İMF Politikalarına Karşı
Toplumsal Öfke Kabardı:
ARJANTİN’DE İSYAN !
Yılbaşı öncesinde Arjantin sokaklarında başlayan gösteriler kendiliğinden
bir ayaklanmaya dönüştü. Gösterileri boş bir çabayla engellemeye çalışan
polisler 23 kişiyi öldürdü. Ancak nefret edilen ekonomi bakanı Domingo
Cavallo ve Başkan De la Rua istifa etmek zorunda kaldı.Gelişen yeni mücadele
dalgasıyla birlikte yeni başkan Rodrigues Saa sadece bir hafta dayanabildi
ve o da istifa etmek zorunda kaldı. Bu isyan, sadece hükümet devirmedi,
aynı zamanda ülkedeki kapitalistleri, neo-liberal politikaları hayata
geçiren hükümetleri ve bu politikaları uygulamaya yardım eden IMF'yi büyük
bir bozguna uğrattı. Gösterilere katılan medya fotoğrafçısı Ricardo Corcova
büyük medyaya yaptığı açıklamada olayları şöyle değerlendiriyordu: "Başkan
sıkıyönetim ilan ettikten sonra şehrin tüm bölgelerinden bölük bölük insanların
geldiğini gördüm. Berlin duvarının yıkılışına benzettim. Bu kez neo-liberal
duvar yıkılıyordu." Yeni hükümet, Arjantin'in 130 milyar dolarlık
dış borç geri ödemesini askıya aldığını ilan etmek zorunda kaldı. Bu ayaklanma
bütün kapitalist dünyada bir korku dalgasına neden oldu. Patronların gazetesi
Financial Times şöyle uyardı: "Normalde ekonomik krizler işçileri
mücadele etmekten korkar hale getirir; ancak Arjantin'de mücadele devam
etti. Korkunun yerini öfke aldı ve tüm sisteme karşı direnişe yol açtı."
Buenos Aires'den bir küresel direnişçinin bağımsız medya merkezine
gönderdiği izlenimler:
Öfke içindeki ayaklanma ve yağmaları televizyondan izliyordum. Aniden
Başkan ekranda belirdi. Suçlularla ihtiyacı olanları ayırmak gerektiğinden
bahsediyordu. Sesini kontrol etmeye çalışarak sakin ve nazikçe konuşmaya
çalışıyordu. Sıkıyönetim ilan ettiğini söyledi. Arjantinde Başkan'ın böyle
bir hakkı olmadığını biliyordum. Bu kararı sadece Kongre alabilirdi. Sinirlendim
ve televizyonu kapattım. Sonra sesler duymaya başladım. Sesler giderek
büyüyordu. Balkona çıktım. Tüm balkonlarda insanlar tavaları ve tencereleri
vurarak ses çıkarıyorlardı. Gürültü giderek artıyordu. Bu bir kükremeydi
ve durmayacaktı. Yaşadığım sokağın köşesinde birilerini gördüm, on kişiden
fazla değillerdi. Üstüme bir tişört geçirdim ve aşağı indim. Tuhaf ve
heyecan vericiydi. Tüm köşelerde küçük gruplar halinde insanlar birikmeye
başlamıştı. Burası durumu iyi bir orta sınıf mahallesiydi. Ama olup bitenler
herkesi çileden çıkarmıştı ve bu duygu uzun süredir yaşanıyordu. Yan sokakta
da insanlar caddenin köşesinde toplanmaya başlamışlardı. Kaşıkları, tencereleri
vuruyor, bayrak sallıyorlardı. Bir kaç dakika içinde 150 kişiyi bulmuştuk.
Yürümeye başladık. Kimse nereye gittiğimizi veya ne olacağını bilmiyor
gibiydi. Başlayalı bir saat olmuştu, her köşeden gelen sesler durmuyordu.
Yürüdükçe insanlar birleşiyordu. Çok heyecan vericiydi, neredeyse manyakçaydı.
