ABD Hegemonyası ve Ortadoğu
Dünya Dengeleriyle Oynuyorlar
Dünya Bankası’nın Başkanlığı’na ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in,
Birleşmiş Milletler temsilciliğine de John Bolton’un aday gösterilmesi
Beyaz Saray’da, ABD’nin tek taraflılıktan küresel kurumları tümüyle kontrol
almaya doğru bir politika değişikliğine işaret ediyor.
Wolfowitz, George Bush kabinesinin Afganistan ve Irak savaşları konusunda
en hevesli ve en koyu yeni-muhafazakarlarının başında geliyor. Wolfowitz,
sözde kalkınma projeleri ile uğraşmak bir tarafa Irak petrollerinden ABD’nin
ne kadar kazanacağını bile hesaplayamamış, ekonomi ile hiç bir ilgisi
olmayan bir Şahin. John Bolton ise ABD’nin tek taraflı hareket etmesinden
o kadar yana ki Birleşmiş Milletlerden bile nefret ediyor ve bunu açıkça
ifade etmekten de geri kalmıyor.
Peki bu adamlar George Bush ve yeni-muhafazakar ekip ile bir şekilde
ters düştükleri için mi böylesi görevlere sürüldüler? Tam tersine; Wolfowitz
ve Bolton bir süredir Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi adı altında ilerletilen
emperyalist hedeflerin bir ileri açılımını gerçekleştirmek üzere görevlendirildiler.
Ekonomik kalkınmaya kaynak sağladığı iddia edilen Dünya Bankası, bir
projeye kredi vermeden önce bir dizi koşul koymaktadır. Özelleştirmeler
bu koşulların başında yer alıyor. Son dönemde Dünya Ticaret Örgütü’ndeki
gelişmelere paralel olarak yerel sermaye ile yabancı sermayeye eşit rekabet
koşullarının tanınması kesin bir hüküm olarak getiriliyor. Pratikte bunun
anlamı, sermayesi daha güçlü ve dolayısıyla fiyat kırma olanağı daha fazla
olan Çok Uluslu Şirketlerin projeleri kapmalarıdır. Wolfowitz’in Dünya
Bankası’nın başına geçmesi bütün bu süreçlerin ABD lehine işletilmesini
beraberinde getirecektir.
184 ülkeden oluşan Dünya Bankası’nda ABD sermayesi ön planda. Bu nedenle
de ABD yüzde 16’lık bir oy hakkı ile Dünya Bankası’nı şekillendirme konusunda
güçlü bir konumda. Dünya Bankası’nın İMF’nin ikizi olduğu da göz önüne
alındığında, ABD’nin petrol ile birlikte küresel para musluklarını da
tek taraflı kontrol etmeye ağırlık verdiği görülür.
BM’ye liderlik
Soğuk Savaş’ın son bulmasından sonra ABD ile Birleşmiş Milletler arasındaki
ilişkide çok sayıda gel-git yaşandı. Aidatını ödemediği için Güvenlik
Konseyi’nde neredeyse oy hakkını kaybedecek olan ABD ve BM arasında kimim
kime borçlu olduğu tartışmaları da söz konusu. Ancak asıl sorun ABD’nin,
egemenlik mücadelesini Birleşmiş Milletleri göz ardı ederek mi yoksa kontrolü
altına alarak mı sürdüreceğinde yatıyor. Ataması kesinleşirse önümüzdeki
yıllarda BM Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığı da yapacak olan John Bolton’un
adaylığı ikinci seçeneğe işaret ediyor. ABD, Irak Savaşı’na BM kararı
olmadan, tek taraflı ve kendi koalisyonunu kurarak girdiği için de yoğun
eleştiriler almıştı. Hatta daha liberal çevreler Beyaz Saray’daki yeni
muhafazakarların tek taraflı politikalarına karşı BM gibi küresel “yönetişim”
kurumlarının güçlendirilmesini çözüm olarak sunuyorlardı. John Bolton
Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yaptığı konuşmada bu öneriye bir başka
yaklaşım getirdi: “Birleşmiş Milletlerin oynadığı kritik rol güçlü Amerikan
liderliğini gerektiriyor.”
Emperyalist dengeler
Gerek Paul Wolfowitz gerekse de John Bolton Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni
hazırlayan yeni-muhafazakar ekibin arasında yer alıyorlar. Bu proje Soğuk
Savaş sonrası oluşan yeni dengelerde ABD erkini tartışılmaz bir şekilde
yeniden yapılandırmak üzere 1997 sonrası geliştirilmişti.
ABD, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin çökmesiyle galip
çıkmıştı. Ancak Doğu Blok’unun dağılması, Batı Blok’undaki ilişkilerde
de nitel bir değişim meydana getirdi.
Soğuk Savaş yıllarında ABD liderliğine boyun eğen Almanya ve Japonya
artık rakip olarak güçlendiler.
ABD tarihsel olarak Avrupa devletleri arasında birliği ve 1990’larda
AB’nin genişlemesini özendirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu adım
SSCB’ye karşı Avrupa’yı ABD’nin küçük ortağı olarak istikrara kavuşturma
amacını taşıyordu. 1989 sonrasında AB’nin genişlemesi ABD’nin NATO aracılığı
ile Avrasya’daki egemenliğine hizmet etti. Ancak bu genişleme AB’nin küresel
düzeyde ABD’nin “küçük ortak” olmaktan öteye geçme konusundaki iddiasını
da arttırdı.
Yeni Dünya Düzeni’ne entegre olmaya başlayan Çin ise kıyasıya bir rekabete
atıldı. ABD’nin devasa diş ticaret açığının en büyük kalemi Çin’den yapılan
ithalat’dan kaynaklanmaktadır. Her ne kadar zayıflamış olsa da Rusya azımsanmayacak
bir güç olarak iddiasını sürdürüyor. Daha zayıf ölçekte de olsa Brezilya
ve Hindistan da kendi bölgelerinde öne çıkmaya çalışıyorlar.
1990’lar boyunca ABD ekonomisi büyüdü, Çin ise döneme göre astronomik
büyüme hadleri sergiledi. Almanya ve Japonya’da ise ekonomik darboğazlar
ve duraklamalara rağmen, ABD’nin bir Süper Güç olarak zayıflamakta olduğu
gerçeği 1990’larda netleşmeye başladı.
Amerikan Yüzyılı Projesi
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Soğuk Savaş sonrası oluşan çok kutuplu
rekabet sürecinde ABD’nin tam egemenliğini sağlama çabası olarak 1997’de
oluşturuldu.
ABD küresel düzenin liderliğini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya’dan
devralmıştı. ABD, etkin bir şekilde rekabet edemediği durumda “kendi imparatorluğu
üzerindeki güneşin batabileceği” gerçeğinin çok farkında. Dolayısıyla
ABD’nin özellikle 11 Eylül 2001’den sonra sergilediği askeri saldırganlık
George Bush çevresindeki yeni-muhafazakar ekibin deliliği değil, bir emperyalist
gücün gerçek bir varoluş nedenine dayanan planlı bir harekattır.
''Bush Doktrini''nin de çıkış noktası olan proje, ABD’nin askeri gücüne
dayanarak dünyanın herhangi bir bölgesinde istediği dönüşümü yaptırma,
kendine yönelik tüm tehditleri ortadan kaldırma ve kendini korunma hedefleri
etrafında tarif edilmiştir.
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, ekonomik, askeri, siyasi ve jeopolitik
bir stratejidir. Bu unsurların her biri de diğer unsurları besleyerek
bütünsel bir şekilde Amerikan egemenliğinin sağlanmasına yönelik tasarlanmıştır.
2000 yılında hazırlanan “Amerikan Savunmasını Yeniden İnşa Etmek: Yeni
Yüzyıl İçin Strateji, Güçler ve Kaynaklar” dokümanı askeri üstünlüğün
bunu geliştirmek için nasıl kullanılacağını ifade ediyor:
Askeri harcamaların Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 3.8’ine çıkartılması
Güney Avrupa, Güneydoğu Asya ve Ortadoğu’da kalıcı askeri üslerin oluşturulması.
Savaş uçakları, denizaltı ve piyade kapasitelerini arttıracak şekilde
ABD Ordusu’nun modernize edilmesi
Uzay savunma sisteminin geliştirilmesi (Starwars benzeri bir proje)
Nükleer ve biyolojik silahların yaygınlaşmasının önlenmesi (ABD ve müttefikleri
dışında)
Cyberspace’in kontrol edilmesi (internet iletişimi dahil)
Bush savunma bütçesini hedeflenen oranda yükseltti ve Kongre’den sürekli
ek kaynak kararları çıkartmaya çalışıyor. Afganistan savaşı ABD’ye Çin’in
burnunun dibinde üst kurma olanağı sundu. Türkiye’de İncirlik Üssü ve
yeni bir NATO Üssünün inşası tartışmalarından da bu bölgedeki konuşlanmasını
güçlendirmeye çalıştığını biliyoruz.
11 Eylül 2001’de New York İkiz Kulelerine yapılan saldırıdan sonra bu
askeri hedefler Ulusal Güvenlik Stratejisi olarak sunuldu. 11 Eylül 2001
saldırıları ABD açısından Yeni Amerikan Yüzyılı Projesini açıktan yürütmek
için bir bahane oldu. Irak’a yeni bir savaş açılması, Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi,
Çin ve Rusya arasında askeri üslerden oluşan bir güvenlik duvarının kurulması
ve her iki ülkenin, özellikle de Çin’in çevrelenmesi, Ortadoğu ve Avrasya
petrollerinin Çin ve Avrupa Birliği’ne karşı kontrol edilmesi vb hedefler
çok daha önce belirlenmişti. Bush ve yeni-muhafazakarlar, Amerikan halkı
ve işçi sınıfına emperyalist projeyi kabullendirmek için 11 Eylül’ün korku
ortamını fırsat olarak değerlendirdiler.
Bunu sürekli tekrarlamak gerekiyor çünkü ABD’nin 11 Eylül sonrası ilan
ettiği “terörizme karşı savaş“ Soğuk Savaş yıllarındaki “Komünizme karşı
savaş“ gibi bir bahane. Soğuk Savaş iki kutbun emperyalist rekabeti içinde
bir yandan ABD’nin Batı’da diğer yandan da Rusya’nın Doğu’da nüfus alanı
oluşturmasını sağlamıştı. “Terörizme karşı savaş“ söyleminin hedefi de
ABD’nin Çin’i çevreleyerek dünyanın geri kalanı üzerindeki kontrolünü
kurmaktır.
Yeni savaşlar
ABD, askeri üstünlüğünü kullanarak ekonomik avantajlar kazanmak, petrol
ve diğer doğal kaynaklar üzerinde hem doğrudan çıkar hem de hegemonya
elde etmeye çalışıyor. Doğu’da ve Batı’da kendi rakiplerine karşı enerji
kaynaklarının musluklarını kontrol etmek, siyasi kontrolü de beraberinde
getirecek.
Bu hegemonya projesi, ABD’nin Suriye veya İran gibi ülkelere de savaş
açmasına doğru bir süreci işletmektedir. Bunun da ötesinde ABD’nin kendi
emperyalist çıkarlarını bu kadar öne çıkartması AB gibi diğer Batılı emperyalist
güçleri de daha vahşi bir hale getirmektedir. Çin de ne pahasına olursa
olsun ekonomik avantajlarını geliştirirken, ordusunu modernize etmeye
başladı ve son olarak da Hindistan ile yeni bir ittifak kurdu. Avrupa
Birliği’nin Irak ile ticaret yapmak için ABD’nin empoze ettiği ambargoya
son verilmesi konusunda yaptığı baskılar savaşa giden süreci hızlandırmıştı.
Bugün de AB’nin Çin’e silah satma isteği ile ambargoya son verilmesi konusunda
yaptığı baskılar yeni gerginlikler yaratmaktadır. Bu emperyalist rekabet
ortamı demokrasinin değil ancak yeni savaşların habercisi olabilir. Geçen
yüzyılda emperyalist dengelerdeki her değişim bir dünya savaşına ortam
hazırlamıştı. Bugün tanık olduğumuz süreç tam da bu nedenle çok tehlikelidir.
Ancak halen gündem Irak’tır ve ABD’nin Irak’tan nasıl çıkacağı egemenlik
projesinin gidişatını belirleyecektir. Bununla birlikte ABD’nin kısa sürede
ekonomisindeki zaafları gidermesi mümkün değil. İthalata, Avrupa ve Japonya’nın
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına bağımlılığı ve doların zayıf pozisyonu,
ABD’yi hegemonya mücadelesine iten ekonomik zayıflıkların devam ettiğini
gösteriyor. Irak ve/veya ekonomideki bir yeni istikrarsızlık dalgası ABD’nin
emperyalist projesini de rayından çıkartabilir.
ABD’nin Irak’tan nasıl çıkacağı da hem Irak’taki direniş hem de küresel
düzeydeki işgal karşıtı mücadelelere bağlıdır.
Orta Doğu’dan Ne İstiyorlar?
Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya ile birlikte ABD’nin egemenlik mücadelesinde
kilit bir rol oynuyor. En genel anlamda bölge ABD çıkarlarına uygun bir
şekilde küreselleştirilmek isteniyor. Bunun bir ayağı Ortadoğu’nun dışa
açılarak yeni bir pazar oluşturmasıdır. Ancak ABD için daha da önemli
bir konu küresel rekabet ortamında hem Batı’da hem de Doğu’daki rakiplerinin
enerji kaynaklarına erişimi üzerinde kontrolü ele geçirmektir. Bu arada
tabii ki petrolü kendi tüketimi için kullanacak ve petrol şirketleri de
kar elde edecektir.
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi olarak geçen ABD emperyalizminin stratejik
planlarının bir ayağı da ilk önce Büyük Ortadoğu Projesi olarak açıklanan
daha sonra Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’dir. Bu planlar
kamuoyuna “Terörizme karşı mücadele” ve “ bölgeye demokrasi götürmek”
olarak sunulduğu için gerçek hedefler yeterince net ifade edilmemiştir.
ABD’nin bölgede ne yapmak istediği birkaç nokta ile şöyle özetlenebilir.
Bölgenin serbest piyasa düzenine uygun hale getirilmesi ve Ortadoğu’nun
ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan küreselleşmesi;
Petrol üretimi, satışı ve taşınmasının kalıcı bir şekilde kontrol edilmesi;
Hazar petrolünün Bakü-Ceyhan boru hattıyla taşınması,
Bu şekilde Rusya’nın bölgedeki etkisinin kırılması;
Ortadoğu ve Kafkas petrolleri üzerindeki kontrol ile Çin, AB ve Japonya
rekabetini kıracak şekilde egemenliğin tam olarak sağlanması
İsrail’in Müslüman ve Arap dünyası ile ilişkileri normalleştirilerek bölgedeki
izolasyonunun kırılması;
Bölge’de İsrail dışında her hangi bir ülkenin nükleer silah ve kitle imha
silahı üretme kapasitesine ulaşmasının engellenmesi;
ABD’nin egemenliğine boyun eğmeyen yönetimlerde “rejim değişikliğine”
gidilmesi;
Tehdit oluşturacak kadar direnç göstermeyen rejimlerin de “demokratikleşme”
adı altında küreselleştirilmesi;
Tehdit oluşturan muhalefetin bunlara destek veren rejimler ile birlikte
ortadan kaldırılması;
El-Kaide ve Hamas örneğinde olduğu gibi muhalefetin bir kısmı İslami kökenli
olduğu için özellikle bu grupların kontrol altında alınması;
Buna karşın Türkiye’de AKP örneğinde olduğu gibi neo-liberal küreselleşmeci
İslami kökenli grup ve iktidarlara örnek ülke ve “demokratik ortak” olarak
kucak açılması ve model haline getirilmesi;
Bazı yazarlar küreselleşme ve bu yeni egemenlik ilişkilerine uygun rejimlerin
yaratılmasının yanı sıra bölge petrolleri dışında su kaynakları üzerinde
kontrolün de önemli bir rol oynadığını tartışıyorlar. Orta Doğu’nun ciddi
bir kısmının su sıkıntısı içinde olduğu düşünülürse Mısır ve Türkiye su
havzalarının öne çıkartılmak istendiği görülüyor.
Sistemin Motoru Petrolle Çalışıyor
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikaları uzun vadeli bir egemenlik stratejisinin
parçasıdır. Dolayısıyla amaç sadece Ortadoğu petrollerinden doğrudan çıkar
sağlamak değil, petrol üzerinde kontrolü elde ederek Çin, AB ve Japonya’nın
enerji kaynakları ve buradan da siyasi ve ekonomik tercihleri üzerine
söz sahibi olmaktır.
ABD’nin musluğun başını tutma stratejisini görmezden gelerek, uyguladığı
politikaları anlayamayız. Ancak ABD’nin bu petrol rezervlerini kullanma
ihtiyacı da bir o kadar önemli.
ABD kendi petrol yatakları olmasına rağmen ihtiyacının tümünü karşılayamıyor
ve petrol tüketiminin yüzde 53’ünü ithal etmek zorunda. ABD her gün 10.4
milyon varil petrol ithal ediyor. 2001’de Dick Cheney’nin liderliğinde
bir ekibin hazırladığı Ulusal Enerji Planı, ABD’nin 2020’de günlük petrol
ithalatının 16.7 milyon varile çıkacağını öngörmektedir. Yani ABD petrol
tüketiminin yüzde 65’ini ithal etmek durumunda kalacak.
Enerji Planı, ABD’nin geleneksel olarak petrol ithal ettiği Suudi Arabistan,
Venezüella ve Kanada’nın yetersiz kalacağına dikkat çekiyor. (Venezüella
ile ilişkiler son dönemde koptu).
Cheney, Hazar (Azerbaycan, Kazakistan), Ortadoğu (Körfez ülkeleri), Rus
ve Afrika (Nijerya, Angola) petrollerine işaret ediyor ve bu ülkelerin
kapılarını Amerikan petrol şirketlerine açmaları gerektiğini vurguluyor.
Cheney’in liderliğinde Enerji Planı’nı hazırlayan ekip, bu ülkelerin sadece
petrol satışlarına değil Amerikan petrol şirketlerinin piyasaya girişine
direnç göstereceklerinin çok farkındaydılar. Cheney bu nedenle, Amerika’nın
tükettiği her üç varil petrolden ikisini ithal etmek zorunda kaldığı bir
ortamda serbest piyasa işleyişine güvenemeyeceklerini, ABD yönetimin bu
sonucu elde etmek için “kararlı adımlar atması” gerektiğini söylüyor.
Bilindiği üzere dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 60’ı Ortadoğu’da,
bunun yüzde 40’ı da Irak’ta bulunuyor. Bir otomobil kontağı çevrildiğinde,
fabrikada bir makinenin düğmesine basıldığında, “Bush sen çok yaşa” yazılarının
neşredilmek istenmesinde petrol doğrudan veya dolaylı olarak devreye girmekte.
Tam da bu nedenle Ortadoğu’da gerçek bir demokrasi ABD egemenliğine oy
vermekten değil bölge halklarının petrol vb. kaynaklar üzerindeki demokratik
kontrolünden geçiyor.
Silah Sanayi
Yeni Amerikan Yüzyılına uygun olarak ABD savunma bütçesi GSYİH’nın yüzde
3.8’ine çıkartıldı. Bush’un yönetimi devraldığı 2000’de yıllık bütçe 300
milyar dolar iken bu rakam 2005-2006 bütçe yılı içinde 438 milyar dolara
çıktı. Afganistan ve Irak’taki savaş maliyetleri için 200 milyarlık acil
fonlar oluşturuldu. Bu miktar işgaller sürdükçe hızla artmaktadır.
11 Eylül, Amerikalılar arasında korkuyu kamçılamak üzere kullanıldı ve
ülke güvenliğine dönük harcamalar da ikiye katlanarak 40 milyar dolara
çıkartıldı.
Afganistan ve Irak savaşı bir egemenlik planı çerçevesinde gerçekleştirilmiş
olmakla birlikte petrol şirketlerinin yanısıra silah şirketleri de bu
işten nasibini fazlasıyla alıyor. Geçen yıl Lockheed Martin, Boeing ve
Northrop Grumman şirketleri Pentagon’dan toplam 50 milyar dolarlık ihale
aldılar. Bu üç büyük şirket Savunma Bakanlığı harcamalarının yüzde 25’ini
ceplerine indirdiler.
Bunun dışında Halliburton, Dyncorp, Blackwater, CACI, Titan gibi şirketler
iaşe, araç-gereç bakımı, güvenlik, askeri eğitim gibi verdikleri çok sayıda
hizmetten de vurgun vurdular. Özellikle ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in
bağlantılı olduğu Halliburton şirketinin faturaları şişirdiği ortaya çıktı.
Boeing’in ise ihale almak için rüşvet verdiği tespit edildi. Silah şirketleri
sadece sistemin gösterdiği normal yollardan yada yolsuzluk yaparak ceplerini
doldurmuyorlar, CACI ve Titan şirketlerinin Ebu Gureyb kampında işkence
olaylarına karıştıkları ortaya çıktı…
Antikapitalist; Sayı 32; Mayıs 2005
'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön |