Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


MARKSİZM VE ULUSAL SORUN

Cem Uzun

HADEP, EMEP ve SDP ittifakı, solun bazı kesimleri tarafından heyecanla karşılandı. Ancak birçok kişi bu ittifakın sosyalistlerin oyu için, daha da önemlisi etrafında kampanyalar örmek için en iyi adres olup olmadığını sorguluyor. En sık karşılaştığımız sorular şunlar:

"Sosyalistler, Saadet Partisi veya ANAP ile ittifakı düşünmüş olan bir parti etrafında neden çalışsınlar? HADEP, EMEP ve SDP'nin çok oy alması ve parlamentoya milletvekili sokması bir fark yaratacak mı? HADEP milliyetçi bir parti değil mi? Bu ittifakın sosyalizm ile ne ilgisi var?"

Evet, HADEP milliyetçi bir partidir. HADEP bütün Türkiye'nin partisi olarak kendini tarif etmeye başladı ancak tabanının ve desteğinin öncelikle Kürtler arasından geldiği reddedilemez. Yine HADEP'in kuruluş amacının da Türkiye'deki Kürtlerin karşılaştığı ve demokratik olmayan uygulamalara karşı mücadele olduğu biliniyor. Ancak Türk milliyetçiliği ve bütün sağ partilerin ve hatta sol partilerin milliyetçiliği ile HADEP'in milliyetçiliği arasında kökten bir fark vardır. Ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulusun milliyetçiliği ayrımını görmezden gelemeyiz.

Ana dilinde eğitim olanağı olmayan, çocuğuna babasının adını veremeyen, ülkenin en yoksul coğrafyasına sıkışmış, köylerinden zorla göç ettirilen, büyük şehirlerin varoşlarında sefalete mahkum edilen, yüzlerce aydını, temsilcisi faili meçhul! cinayetlere kurban giden, cezaevlerine tıkılan, köy meydanlarında insan dışkısı yemeye zorlanan, Kürt kimliği inkar edilerek saldırıya uğrayan bir insanın 'ben Kürdüm' demesi ile onun bu kimliğini reddeden ve saldıranların milliyetçiliği bir tutulabilir mi?

Sosyalizm ve Milliyetçilik

Marks'dan beri sosyalistler, "işçilerin vatanı olmadığı"nı anlatırlar. Dünya giderek daha belirgin bir şekilde iki ana sınıfa, kapitalistler ve işçilere bölünmüş durumda. Kapitalistlere karşı mücadeleyi kazanmak için bütün ülkelerin işçileri birleşmeli. Komünist Manifesto'nun meşhur son cümlesinin anlamı budur.

Kapitalizmin ilk gelişmesinden bu yana sermayenin uluslararasılaşması eğilimi (küreselleşme) sürmektedir. Ancak bu eğilim farklı sermayeler arasında milliyetçi rekabeti önlemiyor, tersine yoğunlaştırıyor. Dünya piyasalarında rekabet edebilme gücüne sahip sermaye blokları (ulus devletler) yaratma çabası ulusların baskı altına alınmasına, hatta yok edilmesine, sömürgeleştirmeye, uluslararası düzeyde büyük ve küçük devletler arasında mücadelelere yol açabiliyor.

Ulusların ezilmesi olgusu kapitalist sisteme karşı mücadele ve isyanın milli bir karaktere bürünmesine de neden olabiliyor. Lenin bu konudaki tutumunu çok net ifade ediyor:

