Mayıs darbesi bu kesimler tarafından
gerçekleştirildi.
1961 Anayasası pek çok demokratik açılım sağladı. Ancak işçi sınıfına
grev hakkı tanımadı. Emek hakları daha sonraki yıllarda bir grev mücadelesi
ile kazanılmıştır. Bunların en ünlüsü Kavel direnişidir ve “demokratik”
iktidara bağlı polis gücü grevci işçilerden ikisini öldürmüştür!
Bununla birlikte darbeden sonra uygulamaya konulan ithal ikameci sanayileşme
modeli öncelikle Koç ve Sabancı gibilerin işine yaradı. Bunlar, büyük
yabancı şirketlerin yerli temsilciliğine soyundular. Kurmak istedikleri
montaj fabrikaları için devletten vergi indirimleri, hibeler ve gümrük
korumacılığı dahil pek çok imkandan yararlandılar. Böylece parçalarını
dışardan aldıkları yarı-mamul ürünleri Türkiye’de birleştirerek ürettikleri
düşük kaliteli mallardan inanılmaz karlar elde ettiler.
Son olarak 27 Mayıs darbesi, orduya ekonomik sisteme doğrudan müdahale
aracı olan OYAK’ı (Ordu Yardımlaşma Kurumu) hediye etti. Bugün OYAK, devlet
kurumu veya kamusal bir kuruluş olmamasına rağmen, KİT’lere tanınan vergi
indirimi, teşvik,vb. ayrıcalıklardan sonuna kadar yararlanıp sahipleri
olan generallere ve büyük patronlara korkunç paralar kazandıran, Türkiye’nin
dördüncü büyük holdingi olmuştur.
12 Mart Muhtırası
27 Mayıs’ın esas toplumsal hedefi tabandan yükselen öfkenin önüne set
çekebilmekti; topluma biraz demokratik rüşvet vererek yapmaya çalıştı.
Fakat bu işe yaramadı. Türkiye’de sınıf mücadelesi ve toplumsal muhalefet
yeni bir ivme kazandı. Sömürü, enflasyon, düşük ücretler ve baskılar işçi
sınıfının en ileri kesimini bayrağı altında toplayan Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (DİSK) ve on binlerce öğrencinin oluşturduğu FKP, Dev-Genç
ve THKO gibi büyük muhalefet örgütlerini oluşturdu.
15-16 Haziran 1970’de on binlerce işçi DİSK’i kapatmaya çalışan Demirel
hükümetine karşı greve çıktı; İzmit’ten Çorlu’ya kadar pek çok fabrika
işgal edildi, büyük mitingler yapıldı ve eni sonu iş, işçilerin Kadıköy
Kaymakamlığı’nı yakmasına kadar vardı. Bu olay, patronları ülkeden kaçacak
kadar korkuttu!
Yönetici sınıf, dört kuvvet komutanının Demirel’in istifasını isteyen
muhtırasını sevinçle alkışladı. Elbette bununla yetinilmedi: tüm grevler
yasaklandı, sıkıyönetim ilan edildi ve binlerce işçi, öğrenci ve muhalif
aydınlar yakalandı, işkence gördü. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildi.
12 Eylül: Neo-liberal Vahşet
Fakat tüm bunlar yeterli olmadı. İşçi sınıfı ve diğer muhalefet unsurları
hemen toparlandılar. Grevler, fabrika işgalleri ve eylemler bu sefer ülkenin
her yanına yayıldı. Taşrada kimi yerler bir süre için halkın kendi kendisini
yönettiği, devlet iktidarının tanınmadığı yerler oldu (en ünlüsü Fatsa
Komünü’dür)
Bununla birlikte 70’ler dünya ekonomisinin bir krizden çıkıp bir başka
krize yuvarlandığı yıllar oldu. Dünya çapında petrol fiyatlarıyla simgelenen
fiyat artışları ve enflasyon tüm dünya ekonomisini zorladı. Eni sonu patronların
kâr oranları sürekli düşüyordu.
Kar oranlarının düşüşüne karşı kapitalistler yeni yollar aramaya başladı.
Bunların içinde sermayenin üretimden çekilip borsa, para spekülasyonu
ve faiz araçlarına yönelmesi ve bunun için devletin ekonomi üzerindeki
kontrolünün ortadan kaldırılıp vahşi kapitalizm dönemine geri dönülmesi
önemli bir adımdır. Ayrıca devlet kontrolünde olan ve kamusal fayda sağlayan
eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alanlarının özelleştirilip kar hırsıyla
yanan patronlara satılması da diğer önemli bir adımdı.
Tüm bunları gerçekleştirmek için işçi sınıfı ve muhalefetin dünya çapında
susturulması gerekiyordu. Bu, kimi ülkelerde taleplerini gerçekleştiremedikleri
için yorulan ve geri çekilen 68 hareketinin ardından geliştirilen bir
dizi demagoji ve propaganda yoluyla (“demokratik” yöntem) sağlandı.
Fakat bunu Türkiye’de yapmak imkansızdı. İşte bu yüzden 12 Eylül 1980
sabahı televizyon ve radyodan “ülkenin anarşiden kurtulacağını” müjdeleyen
apoletli Mesih’e kapitalistler dört elle sarıldılar. O kadar ki dönemin
TÜSİAD başkanı, işçi sınıfı ve muhalefete karşı “bugüne kadar siz güldünüz,
artık sıra bizde!” diyecek kadar güçlü hissetti. Bu gücün bedelini ortalama
ücreti 1980’den 1989’a kadar % 31 oranında gerileyen işçiler ödedi.
Darbe, binlerce işçi ve aydını işkence ederek, hapsederek ve doğrudan
idam ederek ülkeyi bir kan gölüne çevirdi. Her yerde (yine) grevler yasaklandı,
sendikalar ve örgütler kapatıldı. Neo-liberal dönüşüm Türkiye’de tam bir
vahşetle inşa edilmeye başlandı.
80’li yıllar Türkiye sermaye sınıfı için “altın yıllar”dır. İhracata dayalı
büyüme modeli sayesinde tarım ve tekstil ürünleri ihraç edenlere inanılmaz
destekler verildi. Bu sadece ekonomik (vergi indirimleri, sübvansiyon,
ucuz kredi) destek değildi. Yasaklar nedeniyle sendikasız, iş güvencesiz
ve düşük ücretli işçi çalıştırılmasını da olağanlaştırıldı. Bugün bahsedilen
kayıt dışı ekonomi bize Özallı yılların armağanıdır. Aynı zamanda o yıllarda
patlayan hayali ihracat skandalları bizim sermaye sınıfının girişimciliğinin
delilleridir.
Para spekülasyonunun serbest bırakılması Türkiye’ye geniş çaplı sıcak
paranın (yatırıma gitmeyen, faiz ve borsa yoluyla artırılmaya çalışılan
sermaye) girmesine neden oldu. Bu, hem yerli hem de yabancı sermayedarlara
büyük paralar kazandırdı. Devletin borçlarının artması bunun finansmanı
için daha fazla bütçe ayrılmasına neden oldu. Bu çoğunlukla işçi ve memurlardan
ve yoksullardan toplanan vergilerin birkaç kapitalistin cebine gitmesi
anlamını taşıyordu. Serbest piyasa ekonomisi mafya ilişkilerini de beraberinde
getirdi.
28 Şubat: Laiklik Hangi Pislikleri Örter?
12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı tüm vahşete rağmen işçi sınıfı durdurulamadı.
1983’de ilk grevler yaşanmaya başladı. Ülkenin her yerinde işçi hareketi
derlenmeye toparlanmaya başladı. Bununla birlikte öğrenci muhalefeti de
80’li yılların ortalarından itibaren ilk örgütlenmeleri ve eylemleri gerçekleştirmeye
başlamıştı.
Böylece 1989 Baharı’na geldiğimizde Türkiye işçi sınıfının en önemli eylemlerinden
olan Bahar Eylemleri yaşandı. On binlerce işçi Özal ve generallerin yarattıkları
vahşete dur demek için bir araya geldiler. Bu, işe yaradı: grevler ve
eylemler sayesinde 1980’de 100 olan, 1989’da 69’a düşen işçi ücretleri
ortalaması, 1994’te 120’nin üstüne çıktı. Böylece mavi yakalılar 12 Eylül
darbesinin kaybettirdiği ücretlerinin önemli bir kısmını geri almışlardı.
Mavi yakalı işçi mücadelesi beyaz yakalı kamu memurlarına sıçradı ve 90’lı
yıllar boyunca beyaz yakalı kamu çalışanları Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin
en ileri ucunu oluşturdular.
1996’da Susurluk’ta kaza yapan Mercedes, neo-liberal piyasanın palazlandırdığı
kirli mafya ilişkilerini ortaya serdi. 23 milyon kişinin katıldığı “bir
dakika karanlık eylemleri”nin doğrudan hedefi devlet-mafya-yönetici sınıftı.
Egemen sınıf yeniden bir dönemece geldi: Bir yandan para spekülasyonunun
körüklediği ekonomik kriz diğer yandan işçi sınıfı mücadelesiyle ve sol
söylemleri kullanarak güçlenen ve kendisini hedef alan İslami hareket...
Böylece 28 Şubat 1997’de Refah-Yol hükümetinin düşürülmesini isteyen MGK
toplantısına (yine) dört elle sarıldılar. Susurluk eylemleriyle doruğa
çıkan toplumsal muhalefetin yönünü İslami hareketi çevirmeye çalıştılar
ve bunu başardılar.
28 Şubat’ta devlet “karanlık İslamcı güçlere karşı savaşıyorum” diyerek
işçi sendikalarından destek ve fedakarlık istedi. Bunun sonucu olarak
grev rakamları 1997’den itibaren bıçakla kesilmiş gibi azaldı. 1980 darbesinin
ve Özallı yılların en önemli hedefi olan özelleştirme o yıllardaki güçlü
işçi muhalefeti sayesinde durdurulabilmişti, ama 28 Şubat darbesinin oluşturduğu
ortamda egemen sınıf özelleştirmeye hız verdi ve pek çok kamu işçisinin
atılması anlamına gelen büyük bir özelleştirme dalgası yaşandı (yaşanmaya
devam ediyor).
Bahar Eylemleri’nden itibaren istikrarlı bir şekilde yükselen ücretler,
28 Şubat darbesinden sonra istikrarlı bir şeklide düşmeye başladı. Bugün,
işçi ücretleri alım gücü itibariyle 80 darbesinin yarattığı karanlık ortamdaki
oranlara gerilemiş durumda. 2000 ve 2001’de yaşanan ekonomik krizlerin
faturası tamamıyla işçi sınıfı ve yoksullara çıkarıldı ve 28 Şubat darbesinin
yarattığı güvensizlik nedeniyle buna karşı ciddi bir mücadele dalgası
yaşanmadı.
Sonuç olarak kapitalist bir devletin ordusu ancak devletin sahiplerinin
işine yarayacak uygulamaları yapar veya kapitalistlere uygun bir ortam
yaratır.
'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |
|