Gücünü tekrar kazanma hissiydi bu. Yaşamın tüm kesimlerinden insanlar
oradaydılar. Arkaya baktım, bu kendiliğinden oluşan direniş bir kaç blok
uzunluğuna ulaşmıştı. Başka sokaklardan gelen kendiliğinden oluşan diğer
grupların bize katıldığını görüyordum. Hoş kıyafetler içindeki genç kızları,
takım elbiseli yaşlıları, gittikçe artan vergilerden bunalmış bir esnafı,
bankaya borcu yüzünden evini kaybetmek üzere olan bir adamı ve 4 aydır
iş bulamayan sistemin dışladığı bir başka adamı görebiliyordum. Herkes
oradaydı. Heyecan vericiydi. İnsanlar balkonlarından alkışlıyor, şarkı
söylüyor, tencerelere vuruyor, yürüyorlardı. Kongre binasına vardığımızda
birkaç bin insan çoktan oradaydı ve diğer köşelerden de insanların geldiğini
görebiliyordum. Bir partide gibiydim. Bayraklar, şarkılar, alkışlar. Merdivenlerin
başındaki adam bir çeşit dumandan ışık yaktı. Her tarafı pembe bir duman
kapladı.
Etrafıma bakındım, nedenini bilmiyorum ama bir gerginlik hissettim. İnsanlar
gelmeye devam ediyordu ve Casa Rosada'ya doğru yürümeye başladık. Artık
o kadar eğlenceli değildi. İlerdeki caddede alevleri görebiliyordum. Çöp
tenekesi yanıyordu. Yürümeye devam ettim. İnsanlar sessizce şarkı söyleyip
el çırpıyorlardı. Başka küçük ateşler de gördüm. Benimkinden daha fakir
bir mahalleden gelenlerden oluşan bir yürüyüş koluna girmiştim. Onları
suçlamıyorum. Onların ağzına herkesten daha fazla sıçıldı. Ve açlık öfkeyi
besler. Genç bir çocuk sokak levhasına sopayla vurmak üzereydi ki çok
eski bir kot pantolon ve tişört giyen kolunda genç bir kız tutan 30 yaşlarında
zayıf bir adam ona bir şeyler söyledi ve kalabalığı gösterdi: "Bak
ne kadar çoğuz" diyordu. Geriye baktım. Başlangıçta gördüğüm ve hissettiğim
şeyleri yine hissettim. Herkes oradaydı. Herkes temsil ediliyordu. Biz
çok fazlaydık. Genç adam sopasını attı.
Plaza de Mayo'ya vardığımda orada birkaç bin kişi vardı. Hâlâ gelmeye
devam ediyorlardı. Tuhaftı… İnsanlar yürüyüşün yanı sıra arabalarla da
gelmeye başladılar.
Gençler, yaşlılar, aileler…insanlar. Meydanın yarısı doluydu ve hâlâ
kalabalıklar gelmeye devam ediyordu. Etrafta dolandım. Heyecan doluydum.
Hâlâ orada olduğumdan dolayı çok şaşkındım. Orada durmuş kendi kendime
böylesi günlerin pek sık yaşanmayacağını düşünüyordum. Gürültünün nereden
geldiğine bakmak için balkona çıkmışken kendimi Başkanı devirmeye çalışan
bir ayaklanmanın içinde buldum. Aniden biri beni arkadan çekti. Dengemi
tekrar sağladığımda insanların kaçtığını gördüm. Yanımda biri 'orospu
çocukları" diye bağırıyordu. Ben de içgüdüsel olarak koşmaya başladım.
Yarım blok koştum, dönüp baktım. Binlerce insan koşuyordu. Birine neler
olduğunu sordum, o kaçtı. Yanımdan geçen biri polisle ilgili bir şeyler
söyledi, pek anlayamadım. Burnum yanmaya başladı. Geriye baktım… Meydandaki
dumanı görebiliyordum. İnsanların gözlerine baktım, kızarmıştı. Boğazım
yanıyordu. Kaçtım. Geriye baktım… İnsanlar kaçışıyorlardı. Duman gittikçe
yükseldi, tişörtümü kaldırdım, burnumu ve ağzımı kapattım. Gözlerim kızardı.
Miami Florida tişörtlü bir adam, kesin bir orta sınıf, şimdi onların nasıl
hissettiğini anladığını söyledi. Yürümeye devam ettim, evime yöneldim.
Birden ağladığımı fark ettim. Gazdan mı yoksa öfke ve bir şey yapamamaktan
dolayı mı bilmiyordum.
Arjantin Montevide'dan Javier Carles izlenimlerini anlatıyor:
Çarşamba ve Perşembe günleri boyunca sokak çatışmaları sürdü ve sonunda
binlerce işçi, öğrenci, ev hanımı, yaşlı ve çocuğun fedakarlığı ve kahramanlığı
hükümeti devirdi.
Arjantin'in her tarafını yoğun bir yoksulluk sarmış durumda. İnsanlarının
çoğunun kaybedecek bir şeyi yok. İnsanların patlaması sadece bir zaman
meselesiydi. Yöneticiler yüzlerce polis ve bazı ölüm olaylarının insanları
bu durumu kabul etmeye zorlayacağını zannediyorlardı. Ama yanıldılar.
