Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Kardeşime Dokunma!

Ozan Ersan

ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi öğrencileri olarak, bir süredir çocuklar dahil ağır kayıplar veren Diyarbakır'a hem halkları düşmanlaştırıcı politikalara karşı kardeşliğimizi güçlendirmek, dayanışmamızı sunmak hem de gelişmeler hakkında ilk elden bilgi almak için gittik.

Toplam 108 öğrenciydik. Diyarbakır'da bizi karşılayan sivil toplum örgütleriyle birlikte Büyükşehir belediyesinde bir basın toplantısı yaptık. Büyükşehir belediyesi başkan vekilinin konuşmasının ardından üniversite temsilcileri kendi bulundukları alanlardan dayanışma mesaj ve mektuplarını sundular.

Toplantıdan sonra gruplara ayrılarak çeşitli kurumlarla görüşmelere gittik. Bu kurumlar, İHD, Göç-Der (zorunlu göç mağdurları), Diyarbakır Barosu, Tuha-Der (tutuklu aileleri), Eğitim-sen, Barış Anneleri idi. Ayrıca çatışmalarda yakınlarını kaybeden dört aileye (öldürülen bu insanların yaşları 6, 9, 22, 68 ) ve yine olaylar sırasında hayatını kaybeden Devrimci Demokrasi gazetesi muhabirinin ailesine taziye ziyaretinde bulunduk.

12 Eylül ve OHAL'den daha yoğun bir saldırı

Kurum ve kişilerle yaptığımız görülmeleri daha sonra birbirimize aktardık. Aşağıdakiler bu aktarımlardan derlenmiştir:

Olayların başladığı gün polis görece daha geri bir pozisyondaymış. Fakat ikinci gün askerin ve özel timin devreye girmesiyle şehirdeki sivil otorite (valilik vb.) tamamen ortadan kaybolmuş. Bundan sonra 12 Eylül ve OHAL'de bile görülmedik yoğunlukta bir saldırı başlamış. İki gün içerisinde 570 gözaltı ve 400 den fazla tutuklama olmuş ve neredeyse tüm bu kişilere sistematik işkenceler yapılmış (yapılmaya devam ediliyor). Göstericilerin üzerine hedef belirtilerek 'paralel ateş' açılmış. Onlarca kişi vurulmuş olmasına rağmen tutuklanma ve işkence tehdidi nedeniyle hastanelere gidememiş.

'Yağmalama' olayı ise medyada aktarıldığı gibi fakir gariban esnafa değil Kürt sorununa tamamen duyarsız, çoğu AKP'li orta ve üst gelir grubuna mensup iş sahiplerine yönelik gerçekleşmiş.

Gösterilere katılım birkaç bin değil 50 ila 100 bin kişi civarındaymış. Polisler sapanlarla, silahlarla önlerine gelen bütün evlerin camlarını kırmış, içerdeki insanları terörize etmiş.

Çatışmaların en yoğun yaşandığı yer Bağlar belediyesi sınırları içerisinde. Burası zorunlu göç mağdurlarının ve yoksulların oturdukları bir semt ve 14 yaş altı çocuk nüfusu oranı yüzde 47. Bunlara 18 yaş altındakileri de ekleyince oran ciddi şekilde yükseliyor. Bu çocukların çoğunun hayata dair ilk anıları köylerinin, evlerinin, tarlalarının yakılması; anne ve babalarının askerlerce dövülmesi, gece yarısı yüzleri maskeli insanların evlerine baskın yapması…

Herkesin önemle vurguladığı devletin bir süredir devam ettirdiği Kürt sorununa dönük tutumunda büyük bir değişikliğin meydana geldiği yönündeydi. Konuştuğumuz kişilerden biri "devletin bundan sonra bu soruna bakışını çok net görüyoruz : Çözümleri imha" diyerek konuyu özetliyordu.

Başka bir vurgu ise geleceğe yönelik güvensizlikti: "Gençler halen 'barış' diyor fakat şimdiki çocuklar ileride barış demeye devam diyebilecekler mi? Bilmiyoruz." Herkes gerginliğin halklar arasında bir savaşa dönüştürülmesinden korkuyor:

Onurlu barış

Konuştuğumuz insanların ısrarla söyledikleri şey hep aynıydı: BARIŞ. Fakat devlete zorla itaate dayanmayan "onurlu bir barış" istiyorlar. Temel taleplerinin kabul edildiği, eşitlik ve kardeşliğe dayanan bir barış. Yine konuştuğumuz insanlardan birisi meseleyi şöyle özetliyordu: "20 yıl da sürse 50 yıl da sürse bu iş masa başında bitecek" Bizi şöyle tanımlıyordu aynı kişi "son 15 gün içinde başımıza gelen en güzel şey sizsiniz".

Herkesin bizden ortak olarak isteği bir şey vardı: Gidin ve buradakileri, gerçekleri, anlatın. Çünkü kendi deyimleriyle, onlar anlatınca kimse inanmıyordu. Biz anlatırsak belki inanabilirlerdi.

Barış annelerinden birinin söylediği gibi "bütün annelerin göz yaşları aynı renktir". Artık hiçbir anne ağlamasın istiyorlar ve Türkiye'deki annelere şunu söylememizi istiyorlardı: burada hiçbir paşanın, hiçbir zenginin, hiçbir bürokratın çocuğu ölmedi, ölenler hep 'bizim' çocuklarımızdı.

'Orada' yaşanları 'buradakilere' anlatmak ve imha politikalarına doğru bu gidişe dur demek, onurlu bir barışı zeminin oluşması için çaba göstermek hepimizin sorumluluğu. Türkiye muhalefetinin bu dönemde yapması gerekenler için bir adım attığımızı hissediyoruz. Dört üniversiteden 108 öğrenci kardeşleşmek ve insanların ne düşündüklerini öğrenmeye gittik. Ve öğrendik: İnsanlar onurlu bir BARIŞ istiyorlar. Israrla anlatmaya devam edeceğiz…

Gidişi örgütlemek

Diyarbakır'a gitme fikri Boğaziçi Üniversitesi'nde olayların tartışıldığı bir derste öğrenciler ve öğretim görevlisinin aklına takılan soruların cevabına yönelik gelişti. "Diyarbakır hakkında bilmek istediklerimiz" haftası düzenleyen öğrencilerle haberleşmemiz üzerine ODTÜ'de toplantılar düzenledik. Her birimizin kafasında sayısız soru işareti vardı ama herkes gitmek istiyordu…

Ortada çok açıkça yürütülen bir haksızlık vardı. Dayanışma zamanıydı.

Gidişi örgütleme sürecinde birçok tartışma yaşandı. Farklı bir çok grup ve herhangi bir gruba mensup olmayan pek çok kişi aynı iş için kollarını sıvamıştı. Tartışmalar bizi ortak bir dilde buluşturdu.

Gitmeden önce tüm ODTÜ'yü haberdar etmek, katılımı sağlamak için bir dizi etkinlik yapmaya karar verdik. Öğretim görevlileriyle de iletişime geçtik. İlk etkinlik Boğaziçili arkadaşlarla ortaklaştığımız metni tüm okula dağıtmak oldu… Ayrıca tüm hafta boyunca, ellerimizde konuya dair dövizlerle kampusta oturma eylemleri yaptık, "Diyarbakır'ı Tartışıyoruz" başlıklı bir forum düzenledik.

Haftanın sonunda gitme vakti geldiğinde, (14 Nisan Cuma) bize destek verenlerle birlikte Kızılay Yüksel caddesinde bir basın açıklaması yaptık ve "Kardeşime Dokunma" diyerek yola çıktık. Yolculuk sırasında hepimizde az da olsa bir gerginlik vardı. Boğaziçililer bizi Ankara çıkışında bekliyorlardı. Onlarla buluşup beraber yola koyulduk.

Diyarbakır'a 30 kilometre kala otobüslerimiz durduruldu ve sıkı bir aramadan geçirildik. Ciddi bir sorun çıkmadan yola devam ettik ve şehrin girişinde çeşitli siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileriyle buluştuk.



"Barış için çocuklarımızın ölmesi mi gerekiyor?"

Özlem Gitmez

Diyarbakır Belediyesi'nde yapılan basın açıklamasından sonra on kişilik bir ekip olarak Tutuklu Yakınları Derneği'ne gittik. Dicle Üniversitesi'nden bir öğrenci bize kılavuzluk ediyordu. Derneğin başkanı bize olanları anlatmaya başladı. Sayılar veriyordu ve bunlar ölümü taşıyordu. Ölümün anlatıldığı küçücük bir odada dernek üyeleri bize kardeşlik istediklerini söylüyorlardı. Altı yaşında bir çocuğun nasıl öldürüldüğünü anlatırken bizim verdiğimiz desteğin öneminden bahsediyordu.

Umutlu olduklarını görebiliyordum. Sorduğumuz her soru, paylaştığımız her şey onları mutlu ediyordu. Başka bir dernek üyesi oğullarının mücadelesinden bahsetti. "Barış için çocuklarımın ölmesi mi gerekiyor?" diye sordu. "Biz kendi dilimizi konuşmak istiyoruz; biz dağdaki gençlerin inmesini istiyoruz. Batıdaki herhangi bir Türk vatandaşının sahip olduğu haklara sahip olmak istiyoruz. Siyasi bir güç olarak varlığımızın kabul edilmesini istiyoruz. Bütün bunlar çok mu? 78 yaşındaki bir adamın, gencecik çocukların öldürülmesini gerektirecek kadar imkansız mı? Batıdaki insanlar neden hiç devletlerinin yalan söyleyebileceklerini düşünmüyorlar; hep biz mi yalan söyledik?"

Etrafımdaki insanlara baktım; bizim için bu soruların cevabı netti ve biz, zaten döndüğümüzde okullarımızda, arkadaşlarımıza bu soruların cevabını verecektik.

Başka bir dernek üyesi, Türkçe'yi doğru düzgün bilmediğini ve çok cahil olduğunu söyleyerek başladı söze. "Ben biliyorum ki, burada Kürt halkını öldürürlerken, sizin geldiğiniz yerlerde de Türk halkına baskı yapıyorlar!" Bu adam mı, yoksa gazetelerde her gün Kürtler'in kellesini isteyen veya öldürülmelerine ses çıkarmayan kimi 'aydınlarımız' mı daha cahil diye düşünmeden edemedim.

Dinledik, konuştuk, yaşamanın ne kadar zor olabileceğini gördük ve neden orada, onların yanında olduğumuzu daha da iyi kavrayarak oradan ayrıldık.

Dönüş yolculuğunda herkes çok daha emindi ve bence çok daha umutluydu. Kanlı elleriyle bir halkı katleden, birada yaşayamayacağımızı haykıran devletin değil; "Biz düşman değiliz, insanca bir yaşam ve barış istiyoruz" diyen insanların yanındaydık. Gitmekten korktuğumuz yere, gitmekten korkmamak için, oraya gittik ve barış söylemimizi buraya taşıyoruz.

Antikapitalist; Sayı 38; Mayıs 2006

'Kürt Sorunu' sayfasına dön
sayfa başına dön