"Sömürgelerde ve Avrupa'daki küçük ulusların ayaklanmaları olmadan, küçük burjuvazinin bir kesiminin sahip olduğu tüm önyargılara karşın gerçekleştirdiği devrimci patlamalar olmadan, siyasi olarak bilinçsiz proleter ve yarı-proleter kitlelerin toprak beylerinden, kiliseden, monarşiden gelen baskıya, ulusal baskıya karşı giriştikleri bir hareket olmadan, vb. toplumsal devrimin gerçekleşmesinin akla yakın olduğunu düşlemek, toplumsal devrimin yadsınması demektir. Bir ordu gelip bir yerde duracak ve 'Biz sosyalizmden yanayız' diyecek, sonra bir yerden bir başka ordu gelecek ve 'Biz de emperyalizmden yanayız' diyecek ve böylece toplumsal bir devrim olacak!... Her kim böylesine 'saf' bir toplumsal devrim düşlüyor ise, yaşamı boyunca hiçbir zaman böyle bir devrime tanık olmayacak. Böyle bir insan, devrimin ne olduğunu bilmez ve devrime bağlılığı yalnızca sözdedir. Avrupa'daki sosyalist devrim, ezilen ve durumundan hoşnutsuz çeşitli unsurların kitlesel mücadelesinin bir patlamasından başka bir şey olamaz. Küçük burjuva kesimler ve geri işçiler kaçınılmaz olarak buna katılacaklardır. Böyle bir katılım olmaksızın kitlesel mücadele olanaksızdır, bu olmadan da bir devrimin gerçekleşmesi olanaklı değildir- ve bunlar, yine aynı kaçınılmazlıkla, sahip oldukları önyargıları, gerici fantezilerini, zayıflık ve yanlışlıklarını harekete taşıyacaklar.

Ancak, nesnel olarak, bunlar sermayeye saldıracaklar ve devrimin sınıf bilinçli öncüsü, bu rengarenk, uyumsuz, birbirinden değişik, görünüşte parçalanmış kitle mücadelesinin nesnel gerçeğine ifadesini kazandırarak bu mücadeleyi birleştirip sevk edecek, iktidarı ele geçirecektir... Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı mücadelede kendi başına bir faktör olarak güçsüz durumda bulunan küçük uluslar, galeyanın bir parçası, galeyanı hazırlayan itkilerden biri olarak sahnedeki yerlerini alacaklar, bu ise, gerçek anti-emperyalist gücü temsil eden sosyalist proletaryanın tarih sahnesine çıkmasına yardımcı olacak."

Lenin'in değerlendirmesi iki olguyu birleştirmektedir. Birincisi, verili düzene karşı isyanın sınıf adaletsizliğinden ziyade çoğunlukla düzenin neden olduğu ulusal adaletsizliklerden yola çıkacağıdır. İkincisi de ulusal isyanların bunlara neden olan adaletsizlikleri çözemeyeceği, bunu ancak işçi sınıfının başarabileceğidir.

Lenin, ulusal ve sosyalist mücadeleler arasındaki ilişkiyi ilk irdeleyen Marksist değildi. Marks, İrlanda'nın sömürge olarak bastırılmasını ve Britanya'da yaşayan bir milyon İrlandalı işçinin ırkçılığa maruz kalmasını Britanya egemen sınıfının İngiliz işçilerini baskı altında tutmasındaki en kritik faktör olarak tanımlıyordu:

"İngiltere'deki her sanayi ve ticari merkez artık iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfına sahiptir: İngiliz işçileri ile İrlandalı işçiler. Sıradan İngiliz işçi, İrlandalı işçiden yaşam standardını düşüren bir rakip olarak nefret eder. İrlandalı işçi karşısında, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak hissederek kendini İrlanda'ya karşı aristokratların ve kapitalistlerin bir aracı haline dönüştürür ve böylece de onların kendisi üzerindeki iktidarını güçlendirir...

Bu çelişki suni bir şekilde basın, kilise ve egemen sınıfın elinin altındaki bütün araçlar tarafından canlı tutulur ve hatta yoğunlaştırılır. Bu çelişki İngiliz işçi sınıfının örgütlenmelerine rağmen iktidarsızlığının sırrıdır. Kapitalist sınıfın iktidarını korumasının sırrıdır."

Marks'a "başka bir ulusu köleleştiren hiçbir ulus özgür olmaz" dedirten koşullar bunlardı. Marks İrlanda milliyetçisi Fenianların İngiliz işçilerinin ölümüne neden olan "terörist" eylemlerine bazen çok sinirleniyordu. Ancak İrlanda'nın ve İrlandalıların ezilmesine karşı muhalefetin İngiliz işçi sınıfı mücadelesinin temel bir önkoşulu olduğu görüşünü hiç değiştirmedi. Ezen ulusun işçi sınıfı, kendisini İngiliz milliyetçiliğinden kurtaramadıkça kendi özgürlüğü için de etkin bir şekilde mücadele etmesi mümkün değildir.

Komintern ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri

Birinci Dünya Savaşı'nın ve Rus Devrimi'nin sonunda büyük imparatorluklar ulusal isyanlarla sarsıldılar. Yeni oluşturulan Komünist Enternasyonal (Komintern) bu ulusal mücadelelerle ilgili politikalar geliştirmek durumunda kaldı. Komintern'in İkinci Kongresi'nde kabul edilen ve Lenin tarafından kaleme alınmış önerge yine iki ayak üzerinde duruyordu. Emperyalist ülkelerdeki komünistlerin emperyalizm ile mücadele eden ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeleri gerekirken, ezilen ulusun komünistlerinin de işçi sınıfının bağımsızlığını korumaları gerekiyordu:

"Daha geride kalmış olan ülkelerle ilgili…aşağıdakiler göz önünde bulundurulmalıdır: Bütün komünist partileri bu ülkelerdeki devrimci ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeli. Bu desteğin alacağı şekil bu ülkelerde bir komünist partisi bulunuyorsa onunla tartışılmalı. Bu yükümlülük öncelikle geri kalmış ülkenin mali veya sömürge olarak bağlı olduğu ülkenin işçilerinin aktif desteğine dairdir."

Ezilen ulustaki devrimci hareketin yükümlülükleri konusunda ise önerge şunları söylemektedir:

"Komünist olmayan devrimci hareketin komünist renklere boyanması girişimine karşı kararlı bir mücadele verilmeli. Komünist Enternasyonal sömürgeler ve geri kalmış ülkelerdeki devrimci hareketlerle şimdilik işbirliği yapmalı ama onlarla birleşmemeli, şartsız koşulsuz bir şekilde henüz emekleme aşamasında da olsa işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığını korumalı."

Ulusal mücadelelere destek, koşulsuz yani onların komünist veya sol olmasına bağlı değildir. Ezilen ulusun komünistlerinin bağımsızlıklarını korumaları tam da bu nedenledir.

Türkiye ve ulusal sorun

Ulusal sorun, cumhuriyet öncesinden beri Türkiye'de merkezi bir öneme sahip olmuştur. Bolşevik Rusya'nın sağladığı destek, Mustafa Kemal etrafındaki güçlerin Britanya tarafından desteklenen ve finanse edilen Yunanistan'ın Anadolu'yu işgaline karşı başarılı olmasında önemli bir rol oynamıştır.

Komintern'in Kemalistleri desteklemesinin nedeni, Kemalistlerin kuracağı düzen konusunda hayal görmeleri değildi. 1922'de Türkiye konusundaki bir önerge, Bolşeviklerin rejimin doğası konusundaki fikirlerini çok net bir şekilde ortaya koyuyor:

"Türk (Ankara) hükümeti işçi ve köylülerin hükümeti değil subayların, aydınların hükümetidir ve kesinlikle bizim fikirlerimize yakın değildir. Türkiye ekonomik olarak geliştikçe Türkiye işçi sınıfının bu hükümete karşı mücadele etmek zorunda kalacağından kuşku yoktur. Ancak Türk işçileri, bu hükümete karşı tutumları ne olursa olsun, Türkiye'nin mücadelesinin yoksul bir köylü toplumunun uluslararası sermayenin köleleştirilmesine karşı bir mücadele olduğunu ve bu hükümete karşı tutumlarından bağımsız olarak, Entente emperyalizminin Türkiye'ye karşı silaha sarılmasını ve İngiltere'nin dünyayı kontrol etmek amacıyla Avrupa işçilerinin kanını dökmesini engellemek için elinden geleni yapması gerektiğini anlıyor."

Kendi ülkelerinde de isyanla karşılaşan ve ordularını dağıtmak zorunda kalan emperyalist güçlerin zayıflığı, Britanya, Fransa ve İtalya arasında Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl paylaşacakları ile ilgili çıkan anlaşmazlık ve Bolşevik Rusya'nın desteği Türkiye Cumhuriyeti'nin zaferine katkıda bulundu. Türkiye, Irak gibi başında İngiltere tarafından desteklenen bir kralın bulunduğu bir yarı-sömürge olmaktan kurtuldu.

Ne var ki Türkiye'de kurulan yeni rejim hemen emperyalizm ile uzlaştı. Komintern'in de belirttiği gibi bu rejimin toplumsal tabanı son derece dardı. Bir subay katmanı kendini yeni bir egemen sınıfa dönüştürmeye çalışıyordu. Milliyetçilik, içerdeki isyanı bastırmak için güçlü bir silah olacaktı.

1925'de Şeyh Sait etrafındaki Kürt isyanı kanlı bir şekilde bastırıldı. İstiklal Mahkemeleri yüzlerce kişiyi ölüme gönderdi. Bu dönemde faaliyet gösteren Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin verdikleri idam kararlarının sayısı konusunda kesin rakamlar bile bulunmamaktadır ama binlerce insanın idam edildiği düşünülmektedir. Baskı, Kürt hareketinin çok ötesine de geçti. Mahkemelerin faaliyetleri hakkında yazan gazeteciler de hapse atıldı, basın üzerindeki baskılar arttı.

Şeyh Sait ayaklanması sırasında Komintern Stalinistlerin eline geçmişti bile. Stalinistler Rusya'nın çıkarlarına hizmet edecek bir dış politika çerçevesinde burjuva hükümetleriyle ittifaklar arıyorlardı. Komintern'in işçi sınıfının bağımsızlığını öngören iki yönlü politikası terk edildi. Çin'deki komünistler burjuva milliyetçisi Komintang'a katılarak Chaing Kai Shek'i koşulsuz desteklemeye itildiler. Onbinlerce Çinli komünist bu destek karşılığında 1927'de Chaing Kai Shek tarafından katledildiler. Bu yenilgi, sağ kalan az sayıdaki komünisti kaçmaya ve "Uzun Yürüyüş"e zorladı. Türkiye'de de aynı politikaların sonucu olarak TKP Şeyh Sait ayaklanmasını "gerici" olarak mahkum etti ve Komintern de benzeri açıklamalar yaptı. TKP'nin bu destek karşısında aldığı ödül de onyıllarca illegalite ve baskıya mahkum edilmesi olacaktı.

Bu Kürt isyanını niceleri takip etti ve Kürtlerin baskı altına alınması Türkiye'de genel olarak sivil hakların kesintiye uğraması ile el ele yürüdü. Susurluk kazasının ortaya çıkarttığı Derin Devlet, Kürtlere ve sola baskının aynı kişilerce yürütüldüğünü gösterdi. "Bölücülük" tehdidi sola, gazetecilere, yazarlara karşı her türlü baskıyı haklı kılmak için kullanıldı. Kürtlere yönelik baskıların bir ayağı daima Türkiye'de demokrasi ve sol güçlere yönelik baskı oldu.Türkiye solunun ve işçi sınıfının trajedisi, Kürtlere karşı devleti desteklerken kendisine karşı baskıyı da desteklemiş olmasındandır.

Sol ve Kürtler

Stalinizmin milliyetçi mirasını taşıyan Türk solu, 1925'de TKP'nin aldığı tutumdan başlayarak Türkiye egemen sınıfının bir şekilde emperyalizme karşı mücadele ettiğine ve Kürtlerin Türkiye'nin bağımsızlığını tehdit eden emperyalizmin ajanı olduğuna inandı.

Bazı Kürtlerin tarihin bazı anlarında gerici güçler tarafından kullanıldığı doğrudur. Kürtlerin göreceli olarak geri aşiretlere dayalı sosyal yapısı bunu mümkün kılıyordu. Bazı Kürt birlikler 1908 Devrimi'nde Jön Türklere karşı mutlakıyeti savunmak üzere kullanıldılar. Jön Türkler de daha sonra aynı birlikleri (Hamidiye Alayları) Ermenilere karşı kullanacaklardı. Bugün de köy korucuları Kürtlerden oluşuyor… Susurluk kazasındaki Mercedesten tek canlı çıkan kişi olan Sedat Bucak Kürttür.

Ancak Kürtlerin emperyalist güçlerin bir ajanı olduğu suçlaması doğru değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde İngilizler bir dizi hak vaat ederek Kürtleri kullanmaya çalıştılar. Türkiye Cumhuriyeti'nin ve İngiltere destekli Irak'ın kurulmasından sonra ise Kürtlerin bağımsız devlet veya özerlik haklarına tümüyle karşı çıktılar. Irak'taki İngiliz Vali Kinahan Cornwallis, Nisan 1929'da şunları yazıyordu:

"Birlikten ziyade ayrımcılığa meyil eden önerilerin kabullenilmesini engelleyeceğim… Britanya Majestesi Hükümeti Irak'ı istikrarlı ve homojen bir devlet oluşturacak şekilde bütün kesimlerin nihaî olarak birliğini görmek istemektedir."

Britanya, Türkiye'de bir Kürt özerkliğinin Irak'taki Kürtler üzerinde yaratacağı etkiden korktu. Bugün de Türkiye, Irak Kürtleri'nin alacağı bir özerkliğin Türkiye'deki Kürtler üzerindeki etkisinden korkmaktadır. Türkiye veya Irak sınırında olsun, bütün emperyalist güçler Kürtlerin bağımsız bir devlet elde etmesini engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Irak'da Kürtlere karşı ilk modern kitle imha bombalarına başvuran (1930'da) Britanya oldu. 1991 Körfez Savaşı sonunda da ABD, Kürtlerin özyönetim hakkının her şeklini engellemek için elinden geleni yaptı.

Dolayısıyla solun kendini Türk devletiyle birlikte tanımlaması, ya Kürtlere karşı Türk devletini desteklemesi ya da en iyi ihtimalle "milliyetçi" Kürtlerin mücadelesi ile arasına mesafe koyması solu ve işçi sınıfı hareketini cumhuriyet tarihi boyunca geri tutan bir "zincir" olmuştur.

KESK'in yakın dönem tarihi buna iyi bir örnektir. KESK, 1990'ların başından itibaren kahramanca bir mücadele sonucunda sıfırdan 600 bin üyeye ulaşacak şekilde inşa edildi. Şimdi ise sadece üç işkolunda üyeleri adına toplu görüşme hakkına sahip. Türk Kamu Sen ise daha güçlü. Burada hükümetin ayak oyunlarının söz konusu olduğu doğrudur. Ancak Türk Kamu Sen'in kendini KESK'e karşı inşa ettiğini göz ardı edemeyiz. Nasıl? Türk Kamu Sen bunu milliyetçiliği kullanarak başardı. KESK'i bölücülük ve PKK sendikası olmakla suçladı. KESK, bu suçlamalara karşı "hayır değiliz" diyerek Kürt tabanından uzaklaştı ve sendikasını savunmada etkisiz kaldı. Kürt sorunundan kaçmaya çalışmak sadece sağın elini güçlendirmektedir. Bizler ise Kürtlerin kendi dillerini kullanma, baskı görmeme ve diğer haklarını genel sivil haklarla birlikte savunmalıyız.

Kürt hareketinin politikaları

20 yıl boyunca süren silahlı mücadele stratejisi başarıya ulaşmadı, 30 binden fazla ölüm mücadeleyi alevlendiren sorunları çözemedi. Bu yirmi yıl boyunca sol, Kürtleri politik arenada yüzüstü bıraktı. SHP Kürtleri Meclis'e taşıdıktan sonra Kürt milletvekillerinin hapse atılmasına karşı mücadele etmedi. Sosyal Demokratların solunda yer alanların çoğu da daha iyi bir karneye sahip değiller. Onlar da oklarını Türk devletinin milliyetçiliğinden ziyade Kürt milliyetçiliğine yönelttiler. Küçük bir kesim ise desteğini gerilla taktiklerine uyumlulaşarak ifade ettiği için Türk devletinin milliyetçiliğine karşı etkin bir mücadele cephesi oluşmadı.

Böylesi bir ortamda Kürt hareketi liderliğinin destek için solun dışına (TÜSİAD, ANAP, Cem Boyner, Avrupa Birliği ve son olarak da Saadet Partisi'ne) yönelmesi şaşırtıcı değildir. Fakat bu yöneliş sonuçsuz kaldı. TÜSİAD, Güneydoğu'da ekonomik gelişme ve demokrasi ihtiyacı konusunda çok sayıda ve çok iyi görünen raporlar yayınladı. Ancak kendi konferanslarında bu raporu sunacak bir tek işadamı bile çıkmadı. Cem Boyner, Diyarbakır'da sıcak karşılandı ama sonra ortadan yok oldu. Avrupa Birliği'nden destek sesleri geliyor ama onlar da Ankara kadar Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından korkuyorlar. Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesine yardımcı olanlar (özellikle İtalya ve Yunanistan) Avrupa'nın gerçek önceliklerinin nerede yattığını çok iyi ifade ettiler. Necmettin Erbakan'ı politik yasaklı hale getiren konuşmaları şeriat ile ilgili değildi. Kürtlerle dayanışmayı ifade ediyordu ama Başbakanlık yaptığı dönemde Susurluk olayını "fasa fiso" olarak değerlendirdi.

HADEP liderliğinin sağa kayışı kendi tabanını da hayal kırıklığına uğrattı. Ancak bu kayışın asıl nedeni Türk solunun başarısızlığındadır.

HADEP liderliği şimdi sağla değil sol ile seçim ittifakı kurdu. Bunu memnuniyetle karşılamak gerekir. Bu durum, solun kendi kuyusunu kazan Türk milliyetçiliğinden arınıp yeni bir sol yaratması için fırsattır.

HADEP ve sol liderliklerinin mükemmel olmadığı doğrudur. Ancak bu, en önemli konu değildir. İttifak yanıtladığından daha fazla soru ortaya atmaktadır. Bizler, ittifak etrafında yapacağımız çalışmalarda bu sorulara birlikte yanıt geliştirmeliyiz.

Solda fikirsel bir krizin söz konusu olduğunu gazetemizde sıkça dile getirdik. Sol, Türk milliyetçiliği ile hesaplaşmak zorundadır. Türk solu, ancak bunu gerçekleştirdiğinde, Kürtlerin tek müttefiklerinin işçi sınıfı olduğu fikrini güçlü olarak tartışabilir.

Yukarıda Marks'dan yaptığımız alıntıda "İngiliz" yerine "Türk", "İrlandalı" yerine de "Kürt" koyun ve bir daha okuyun:

"(Türk işçisi) Kürt işçi karşısında, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak hissederek kendini Kürtlere karşı aristrokratların ve kapitalistlerin bir aracı haline dönüştürür ve böylece de onların kendisi üzerindeki iktidarını güçlendirir...

Bu çelişki suni bir şekilde basın, kilise ve egemen sınıfın elinin altındaki bütün araçlar tarafından canlı tutulur ve hatta yoğunlaştırılır. Bu çelişki Türk işçi sınıfının örgütlenmelerine rağmen iktidarsızlığının sırrıdır. Kapitalist sınıfın iktidarını korumasının sırrıdır."

Bu sırrı deşifre etmek ve üzerimizdeki gücünü kırmak zorundayız. İttifaka katılan partiler bu yönde bir adım atmışlardır. Bu, soruna doğru değil; çözüme doğru atılmış bir adımdır. DEHAP'a oy kampanyası bu yönüyle seçim çalışmaları boyunca milliyetçiliğe karşı tartışma olanağı sunacak; bölücülük propagandaları karşısında Kürtleri, demokrasiyi ve barışı savunmak isteyenlerle diyalog kurmamıza yardımcı olacaktır.

Bu adımı daha da ileriye çekmeli ve yenilerini eklemeliyiz. İttifak ve seçim çalışmalarını Irak savaşına karşı hareketle ve dünyada sömürülen ve ezilenlerin isyanı olan anti-kapitalist hareketle birleştirmeli ve Floransa'daki Avrupa Sosyal Forumu'nu işaret etmeliyiz.

Antikapitalist; Sayı 19; Ekim 2002

'Kürt Sorunu' sayfasına dön
sayfa başına dön