Birkaç hafta öncesinde insanlar, depoların ve süper marketlerin önünde
toplanarak yiyecek istemeye başladılar. Terassa Rodrigues isimli işsiz
hareketine mensup binden fazla kişi pazartesi günü Buenos Aires bölgesine
geldi. Havada dolaşan helikopterler ve çok sayıda polis, göstericileri
korkutamadı. Dükkan sahipleri, göstericilerin taleplerine dayanamayıp
yiyecek torbaları dağıttılar.
Bir sonraki gün yüzlerce insan kitlesel bir şekilde süper marketlere,
depolara ve kapısı açık her dükkana karşı kitlesel bir şekilde eylem gerçekleştirdi.
İnsanların umutsuzluğu ve bir önceki günkü zaferin net görüntüleri binlerce
insanı sokaklara çıkmaya yöneltti. Çarşamba günü yüzlerce dükkan insanların
kamulaştırmasından kaçınmak için açılmadı. Ancak o sabah binlerce kişi
çocuklarının ihtiyaçları olan temel şeyleri bulmak için metal kapıları,
kepenkleri yıkmak üzere sokağa çıkmaya hazırdı. Televizyonda çoğunluğu
kadın ve çocuk olan göstericilerin süper marketlerde "yemek istiyoruz,
yemek!" diyen bağırışları yayınlandı. Gün boyunca bütün ülkede yüzlerce
süper market yağmalandı. Hükümet ve medya "anarşinin egemen olduğu"
ve "düzenin yeniden inşasının" zorunlu olduğunu anlatmaya başladı.
Başkan De la Rua Çarşamba günü televizyondan halka sıkı yönetim uygulaması
başlattığını duyurdu. İnsanların en temel hakları askıya alınmıştı. İki
kişiden fazla insanın açık havada yan yana gelmesi yıkıcılık olarak değerlendirilecek,
medya sansür edilebilecek, baskı mekanizması insanları tutuklamak için
serbest bırakılacaktı.
Başkan konuşmasını bitirir bitirmez bazı insanlar evlerinde tencerelerine
vurmaya başladı. Bu çeşit protesto (caceroleadas) askeri diktatörlük sonlandırılırken
çok yaygındı. Daha sonra sokaklara taşarak örgütlü bir eyleme dönüştü.
Bir saat içinde bir milyon kişi sıkıyönetime meydan okudu. Gece yarısına
kadar Plaza De Mayo meydanı dolmuştu. Ve binlerce kişi "yemek istiyoruz!"acı
çığlığının yerine daha saldırgan olan "defol git!" çığlığını
koydu. Sadece hükümete değil bütün politik liderler grubuna yönelikti
bu slogan.
Geleneksel partiler ve hatta bu partilerle ilişkisi olan bazı sendika
liderlerinin her biri için özel olarak sloganlar üretilmeye başlandı.
Polis, geceyarısından sonra atlar, sopalar, kalkanlar, göz yaşartıcı bombalar
ve plastik mermilerle saldırdı. Halkın barışçıl gösterisi tam bir savaşa
döndürüldü. Plaza De Mayo'da bir araya gelen çoğu insan hayatlarında hiç
sokak protestosuna katılmamıştı. Çok sayıda çocuk ve yaşlı insan vardı.
Polis ilk saldırdığında göstericileri köşeye sıkıştırıp korkutması kolay
oldu. Ancak sonrasında direniş örgütlenmeye başlandı. Meydan ve parlamento
binasının dışındaki merdivenler insanlarla doluydu. Aynı zamanda binlerce
kişi Başkanlık ve Maliye Bakanlığı'nın önünde yoğunlaşmıştı. Protestolar
başladıktan birkaç saat sonra insanlar Maliye Bakanı Cavallo'nun istifa
ettiğini öğrenmişlerdi. Perşembe günü her şey yeniden başladı. İnsanlar
öğlene doğru hükümet ve halk arasında savaş alanı haline gelmeye başlayan
meydana gelmeye başladılar. Yüksek ve düşük ücretli işçiler, tişörtleriyle
yüzlerini bağlayan şortlu üniversite öğrencileri, el çantalarıyla yaşlı
bayanlar, sokak çocukları, gömlekleri ve kravatlarıyla ofis ve banka çalışanları,
üniformalarıyla sağlık çalışanları, çok sayıda yerli insan, çocuklu kadınlar...
Hepsi barikatın aynı tarafındaydı.
Baskı arttı, polis ateş açtı, çok sayıda insanı öldürdü ve yaraladı.
Bu saldırıya göstericiler, McDonalds'a, bankalara, kapitalizmin ve yoksulluğun
diğer sembollerine saldırarak yanıt verdiler. Bir çok binayı ve aracı
ateşe verdiler. Çatışma tüm şehre yayıldı. Aynı gün öğleden sonra Madres
de Plaza de Mayo'nun (kayıp annelerinin örgütlenmesi) çağırdığı düzenli
yapılan gösteri vardı. Bu düzenli gösteri, askeri rejim altında kitlesel
olarak faili meçhul katliamlarda öldürülen insanların anneleri tarafından
gerçekleştiriliyordu. Anneler bir yürüyüş sonrası meydanda oturuyorlardı.
Polis onlara göz yaşartıcı bomba attı ama anneler ve onlarla birlikte
direnen çok sayıda genç atlı polislerin üzerlerinden geçmelerine ve ateş
açmalarına rağmen direndiler. Akşama doğru başkan görevinden istifa etti.
Hükümet devrildi. Sokaklarda ise çok az şey değişti. Çatışmalar aralıksız
devam ediyordu. Değişen tek şey, göstericilerin zafer kazandıklarını hissetmeye
başlamalarıydı. O gün Neuquen şehrinin tüm hakimleri sıkı yönetimin Anayasal
olmadığı kararını aldılar. Sokaktaki insanların kazanacakları bir dünya
vardı. Binlerce insanın sokaklarda birleşerek, mücadele etmesi ve temsil
ettikleri güç kolay kolay hafızalardan silinmeyecek.
Peronizm
Peronizm 1940'lardan bu yana Arjantin işçi hareketini belirleyen politik
bir akım. 1940'ların ortasında Juan Peron bir ordu subayı olarak iktidara
geldi. 40'larda Avrupa'daki et sıkıntısı Arjantin'in ihracat gelirlerini
çok ciddi bir şekilde arttırdı. Peron kısa bir dönem için Arjantin patronlarına
yüksek kâr, işçilere de yüksek ücret sunabildi. Devlet eliyle bir dizi
yeni sanayi kurumları oluşturdu. Onun fikirlerine bağlı sendika liderleri
işçiler üzerinde güçlü bir kontrol gerçekleştirdi. İlk karısı Eva bir
azize olarak görülüyordu. 50'lerin başında ordu tarafından iktidardan
indirildi. Ancak Peronist hareket hem sol kanadı hem de faşizme yakın
akımları içinde barındıran önemli bir güç olmaya devam etti.
Arjantin yönetici sınıfı 1973'te yükselen işçi sınıfı dalgasını kontrol
etmenin tek yolu olarak gördüğü Peron'un tekrar başkanlığa dönmesine izin
verdi. 1974'de ikinci karısı İzabel yerini aldı. Peron'ların iktidarı
döneminde sağ kanat ve askeri güçler sola karşı kirli savaşlarını başlattılar
ve yüzlerce insanı öldürdüler. 1976'da ordu bir darbe yaptı, 30 bin kadar
insan öldürüldü. Bugün halen Peronizmin etkileri devam ediyor. Bunun nedeni
diğer düzen partilerinin yaşam standartlarını yükseltmekte başarısız olduğunun
görülmesi ve sol bir kuşağın fiziksel olarak yok edilmesinin yarattığı
hafızasızlık.
İşçi Hareketi ve Sol
Yönetici sınıf bölündü
Arjantin kapitalist sınıfı milyonlarca insana korkunç bir yoksulluk getiren
krizin etkileriyle nasıl baş edeceği konusunda ortadan bölünmüş durumda.
Kapitalistler iki başkanı deviren ayaklanmayı yaratan şeyin bu kriz olduğunu
biliyorlar.
Kapitalist sınıf içindeki en önemli sorunlardan biri ulusal para biriminin
dolara eşitliği konusuydu. Böyle devam etmek ya da devalüasyon yapmak
politikaları arasında bocalayan ve bölünen yönetici sınıf ayaklanmayla
birlikte orta bir yol bulmaya çalıştı: Yeni bir para basmak.
Adı Argentino olacak bu yeni para birimi Peso ve dolarla birlikte piyasayada
kullanılacaktı. Ücretler bu parayla ödenecek ve böylece bir milyon yeni
iş yaratılacaktı. İşçiler ve emeklilere Arjantin parası Peso veya dolara
göre belki de yarı değerinde olacak bu parayla ödeme yapılacaktı. Bu öneri
sokaklarda patlayan öfkeyi ortadan kaldıramadı.
İşçi hareketi
Ne yazık ki Arjantin'de sokaklarda patlayarak isyana dönüşen öfkeyi köklü
bir çözüme doğru yönlendirecek bir sendikal liderlik yok. Sendikalar Delarua
hükümetine karşı oldukça etkili yedi tane birer günlük genel grev çağrısı
yaptılar. Ancak hükümeti deviren gösterilerin merkezinde değillerdi. Bunun
nedeni Arjantin'in en büyük sendika federasyonu olan CGT'nin iktidardan
kendi payına düşeni almak için anlaşma niyetinde olan güçlü bir bürokrasi
tarafından belirleniyor olması.
İşsiler ve orta sınıf
Delarua ve Cavallo yu deviren hareketin içinde on binlerce işçinin yanı
sıra, geçen yıl boyunca ana yolları kapatan, bazen ülkeyi tam anlamıyla
durduran eylemler yapan çok sayıda işsiz vardı. Aynı zamanda ekonomik
krizle hayatları yıkılan çok sayıda bakkal, sokak satıcısı ve küçük işyeri
sahibi insanlar vardı. Son olarak da hükümetin son aldığı kararla banka
hesaplarından para çekmeye sınır getiren hükümet kararıyla an bir yoksulluk
korkusu hisseden orta sınıftan çok sayıda insan vardı.
Farklı sınıflardan insanların öfkesini birleştiren eylemler bu sınıfsal
çeşitliliği yansıtan sloganlarda kendisini ifade etti. Ortak sloganlar
büyük patronlara değil yozlaşmış bakanlara ve bankacılara karşıydı. İnsanlar
açıkça anti-kapitalist hisleri ifade eden şarkılar yerine Arjantin ulusal
marşını söylediler.
Yeni başkan Rodrigues Saa kendine zaman kazanmak için kafa karışıklıklarını
umutsuz bir şekilde kullanmaya çalıştı. Yaptığı şeylerden ilki Peronist
sendikanın üst düzey liderleriyle buluşmak oldu. Onlarla birlikte Peronist
marş söyleyerek Eva Pero'nun devrimci hırsına inandığını söyledi. Ancak
sendika liderlerinin Başkana olan desteği yeni protesto hareketlerini
engelleyemedi. Yeni hükümetin bankaları emekli maaşlarını ödemeye ikna
edememesi, yeni bakanlardan birinin geçmişteki yolsuzluklarına duyulan
öfke onlarında devrilmesine neden oldu. Protestolar gençler tarafından
Kongre Binasının basılmasıyla ve başkan Saa'nın istifa etmesiyle sonuçlandı.
3. dünya ülkesi mi?
Arjantin Latin Amerika'daki coğrafi yerinden dolayı genellikle bir üçüncü
dünya ülkesi olarak anılır. Ancak Arjantin iş gücünün sadece yüzde 12'si
tarımda çalışan, diğer ülkelere göre çok daha fazla sanayileşmiş bir ülkedir.
Nüfusun büyük bir çoğunluğu Avrupa'dan bu ülkeye gelen İtalyan veya İspanyol
son dönem göçmenlerden oluşuyor. Aynı zamanda uzun ve militan işçi sınıfı
geleneğine sahip. Son yıllarda bir dizi bir günlük genel grev ve aynı
zamanda çok sert grevler ve işten atmalar ve işyeri kapatmalara karşı
işgaller yaşandı.
Solun durumu
Arjantin'de yıllarca Peronizmin gölgesinde kalan uzun bir geçmişe sahip
sosyalist bir gelenekte var. Sınıf mücadelesi merkezli eğilimler 1970'lerden
sonra sendikalar ve önemli işyerlerinde gelişti. Son yerel seçimlerde
"aşırı sol" partiler bir milyondan fazla oy aldılar. Şimdi bu
sol sokaklarda patlayan öfkeye liderlik etmek için çaba sarf etmek zorunda.
Çözüm
Ekonomik krizin korkunç boyutları milyonlarca insanın değişim isteğini
artırıyor. Neo-liberalizim bu talebe yanıt veremez. İşçiler adına ve "vatansever"
patronlar için devlet müdahalesi öneren milliyetçi doktrinler de bu değişim
talebine yanıt veremez. Arjantin dünyadaki en eşitsiz toplumlardan bir
tanesi. İşçiler ve yoksullaşan orta sınıfın karşı karşıya olduğu kriz
bankalara, IMF'ye olduğu kadar ülkedeki büyük patronlara karşı da bütünsel
bir savaş açmadan kazanılamaz. Bu nedenle fabrika ve ofisleri kontrol
ederek ekonominin merkezlerini ele geçirmek için mücadele eden, kapitalist
piyasanın anarşisinin yerine demokratik planlamayı getirecek devrimci
sosyalist bir stratejiye ihtiyaç var. Bunu başarmanın anahtarı sokaklardaki
öfkeyle işçilerin işyerlerindeki kolektif gücü arasında ilişki kurmaktan
geçiyor. Bu gerçekleşmezse kurulacak olan bir dizi hükümetin ekonomik
krizi sonlandırmakta başarısız olduğu görüldüğünde aşırı sağ güçlerin
kendi gerici sloganlarıyla ortaya çıkma riskleri var.
İşçi ve İşsizlerin Meclisi
Arjantin işçi sınıfı uzun bir mücadele tarihine sahip. Üç büyük sendika
konfederasyonunda örgütlü olan Arjantinli işçiler ayaklanma öncesinde
genel grevlere kadar varan yaygın grevler yaptılar. İşsizler yolları kapatarak
sanayiyi günlerce işlemez hale getirdiler.
Sendikaların liderliğindeki bu mücadelelerein ciddi bir sınırlılığı vardı.
Sendikalar en fazla bir günlük genel grev çağrısı yapıyor, bundan öteye
geçmiyorlardı. İşçilerin sanayii kontrol ederek demokratik planlama yoluyla
krize alternatif sunabilecekleri herhangi bir program sunmuyorlardı.
Ancak bazı işçi grupları sendika liderliklerinin yapmadıklarını yapmak
üzere adım attılar. İşte Neuquel Zanon fabrikasındaki seramik işçilerinin
fabrika işgali ve diğer işçilere yaptıkları çağrı bunun somut örneklerinden
biri oldu.
İşgalci işçilerin çağrısıyla 400 kadar seramik işçisi, öğretmen, işsiz
ve öğrenci kendilerini seramik üretim hattının ortasında buldular, tartışma
çok yoğundu. Tüm örgütlerden 30 kadar konuşmacı vardı. Sonunda konuşmacılar
seramik işçileri tarafından hazırlanan deklarasyonu kabul ettiler. Öğretmenler,
işsizler ve diğer örgütlerin kabul ettiği deklarasyon şöyle:
"Ülkenin içinde bulunduğu derin kriz, işten atmalar ve ücretsiz
izinlerin yaşandığı ülkede Zanon seramik işçileri fabrikanın kamulaştırarak
yeniden işçi kontrolünde açılması için mücadele ediyorlar. Bu nedenle
de son dönemde polis baskısına maruz kalıyorlar.
Bizler çalışan işçi ve işsizlerin ulusal meclisinin hemen toplanması
için çağrıda bulunuyoruz. Bunun amacı hükümetin, patronların ve bankerlerin
ortak planına karşı mücadelemizin bölünmüşlüğünü sonlandırmaktır.
Böylece bütün mücadeleler demokratik bir şekilde tartışılabilir, genel
bir greve doğru bir eylem planı demokratik olarak tartışılabilir.
Bizler aynı zamanda yaşadığımız politik, sosyal ve ekonomik krize işçi
ve işsizlerin ortak çözümünü ortaya koyabiliriz.
Bizler aynı zamanda Afganistan ve Orta Doğu insanlarına karşı yürütülen
emperyalist saldırıya muhalefetimizi ilan ediyoruz."
Arjantin Yol Gösteriyor
Sonunda istenen oldu ve Arjantinli işçilerin genel grevlerle açtığı yoldan
tüm Arjantin ezilenleri yürümeye başladılar. Aralığın 20'sinde büyük şehirlerde
başlayan toplu yağmalar, bize Arjantin halkının ne kadar yoksullaştırıldığını
ve buna karşı ne kadar öfkeli olduğunu gösteriyor. Uzun yıllar Dünya Bankası
ve IMF'nin her istediğini yapan iktidarlar yüzünden Arjantinliler sosyal
haklarını önemli oranda kaybetmişler; yoksulluğun ve işsizliğin kol gezdiği
bir ülkede yaşamak zorunda bırakılmışlardı.
Yüzde 20'lere varan işsizlik, sürekli azalan gerçek ücretler, toplanan
vergilerin bir avuç sermayedara borç ödemesi adı altında 'hortumlanması',
üstelik özelleştirmeler dolayısıyla tüm bu olumsuzlukların etkilerinin
katmerlenmesi; kısacası bize hiç de yabancı gelmeyen bu tablo Arjantinli
kardeşlerimizi isyan ettirdi.
Türkiye patronlar sınıfının Arjantin'deki olaylara bakışı tam bir komedi.
Demirel, televizyonlara çıkıp da Türk'lerin yağma yapmayacak kadar asil
bir millet olduğundan bahsettiğinde, hemen Yahya Murat Demireller, Egebank
skandalları, yıllardır kanımızı 'hortumlayan', düşük ücretlerle çalıştırıp
sömüren asil 'yağmacılar' aklımıza geliyor.
Tabii ki egemenler bizden; yani yoksulluk, işsizlik ve açlık batağında
debelenen toplumun çoğunluğundan ve bu çoğunluğun Arjantinliler gibi harekete
geçmesinden ölesiye korktukları için bizlere asillik masalları anlatmaya
başladılar. Dertleri toplumdaki milliyetçi duyguları gıdıklayıp bizleri
uyutmak. Bunu başarabildikleri oranda kendi iktidarlarını koruyabiliyorlar.
Ancak Türkiye'de acı olan şey, sınıf mücadelelerini kendi politik çizgilerinde
temel almaları gereken sol partilerin, aydınların, vs. Arjantin'de yaşanılanlara
karşı tutumlarıdır. Arjantin'de gözlerimizin önünde bir devrim gerçekleşmişken,
Türkiye'de solcuların ve demokrasi hayalleri kuranların, egemenlerle aynı
söylemler etrafında Arjantin'de yaşanılanları kötülemeleri akla hayale
sığmıyor. Egemenlerin, yoksul insanların toplu halde süpermarketleri yağmalamasına
bakıp 'aman Türkiye'de böyle bir şey olmasın' demeleri kendi sınıf çıkarlarına
uygunken, sözde demokratların toplumda suni bir şekilde yaratılmaya çalışılan
sosyal patlama fobisine teslim olmaları, toplumdaki geri fikirlere mahkum
olduklarını ve bu fikirlere karşı mücadele edemediklerini gösteriyor.
Her toplumsal yapının kendine uygun kuralları vardır. Kâr güdüsünün dürtüklediği,
sermaye birikimi arzusundan başka bir düşünceye sahip olmayan kapitalistlerin
toplumunda en temel kural özel mülkiyetin kutsallığı kuralıdır. Bu yasayı
kapitalistler göz bebekleri gibi korurlar; ona gelecek en ufak bir halele
bile tahammül edemezler.
Bugün Arjantin'de yaşanan özel mülkiyet kuralının toplu bir şekilde
ihlal edilmesinden başka bir şey değildir. İhtiyaçlarını 'normal' bir
şekilde karşılayamayan insanların, topluca mağazaları basmasından daha
doğal ne olabilir?
Ancak kaybedecek bir şeyi olanlar, onları kaybetmekten korkar. Bunun
dışında üretim (ve tüketim) araçlarına sahip olmayanlar, verili toplumsal
hayatta herhangi bir şeyin üretilip üretilmeyeceğini veya nasıl üretileceğini
belirleyemeyenlerin kaybedecek hiçbir şeyleri yoktur. Üstelik bu üretim
süreci kendilerinin emekleri sayesinde ayakta kalabiliyorken. Bunun dışında,
kendilerini toplumsal hayattan tamamen dışlanmış olarak bulanlar da, verili
toplumsal yapıya öfkelenirler. Bunun tek bir anlamı vardır: isyan. Elbette
isyanın doğal sonucu da 'normal zamanlarda' ulaşamadıklarını en kestirme
yoldan elde etmek için kitlelerin mücadele etmesidir.
Bu söylediklerimiz, istisnasız tüm devrimlerde karşımıza çıkmıştır. Avrupa'da
ayakta kalabilmiş en baskıcı monarşik yapıyı deviren ve Rus işçi sınıfının
neredeyse tüm bireylerini aktifleştiren 1917 Şubat devriminden tutun da,
en son 32 yıllık diktatörlüğe son veren 98 Endonezya Devrimi'ne kadar.
Devrimler, toplumsal yapının altüst olduğu durumlardır; toplumun ezilen,
dışlanan çoğunluğunun aktifleştiği, radikalleştiği, politik hayatta seyirci
konumundan, bilfiil tarihi yapanlar halini aldığı durumlar. Bu nedenledir
ki, çalkantıyı beraberinde getirirler. Kitleler, tarihi yaparken önce
geçmiş toplumsal yapıdan, yani onları pasifleştiren, dışlayan yapıdan
öç alarak işe başlarlar. Bu öç alma aynı zamanda bir öğrenme sürecidir;
köhnemiş toplumun kurallarını hiçe saymayı öğrenebilen kitleler, kendi
çıkarlarına uygun bir toplumsal yapı kurabilirler. Başka bir ifadeyle
söylersek, bugün süpermarketin yiyecek reyonuna gitmeyen eller, asla iktidara
uzanamaz.
Bu açıdan bakıldığında 1917 Temmuz günlerinin beraberinde getirdiği baskı
günlerinde Lenin'in söylediği şu sözler anlam kazanabilir; Temmuz 1917'de
Rus işçi sınıfı başarısız bir ayaklanma girişiminde bulunmuş, eski toplumun
temsilcileri, efendileri de buna karşı, işçi sınıfı üzerinde baskı kurmaya
çalışmıştır:
"Temmuz günlerinin ardından Kerenski hükümetinin bana gösterdiği
büyük merak yüzünden yeraltına inmek zorunda kalmıştım... Petrograd'ın
uzak bir işçi mahallesinde küçük bir işçi evinde yemek zamanıydı. Evin
sahibesi ekmeği masanın üzerine koyduğunda ev sahibi şöyle dedi: 'Şu güzel
ekmeğe bak. Onlar artık bize kötü ekmek vermeye cesaret edemiyorlar. Biz
ise artık Petrograd'da bir daha iyi ekmek göremeyeceğiz diye korkuyorduk.'
Temmuz günlerinin bu sınıf değerlendirmesine çok şaşırdım. Benim kendi
düşüncelerim olayların siyasi önemi etrafında dolanıyor, olayların genel
akışında oynadığı rolü tartıyor, tarihte bu zikzağa neden olan durumu
ve bunun yaratacağı ortamı ve şimdiki duruma uyabilmek için sloganlarımızı
ve parti mekanizmamızı nasıl değiştirmemiz gerektiğini değerlendiriyordu.
Ekmeğe gelince, yokluğunu hiç bilmeyen ben, bunu düşünmemiştim. Bunun
sorun olduğu hiç aklıma gelmemişti... Ancak ezilen sınıfın bu ferdi, maaşı
iyi ve oldukça zeki işçilerden biri olmasına rağmen, şaşırtıcı bir basitlik
ve açıklık ile, biz aydınların gökyüzündeki yıldızlar kadar uzak kaldığımız
sağlam bir kararlılık ve hayret verici berraklıkta bir ileri görüş ile
konunun can alıcı noktasına dokunmuştu. Tüm dünya iki kampa ayrılmıştı:
Çalışan halk 'biz' ve sömüren 'onlar'. Temmuz olayları hakkında herhangi
bir pişmanlığın izi bile yoktu; bu olaylar emek ve sermaye arasındaki
uzun mücadelenin muharebelerinden sadece birisiydi. Dereye giren paçayı
sıvar... Devrimin yarattığı 'olağanüstü karmaşık durum ne kötü şey' diye
düşünür ve hisseder burjuva aydın. İşçi ise, 'onları" biraz sıkıştırdık;
onlar artık bize önceki gibi yüklenmeye cesaret edemiyorlar. Gene sıkıştıracağız
- ve kökünden söküp atacağız' diye düşünüyor ve hissediyor." (Bolşevikler
Devlet İktidarını Elde Tutabilirler mi? Lenin, Works[Eserler] içinde Cilt
26, syf. 120, aktaran Tony Cliff, Lenin 1, syf. 279)
Bu anlamıyla bizler, Arjantin'deki devrime bakıp bunu basit bir hırsızlık
olayına indirgeyen orta sınıf aydınların (ellerindekileri kaybetmekten
korkanların) değil, bugün mağazaların yiyecek reyonlarındakileri yağmalayan
ve bu süreçte kapitalizme karşı mücadele etmeyi öğrenen işçi sınıfının
yanındayız. Çünkü işçi sınıfı, bugün öğrendiklerini yarın tüm iktidarı
ele geçirme zilleri çaldığında kullanacak ve ancak o zaman bizler sınıfsız,
sömürüsüz, işsizliğin, açlığın olmadığı bir dünyada yaşabilme şansı yakalayacağız.
Antikapitalist; Sayı 13; Ocak 2002
'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |