Güncelleme: 09.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Kapitalizmin YüzyılıMike Haynes (Socialist Review; Aralık 1999) Dünya kapitalizmin egemenliği altında. Kapitalizm ortaya çıkışından bu yana kuşaklar boyunca insanların hayatında devrimci bir dönüşüme yol açtı. Kapitalizm herkesin gelecek korkusu olmaksızın refah içinde yaşayabileceği bir zenginlik yarattı. Ancak bu gerçekliğin sadece bir kısmı. Diğer kısmı ise geçtiğimiz yüzyılı insanlık tarihinin en yıkıcı dönemine dönüştürdü. Kapitalizm ulaşabileceğimizi düşündüğümüz şeylerden bizi mahrum etti, ürettiğimiz şeyleri bize karşı kullandı. Kapitalizmin doğuşuBu çelişkileri yaratan sistem 500 yıl kadar önce Batı Avrupa’da ortaya çıktı. Kesin bir doğum tarihi koymak mümkün değil. Çürüyen Avrupa feodalizminin içinde toprak sahibi sınıfın egemen olduğu bir toplumda değişim için bastıran güçlerin ittirmesiyle ekonomik bir sistem olarak büyüdü. Yeni kapitalist toplumun farkını sadece ticaret, olarak görmek doğru değil. Çünkü ticaret hep vardı. Kapitalizmin gelişimi için bir şey daha zorunluydu. Kâr ve piyasa ilişkileri toplumsal yaşamın merkezine yerleşti ve üretim sürecinin kendisi rekabete dayalı sermaye yatırımları ve emeğin kâr amacıyla istihdamı etrafında belirlenir hale geldi. “Kapital” (sermaye) sözcüğünün tanımladığı şey kapitalizmin merkezi olan yanıdır. 1500 yıllarında dünyanın bir çok yerinde böylesi bir sistemin bazı unsurlarının yaşama geçmeye çalıştığını görüyoruz. Ancak ilk çıkışı batı Avrupa’da gerçekleşti. Bunun bir nedeni bu bölgenin dünyanın daha geri kalmış ve Büyük Ortadoğu, Hindistan ve Çin İmparatorluklarına göre daha az denetim ve kontrol altında olmasıydı. Kapitalizmin başlangıçta nasıl geliştiğini anlamak için iki çeşit hareketin yan yana geliştiğini görmek gerekir. Hareketlerden birisi sistemin yoğun gelişimi oldu. Önceleri gerçekleşen üretimin büyük çoğunluğu ilkeldi. Avrupa’da zanaatkarlık egemendi. Sanayi Devrimi sonrası, 18. Yüzyılda, kapitalizm tüm kapasiteyle çalışmaya başladı. Dönüştürme gücü arttı ve hızlandı. İkinci hareket ise yaygınlaşmaydı. Kapitalizm, 20. yüzyıla kadar bütün dünyayı kuşattı, dokunmadık yer bırakmadı. YayılmacılıkTarihsel olarak bu genişleme sermaye birikimini besleyen iki tür zenginlik yarattı. Bir tanesi dünyanın talan edilmesiyle sağlanan ilkel sermaye birikimi. Diğeri ise sistemin merkezinde işçilerin sömürülmesinden elde edilen zenginlik. Kâr için rekabete dayalı bir düzende bu iki unsurun birbirini tamamlaması kaçınılmazdı. Ancak ikisi arasında bir muhasebe yapmak zorunda kalırsak, merkezdeki işçilerin sömürüsü sermaye birikiminin en önemli kaynağı oldu. Uzun vadede işverenler açısından bu işçilerin emeğinin en “kârlı” kaynak olduğu kanıtlandı. Bunun bir sonucu olarak dünya üzerinde her zaman egemenlik için çatışmalar olmasına rağmen, en şiddetli çatışmalar herzaman kapitalizmin kalbinin attığı bölgeler üzerinde gerçekleşmiştir. Kapitalizmin dışa yönelik gelişiminin etkileri çok korkunçtu. 16. ve 19. yüzyıllar arasında gerçekleşen köle ticareti bunun en açık göstergesidir. Kapitalist kölelik daha önceki dönemlerde hayal edilemeyecek kadar kârlıydı. Ulus devletlerin oluşumuKapitalizm birbiriyle rekabet eden sermayelerin ve devletlerin küresel sistemi. Ortaçağ Avrupası’na bir bakın, önünüzde sayfaya dağılan çok sayıda küçük bölge krallıkları göreceksiniz. Tarihçilerin gerçek sayıyı bulma çabası hep yenilgiyle sonuçlanır. Ancak 1500’lerde en azından 500 farklı bağımsız politik iktidar görüyoruz. Bugün ise Avrupa’daki bu sayı sadece 50. Birbiriyle rekabet eden ulus devletler dünyasının ortaya çıkışı kapitalizmin gelişimiyle içiçe geçmiştir. Sistemin rekabete dayalı olması kapitalistleri kârın kaynağı işgücünü kontrol edebilecek ve diğer kapitalistlerle rekabette bir üs olarak kullanabilecekleri politik mekanizmalar oluşturmaya zorladı. Sistemin başarılı olmasının arkasında yatan bir neden de bu mekanizmaların insanları sınırın diğer tarafındaki işveren ve işçiler karşısında kendi işverenleriyle ortak ulusal çıkarlara sahip olduklarına ikna etmek üzere kullanılabilmesidir. Ancak bu oyunun tutmasının tek nedeni kapitalizmin önceki sistemlere göre çok daha karmaşık bir sömürü biçimine dayanıyor olmasıdır. Sömürünün yeni biçimiSınıf ilişkileri ve sömürü yeni değil. Eski Yunan’da Plato şöyle not ediyor: “Her şehir, iki ayrı şehirdir, çok sayıda yoksulun şehri, az sayıda zenginin şehri ve bu iki şehir her zaman savaş halindedir.” Ancak önceki sınıflı toplumlarda çoğunluğun yoksulluğu ile azınlığın zenginliği arasındaki ilişki daha netti. Toprak beyi için çalışmak zorunda kalan köylü ve köle sömürüldüklerini biliyorlardı. 14. yüzyıl İngiltere’sinde bir köylü şöyle diyordu: “Onların tokluğu bizim açlığımız, onların mutluluğu bizim kederimiz, onların yarış ve turnuvaları bizim eziyetimizdi.” Kapitalizmin gelişmesiyle sömürü ilişkisi ücret ilişkisinin arkasına saklandı. Yaşamak için çalışmaktan başka çaresi olmayan işçiyi çalışmaya zorlayan şey artık efendinin köle üzerinde kullandığı kırbaç ya da derebeyinin serf üzerindeki kılıcı değildi. Kırbaç ve kılıcın yerini açlık almıştı. Kapitalist “İlerici sermaye” felsefesi “emeğin karşılığını verme” fikri üzerinden kârını meşrulaştırıyor. Çoğu işçi “emeğinin karşılığı aldığı ücret”te bir yamukluk olduğunu hissediyor. Ancak ücret ilişkisi arkasında “herkes ne kadar çalışırsa o kadar kazanır” fikriyle gizlenen sömürüyü görebilmek için daha dikkatli bakmak gerekiyor. Mezar kazıcısıSanayileşme öncesi, zanaatkarlar ve el işçileri de varolan ücret ilişkilerine karşı protestolar yaptılar. Ancak bu parlayıp sönen sokak gösterileri ve yiyecek ayaklanmalarının ötesine geçemedi. Bu durumu değiştiren, kapitalizmin yarattığı fabrikalar oldu. O dönemde genç Frederick Engels ve Fransız yazar Alexis De Tocqueville Sanayi Devriminin beşiği olan Manchester şehrini gördüklerinde dehşete kapıldılar. De Tocqueville şunları yazıyordu: “Bu pislik çukurundan bütün dünyayı gübrelendirmek üzere insanlık sanayisinin en büyük akarsuyu akıyor. Bu pis nehirden saf altın akıyor. Burada insanlık en gelişkin ve en vahşi biçimini alıyor. İşte burada, uygarlık şahaserler yaratıyor ve uygar insan neredeyse bir barbara geri dönüyor.” Ancak De Tocqueville’in “barbar” diye gördüğü insanlarda Engels bu yeni toplumun kontrolünü ele geçirme potansiyeline sahip ve bütün insanlığın yararına işletebilecek yoğunlaşmış bir sınıf görüyordu. Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” üzerine analizlerinin bu yönü genç Marks’ı ona yakınlaştırdı. Ancak Marks’ın bu fikirleri geliştirmesi ve ilk bilinçli sosyalist hareketlerin gelişimi zaman aldı. KüreselleşmeBunlar yaşanırken kapitalist güçler dünya üzerindeki egemenliklerini pekiştirmekle meşguldü. Sanayileşme Avrupa sermayedarlarına dünyayı fethetme gücü ve teknolojisi sunuyordu. İngiltere’nin Çin’i afyon satın almaya zorlaması sanayinin geliştirdiği askeri güce dayanıyordu. Batılı güçler sayısız imparatorluğu bu şekilde egemenlikleri altına aldılar. Bu yolla 19.yüzyılın sonuna kadar neredeyse bütün dünya ABD ve Avrupa’nın eline geçti. Çatışma, sistemin merkezini kimin kontrol edeceği üzerinde yoğunlaştı. Sermaye ve devlet içiçe geçti ve bu durum 1914’de, 1939’da savaşlara yol açtı ve yarım yüzyıl Soğuk Savaş yaşandı. Küreselleşme günümüzdeki söylemin tersine 1914’de de yoğundu. Öyle ki kapitalizm 20. yüzyılda sömürgeciliğe ve somürgelerin doğrudan politik denetimine gerek duymaz hale geldi. Gelecek bizimKapitalizm ilk büyük darbeyi 1917’de Rus işçi sınıfından yedi. Ne yazık ki Rus’yada kurulan işçi devleti Avrupa Devrimlerinin başarıya ulaşamaması nedeniyle yalnız kaldı. Sonunda da yerini kendine “sosyalist” demeye devam eden bürokratik bir devlet kapitalizmine bıraktı. Kapitalizme karşı mücadele edenlerin pusulasını bozan bu yanılsatmaya rağmen geçen 150 yılda kapitalizmin gelişimi işçi sınıfının potansiyel gücünü arttırdı. Kapitalizm zenginliği ve barbarlığı birlikte büyüttü. Bugün insanlığın hayallerinin büyük kısmını gerçekleştirebilecek ve daha önce hiç erişmediğimiz bir gelişmişlik düzeyine sahibiz. Ne var ki zenginlikle beraber barbarlık, savaşlar, açlık ve yoksulluk da hiç olmadığı kadar yüksek boyutlarda. Kapitalizmin yarattığı bu çelişki ve sınırlılıklar onu yıkmamızı hem mümkün hem de zorunlu kılıyor. Bu barbarlığa son verecek kendi mezar kazıcılarını da büyüten kapitalizme karşı işçi sınıfını seferber etmek ise günümüzü aşan bir hayal gücünü gerektiriyor. “Böyle gelmiş böyle gider”ciliği bırakmayı gerektiriyor. Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 12; Ocak 2000
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||