Güncelleme:
06.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Günümüzde Emperyalizm

ABD'nin küresel düzeydeki hegemonyasını korumak amacıyla saldırganlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Savaşsız bir dünya isteyen, ABD'yi durdurmak isteyen herkes, dünyanın en güçlü devletini bu düzeyde saldırganlaştıran dinamikleri anlama ihtiyacı hissediyor.

Kapitalizm ve emperyalizmi anlamak, kriz ve savaşların sistemin ayrılmaz parçaları olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Aşağıdaki yazıda emperyalizm, kapitalizmin gelişimi ile birlikte ele alınırken emperyalizmde yaşanan değişimin ışığında ABD politikaları değerlendiriliyor.

"Basit Kapitalizm"

Kapitalizm küçük ve orta çaplı üreticilerin üzerine yükseldi. Kapitalistlerin, içinde bulundukları piyasadan daha küçük oldukları bir kapitalist ekonomi modeli söz konusuydu. Aynı pazar için üretim yapan onlarca veya yüzlerce kapitalist olduğundan hiçbiri tek başına fiyatı ya da kaliteyi belirleyemezdi. Yani "piyasa fiyatı" aslında tek tek kapitalistlerin niyetlerinden ve isteklerinden bağımsız olarak belirleniyordu.

Bu model, Adam Smith gibi burjuva ekonomistlerinin önerdiği mükemmel ekonomi fikriyle birebir örtüşüyordu. Adam Smith piyasayı, kapitalistleri kontrol eden bir "gizli el" olarak tarifliyordu. Kapitalizmin bu yıllarına tanık olan ve inceleyen Alman düşünür Karl Marks ise bu "ideal" sistemin bile istikrarsız olduğunu ve çelişkiler yarattığını gösterdi.

İstikrarsızlık

Bu istikrarsızlıklardan biri kâr oranının düşme eğilimi göstermesiydi. Tüm kapitalistler kârlarını arttırmaya çalışırken kâr oranları nasıl oluyor da düşüyor? Kârı yükseltmenin bir yolu da yeni makine satın almaktır. Bunu becerebilen kapitalist diğerlerine oranla daha avantajlı duruma gelir. Bu üreticinin maliyeti daha azdır çünkü aynı ürün için daha az iş gücü kullanır. Hala eski makine kullanan kapitalistlerin koyduğu fiyatın aynısını (hatta daha da düşüğünü) koyabilir, dolayısıyla işini büyütür ve diğerleri iflas etme tehlikesiyle kârşı kârşıya kalır. Diğer kapitalistler rekabet edebilmek için isteseler de istemeseler de yeni makinelere yatırım yapmak zorunda kalırlar. Fakat tüm kapitalistler yeni makinelerle üretime geçip daha az iş gücü kullanmaya başladıklarında piyasanın "gizli el"i ürünün fiyatını gerçek değerine indirir. Ürünün gerçek değeri, yapımında kullanılan emektir. Bu durumda (diğer etkenlerde değişim olmazsa) BÜTÜN kapitalistlerin kâr oranları düşer, çünkü ürünün maliyetinin çoğu ölü iş gücü olan ve artı değer yaratmayan makinelerden, daha azı insan emeğinden kaynaklanmaktadır.

Çelişki

Kapitalistlerin kâr arttırmak için kullandıkları yöntem, kâr oranlarının düşme eğilimi göstermesine sebep olur demiştik. Bu bir çelişkidir. Bu çelişkiyi aşabilmek ve kârlarının düşmesini önlemek için kapitalistler işçilere daha az ücret ödeyebilir veya çalışma saatlerini arttırabilir. Buradan başka bir çelişki doğar: işçiler daha üretken hale gelir ama alım güçleri eskiye oranla daha azdır. Bu da kapitalist sistemin insan ihtiyaçlarını kârşılamadığını gösterir. İşçi sınıfına yapılan bu saldırı geçici olarak başarılı olsa da bu sistemin başarılı olduğu anlamına gelmez. Çünkü işçiler az kazandıkları için az harcayacaklardır. Kapitalistler kendilerine ve fabrikalarındaki makinelere harcayacak para buldukları sürece işçilerin alım gücünün ne kadar olduğu önemli değildir. Ancak sistemin büyümesinde en ufak bir aksaklık, talebin düşmesine ve yatırımların ertelenmesine sebep olur. Yatırımlar ertelendikçe talep daha da düşer, işçiler atılmaya başlanır. Talep, felaket yaratacak seviyelere düşerek sistemin krizini tetikler.

Kapitalistlerin, kâr oranlarının uzun vadede düşme eğilimini yenmek için sarf ettiği efor bir başka istikrarsızlık yaratır. Buna "iş döngüsü" denir. Bu döngü bir dizi düşüşten ve yükselişten ibarettir.

"Modern kapitalizm"

Marks, kendi zamanında bile bu basit modelin sistemi yeterince iyi tarif etmediğini biliyordu. Kapital'i yazarken 'devletin rolü', 'uluslararası ticaret' gibi konuları da ele almak istemiş, bu ciltleri yazamadan ölmüştü. Ancak Marks'ın ölümünden beri kapitalizm çok değişti. Dünyanın her köşesine yayıldı. Marks'ın zamanında ekonomide devletin rolü çok küçüktü. Şimdiyse, geçen yirmi yılın özelleştirmelerine rağmen devlet, doğrudan veya dolaylı olarak ekonomik aktivitenin büyük bölümünden sorumlu. Hatta serbest piyasa ekonomisinin kalesi olan ABD gibi yerlerde bile...

Emperyalizmin doğuşu

Marks, rekabet yüzünden büyük sermayenin küçük sermayeyi yuttuğuna işaret etmişti. Rekabet sonucunda her bir ülkenin piyasasında daha az sayıda, daha büyük miktarlarda sermaye rekabet etmeye başladı. Piyasa artık anonim bir piyasa değildi ve rekabetin"gizli el"i artık ortaya çıkmıştı.

Bu demektir ki kapitalistlerin kendilerine avantaj sağlamaları için başka yollar da var. Bir ülke ekonomisinin belirli bir sektöründe tek bir kapitalist veya aralarında anlaşabilecek kadar az sayıda kapitalist varsa belli bir hammaddenin tüketimini tekelleştirerek fiyatını düşürebilir, ya da belli bir ürünün üretimini tekelleştirerek fiyatını yükseltebilirler. Tekelleşme sonucunda rekabet sona ermez, ama şekil değiştirir. Rekabet, farklı ürünler üreten kapitalistler arasında veya farklı ülkelerin kapitalistleri arasında yaşanır. Tekelleşme basit kapitalizmin çelişkilerini çözmez. Tekelleşme ancak, krizin yükünü sermaye sınıfının bir kesiminden diğerine ya da bir ülkeden diğerine aktarabilme fırsatı yaratır.

İşte burada devletin rolü önem kazanır. Aralarından bazıları "haksız" yollarla üstünlük elde ettiklerinden kapitalistler aralarındaki ilişkiyi düzenlemesi için devleti kullanmaya başlarlar. Daha da önemlisi, uluslararası rekabette devlet ve onun askeri gücü birer rekabet silahıdır.

Sermaye sınıfı, devleti bir diğer amaçla da kullanır: Sömürgelerin alınması. 19’uncu yüzyılın son otuz yılında, henüz kapitalist sistemin bir parçası olmayan ülkelerde piyasalar, yatırım fırsatları ve hammadde kaynakları ortaya çıktı. Bu da krizi ertelemeye yaradı ama önleyemedi. Kapitalistler için krizin kaynağı, kârlı yatırım fırsatlarının olmayışıdır. Kapitalistlerin yatırım yapmasına açık yeni, gelişmemiş alanlar yani sömürgeler bu kârlı fırsatları yaratır.

Marksistler için emperyalizm herhangi bir ülkenin hegemonyası demek değildir (örneğin ABD emperyalizmi). Marksistler için emperyalizm, kapitalist gelişimin bir basamağıdır: sermayenin gitgide tekelleştiği ve devletle iç içe olduğu bir basamak.

Emperyalizm istikrarsızlığı çözdü mü?

Marks'tan sonraki Marksist düşünürler kapitalizmin değişimlerine baktılar. Kautsky, devlet müdahalesinin, hegemonların aralarında anlaştığı ve krizlerin böylelikle aşıldığı rasyonel bir "ultra-emperyalizm"i mümkün kılacağını iddia ediyordu. Bukharin, devlet ve sermayenin iç içe olduğu tek kapitalist devletli bir sistemin teoride var olabileceğini söylüyordu.

Rosa Luksemburg Kautsky'nin fikrine kârşı çok sıkı tartıştı. Tekelleşmenin ve sömürgeciliğin egemenler arasındaki çatışmaları önleyemeyeceğini, ancak erteleyebileceğini gösterdi. Bu çatışmalar nihayet su yüzüne çıktıklarında çok daha derin ve keskin olacaklardı.

Rosa Luksemburg ve Kautsky arasındaki tartışma yirminci yüzyılın ilk yıllarında gerçekleşiyordu. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi Luksemburg'u tamamen haklı çıkardı. Çoğunluğu Afrika ve Asya'da olan sömürgeler dünya ekonomisine entegre edildikten sonra daha fazla sömürge bulmak gerekiyordu. Ancak alınabilecek toprak sınırlıydı ve Alman yönetici sınıfı sahneye çıktığında fethedilebilecek çok az toprak kalmıştı. Bu da Birinci Dünya Savaşının altında yatan nedendi.

Savaş patladığında Lenin de emperyalizm sorununa odaklandı. Savaşın çıkmasıyla birlikte Avrupa ülkelerinde sosyalistler birleşip savaşa karşı çıkmak yerine kendi yönetici sınıflarını destekleyerek uluslararası sosyalist hareketi öldürmüşlerdi. Lenin ve Bukharin'in 1916'da emperyalizm hakkında kitapları yayınlandı. Her iki kitabın da eksik yanları var. Lenin'in kitabının eksik yanı, ciddi bir emperyalizm tahlili yapmak yerine, savaşı destekleyen sosyalistlerle polemik yapmak için yazılmış olması. Lenin, bir burjuva ekonomisti olan Hobson'un çalışmalarına fazlaca bağımlı kalarak saf finans sermayesinin (rantiye) ve dolayısıyla sermayenin rolünü abartılı anlatıyor. Bukharin'se aslında endüstriyel sermayeyle rantiye arasında bir fark olmadığını söylüyor. Birinci Dünya Savaşı'na giren büyük güçlerden ikisinin ekonomileri (Rusya ve ABD) yabancı sermayeye dayalıydı.

Ancak her iki kitap da gösterdi ki emperyalizm - sermayenin küresel düzeyde devletlere entegre olması- kapitalist rekabeti yeni ve çok daha barbar bir aşamaya, dünya savaşına sürükler.

İngiliz İmparatorluğu

Karşımıza yeni bir soru çıkıyor: Birinci Dünya Savaşı'nı kazanan devletlerin problemleri çözüldü mü? Cevap: Hayır.

1914'te dünyanın süper gücü, dünya topraklarının ve nüfusunun dörtte birine doğrudan hükmeden İngiltere'ydi. Ancak Almanya ve ABD'nin yeni kapitalist ekonomileriyle rekabet etmek durumunda olan İngiliz ekonomisi düşüşteydi.

İngiliz ordusu üstün bir orduydu. Askeri gücün esas göründüğü yerse donanmaydı. Churchill tarafından verilmiş teknik bir karar, donanmayı kömürle çalışan gemilerden petrolle çalışan gemilere çevirmek, İngiltere'ye teknik avantaj sağlamıştı. Ama İngiltere artık kendi çıkardığı kömür yerine dışardan gelen petrole bağımlı olmuştu. Zamanın bilinen petrol yatakları ABD, Romanya ve İran'daydı, ve İran petrolleri İngiltere kontrolündeydi.

Birinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere, sınırlarını 2,5 milyon kilometrekare genişletti. Bu, Türkiye'nin yüzölçümünün üç katından fazladır.

Ama ertesi beş yıl içinde İngiliz emperyalizmi yenildi, savaşı kazanan hükümet istifa ettirildi ve İngiltere dünyanın süper gücü pozisyonundan düşüşe geçti.

Bunun sebebi, sömürgeciliğin zor ve pahalı bir iş olmasıdır. O zamanki nüfusu 35 milyon olan İngiltere, askeri teknoloji ve böl ve yönet taktiğiyle dünya nüfusunun büyük bölümüne hükmetmeyi başarmıştı. İngilizler yönettikleri yerlerin kontrolünü sağlamak, bunun askeri maliyetini de mümkün olduğunca azaltabilmek için etnik ve yerel ayrımları kullanıyorlardı. Örneğin Hindistan'da Müslümanlar ve Sihler, Hindu çoğunluğa kârşı kışkırtılıyordu. Sri Lanka'da Tamil'ler Sinhalalar'a, Malezya'da Çinliler Malezyalı çoğunluğa, Kıbrıs'ta Müslüman Türkler Yunan Ortodoks nüfusa, İrlanda'da Protestanlar Katolik çoğunluğa karşı kullanılıyordu.

Dünyada bugün yaşanan etnik çatışmaların tohumlarını atan böl ve yönet politikasına rağmen sömürgeciliğin askeri maliyeti, sömürgeciliğin ekonomik getirisinden daha fazla olmaya başlamıştı. Bundan daha önemlisi, böl ve yönet artık işe yaramıyordu. İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru yaşadıkları sorunlardan biri, işgal ordularının çoğunluğunun Hindistan'lı Müslüman askerlerden oluşmasıydı. Bununla beraber Osmanlı İmparatorluğu topraklarında İngiltere'nin bir milyon askeri, halifeliği tehdit altında tutuyordu. İngiltere kendi askerlerine güvenemedi; Osmanlı topraklarında yaşanacak bir çatışmanın Asya ve Afrika'daki Müslüman İngiliz sömürgelerinde nasıl bir etki yaratacağını da kestiremedi (İngiltere, şimdiki adıyla Pakistan, Bangladeş ve Nijerya olan, çoğunluğu Müslüman toprakların kontrolünü elinde bulunduruyordu).

İngiltere, askerlerini geri çekmek, Osmanlı topraklarındaki kontrolünü Yunanistan aracılığıyla sağlamak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı diye bildiğimiz savaş bu politika sonucunda oldu. İngiltere küçük düşürücü bir yenilgiye uğradı ve bu yenilgi Lloyd George hükümetinin istifasını tetikledi.

İngiliz yönetici sınıfı, ülke içindeki ekonomik sorunların üstünü örtmek için askeri güç kullanmayı alışkanlık haline getirmişti. İmparatorluğun her yanını kontrol edebilmek için daha çok para harcadıkça İngiltere daha da saldırganlaşıyordu. 1923, İngiltere için sonun başlangıcıydı. Gerçek son ise İkinci Dünya Savaşından sonra geldi.

Emperyalizm nasıl değişti?

İkinci Dünya Savaşı, birincisinden farklıydı. İkincisi, Avrupa'da toprak kazanma mücadelesiydi. Sömürge kazanmak Alman kapitalizminin krizine çözüm getirmeyecekti. Çözüm, gelişmiş Avrupa ülkelerini işgal etmek, ekonomilerini soyup soğana çevirmekti. Bu proje, kitle imhasına ve daha önce görülmemiş düzeyde barbarlığa yol açacak bir projeydi.

Savaştan sonra bir dizi değişim yaşanmıştı. Savaşın da zorlamasıyla birçok teknolojik gelişme olmuştu. Sentetik maddelerin bulunması gibi gelişmeler sayesinde ileri ekonomiler, artık sömürgelerden gelen hammaddeye bağımlı değillerdi. Sömürgeleri kontrol altında tutmanın maliyeti zaten sağladıkları ekonomik faydadan fazlaydı. İngiliz ve Fransız ekonomileri savaştan büyük hasarla çıktılar. Sonuç olarak sömürgelerdeki bağımsızlık hareketleri neredeyse hiç kan dökülmeden, nispeten kolay zaferler kazandılar ve bağımsızlıklarına kavuştular.

Savaş esnasında ABD dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmişti. ABD'nin hiç borcu yoktu ve ekonomisi yükselişteydi. Askeri olarak da ABD bir süper güçtü ve tek rakibi Sovyetler Birliğiydi. Ancak ABD doğrudan sömürgeciliğe pek yanaşmadı. Dünyada emperyalizm artık bir piramide benziyordu. ABD, emperyalist piramidin tepesindeki güçtü, ama piramidin altında da emperyalist güçler vardı. Daha küçük güçler daha büyük güçlere bağımlıydı ve her emperyalist kendi sermaye sınıfının çıkarına göre hareket ediyordu. Bağımsızlıklarını kazanmış eski sömürgeler ve ana güç merkezlerinin dışında kalan ülkeler de "alt emperyalistler" olarak piramitte yerlerini almışlardı. Buna örnek olarak Türkiye, Pakistan, Hindistan, Mısır gibi ülkeleri verebiliriz. Bu ülkeler gerçek anlamda bağımsızdır, yani sömürge veya yarı sömürge değillerdir, ve emperyalist hiyerarşinin birer parçası olarak çıkar sağlamaya çalışırlar.

Savaş sonrası dünyada, bu fırsatlar ve tehlikeler piramidinin, yani emperyalizmin tepesinde kalabilmek için ABD askeri gücünü kullanıyordu. Az gelişmiş ülkelerden gelen hammaddeye ihtiyaç hızla azaldı, bu da Asya ve Afrika ekonomilerinin çoğunun çökmesine sebep oldu. Teneke, kauçuk, bakır ve kahvenin fiyatları kayda değer oranda düşmüştü. Hammadde fiyatlarının düşüş trendine uymayan bir tek şey vardı: petrol. Petrol, en yoğun ve en ucuz enerji kaynağıdır. Aynı zamanda plastik ve diğer sentetikler de petrol bazlıdır. Petrol hakkında bir başka şaşırtıcı gerçek de, dünya savaşından önce dünyanın bilinen petrol rezervlerinin % 90'ı ABD'deydi. ABD şu anda petrol ithal eden bir ülke.

Sömürgeci olmayan bu emperyalist düzenin de çok büyük bir maliyeti vardı.

Vietnam Savaşı görece küçük bir ülkede oldu, ama ABD'nin küresel süper güç statüsünde kalabilmesi için ihtiyacı olan bir savaştı. Vietnam Savaşı'nın maliyeti ABD'yi borçlu bir ülke konumuna getirdi ve tüm dünya ekonomisini altüst etti. ABD bu savaşı kaybetti. Arkadan gelen Reagan liderliğindeki Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB silah alımlarını ve harcamalarını yarıştırdılar. Bu yarışın ekonomik baskısı SSCB'yi çökertti, ama aynı zamanda ABD için de yüksek maliyetli oldu. 1991'de "kapitalizmin zaferi" ilan edilirken, en büyük kapitalist ABD'nin ekonomisi çok zayıf durumdaydı.

Günümüzde ABD Politikası

Afganistan ve Irak işgalleri ABD yönetici sınıfının yeni bir viraj aldığını ortaya koyuyor. Ekonomik zayıflığını saklamak için askeri güç kullanmak, bu sınıf için vazgeçilmez oldu. Ve bağımlı olan herkes gibi ABD de zaafını saklamak için sürekli daha fazla doza ihtiyaç duyuyor.

ABD yönetici sınıfı diğer kapitalist güçlerle giderek daha fazla rekabet etmek zorunda kalıyor. Ama en büyük korkusu, bu güçlerin ABD'yi askeri olarak da tehdit etme potansiyeli.

Irak'taki ABD'li savaş şahinlerinin stratejisi askeri üstünlüğe oynamak. ABD, İngiltere'nin yaptığı gibi geri çekilmeyi göze alamaz çünkü şu anda ABD ekonomisinin çökmesini engelleyen tek şey askeri alandaki "prestiji". Ortalama bir Amerikan ailesinin borçları, yıllık gelirinin 1,5 katı kadar. ABD ekonomisinin büyük bir dış ticaret açığı var. Bu da demektir ki ABD'nin askeri üstünlük sağlaması için gereken finansman, askeri güç kullanarak baskı altında tuttuğu ülkelerden sağlanıyor. Bu çok istikrarsız bir durum.

ABD'nin şu an Irak'taki durumu diğer emperyalist güçlerin geçmişte içine düştükleri duruma benziyor. ABD'li tanınmış ekonomist J. K. Galbraith, ABD'nin durumunun, borçlu olmayan 1939 ABD'sinden ziyade 1914'te borç batağında olan Avrupa süper güçlerine benzediğine işaret ediyor.

ABD gibi bir askeri süper gücün bile Irak gibi görece küçük bir ülkeyi kontrol altında tutmaya gücü yetmiyor. ABD ordusunun yarısı Irak'ta olmasına rağmen hala ülkede asayişi sağlayabilmiş değiller.

ABD Irak'ın içinden müttefik bulamadı. Halbuki Şiilerden destek alacaklarını umuyorlardı - yanıldılar.

ABD şu anda Irak'ta çok kanlı, çok pahalı, çok uzun süren bir işgali devam ettiriyor. Bu bataklıktan çıkabilmek için önlerinde üç alternatif var:

1 Ortadoğu'da zorla "dost demokrasiler" kurmaya çalışabilirler. Bunun yolu Irak işgali gibi işgallere devam etmek veya bölgeyi sürekli bu tehdit altında tutmak. Bunu yapmaya ABD'nin gücü kalmadı.

2 Kissinger politikası: ABD çıkarına hizmet etmeye hazır "ABD dostu diktatörler"le anlaşmalar yapmak. Böylece askeri güç kullanmadan bölgeyi kontrol edebilmek. Saddam Hüseyin tam da böyle bir diktatördü.

3 Birleşmiş Milletler'den veya diğer ülkelerden Irak'a asker getirtmek. Bu da ABD'nin işgal sonucunda elde etmeyi beklediği dünya düzeni üzerindeki etkisinin istediğince büyük olmaması demektir.

International Socialism Journal’ın 99’uncu sayısındaki makalesinde bu üç alternatifi sunan Chris Harman, ABD'nin karar veremeyeceğini ve seçenekler arasında bocalayacağını öngörüyor.

ABD'nin Irak'ta kazandığı savaşta 40 ABD askerine 1 Irak askeri düşüyordu. Saddam'ın oğullarının öldürüldüğü kuşatmada ise ilginç gerçeklerle karşılaştık: biri engelli, biri çocuk olmak üzere dört kişi, helikopterlerle ve tanklarla saldıran 200 ABD askerine altı saat boyunca direndiler.

Şimdiden öyle görünüyor ki Lloyd George'dan sonra bir İngiliz Başbakan daha, bu kez Irak işgali yüzünden, işini kaybedecek.

Tarih bize gösteriyor ki kapitalist sistem çürüktür ve çelişkilerinin içinden çıkamamaktadır.

ABD askeri bir zafer kazanmış olabilir ancak hala zayıf. Dünyadaki savaş kârşıtı hareket (bu sefer) zafer kazanamadı, ama çok güçlü. Hareketin gerçek zaferi kendi gücümüzü görebilmemizdi. ABD'nin stratejisinin çöküşte olduğu bu dönemde bu gücü kullanarak gerçek bir mücadeleye başlayabiliriz.

Antikapitalist; Sayı 25; Eylül 2003

'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön