Güncelleme: 14.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Dünyamızı savunmak için kaybedecek zaman yok!Geride bıraktığımız 10 bin yılda iklim çok az değişti; ancak 20. yüzyıl boyunca Dünya çok hızlı ısındı (0,6 °C’lik bir sıcaklık artışı), son bin yılın en sıcak yüzyılı yaşandı ve 1990’lar boyunca yedi kez en sıcak yıl rekoru kırıldı. 2000 yılında meydana gelen pek çok olağandışı iklim olayı da 21. yüzyılın benzer şekilde geçeceğinin sinyallerini veriyordu. Hindistan’ın kuzeybatısı son 100 yılın en büyük kuraklığıyla boğuşurken, İngiltere’de son 50 yılın en kötü sel felaketi yaşanıyordu. Kuzey Amerika’da 1999-2000 kışı en sıcak kış olarak kayıtlara geçerken, Antarktika’da artan sıcaklık nedeniyle Ross buz kütlesinden Jamaika boyutlarında bir parça koptu... Yakın zamanda gerçekleşen bu iklim değişikliklerinin en büyük sorumlusu sera gazı emisyonundaki (salınımındaki) artışla meydana gelen küresel ısınma. Atmosferdeki sera gazları Güneş enerjisinin yeryüzüne ulaşmasına izin verirken yansıyan enerjiyi tutarak dünyanın sabit bir sıcaklıkta olmasını sağlıyor. Ancak bu gazların atmosferdeki artışı yeryüzünün fazla ısınmasına (20. yy.da olduğu gibi) neden oluyor. Bugün bu süreç çok hızlı gerçeklemekte. Sera etkisinde en fazla pay sahibi gaz, karbondioksit. Endüstri devriminden bu yana sanayide ve ulaşımda artan miktarlarda fosil yakıt (kömür, petrol, doğalgaz) kullanılıyor. Fosil yakıtların yanmasıyla son 200 yıl boyunca atmosferdeki karbondioksit oranı %30 arttı. Bu artışın bir nedeni de ormanların hızla yok edilmesi. Her yıl ormanların, bir başka deyişle karbondioksiti oksijene dönüştüren büyük karbon depolarının %1’i yok ediliyor. Karbondioksit dışında (karbondioksitten daha güçlü olan) metan gazı da normal seviyesinin %145 üzerinde ve sadece 1990’lar boyunca su buharı miktarı %2 arttı. Sürecin bu şekilde devam etmesi pek çok olağandışı felaketle karşı karşıya kalacağımız anlamına geliyor. Örnek vermek gerekirse; bugün sadece okyanus sularının ısınıp genleşmesiyle Pasifik’te bulunan birkaç küçük ada sular altında kaldı bile. Buzulların eriyip okyanus seviyesinin yükselmesi (ki bir metrelik bir yükselme dünya üzerindeki karaların %3’ünü ve tarım alanlarının %30’unu sular altında bırakacak) çok daha korkunç sonuçlar doğuracaktır. Ayrıca Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesi, Kuzey Avrupa’nın birçok bölgesinin normalden daha sıcak olmasını sağlayan sıcak su akıntılarının okyanusa yeni su eklenmesi yüzünden daha güneye kaymasıyla, daha soğuk bölgeler haline gelmesine yol açabilir. Üstelik bu akıntılar azalabilir hatta yok olabilir de. Bununla birlikte sera gazı emisyonundaki artışla güneşten daha fazla enerji alınması kasırga, hortum vb. olayların daha sık ve şiddetli gerçekleşmesi tehdidini (Örneğin El Nino normalde 3-7 yıl arasında gerçekleşirken 1991-95 yılları arasında her yıl görüldü) taşımaktadır. Bu da daha fazla sel, kuraklık, kıtlık, salgın hastalık demek. Bu yüzden küresel ısınma ve iklim değişiklikleri bugün acilen çözüm bulmamız gereken ekolojik sorunlar. Fakat atmosferdeki karbondioksit miktarını şu anki seviyesinde tutmak için bile emisyonların %60-90 oranında azaltılması gerekli. Otomobil kullanımına ve uçak yolculuklarına sınırlamalar getirmeli, toplu taşıma araçlarını yaygınlaştırmalı, özellikle de fosil yakıt kullanımından vazgeçip; güneş, rüzgar gibi alternatif enerjilerle çalışan teknolojilere geçiş yapmalıyız. Fakat sorunun aciliyetine karşın kapitalizm çözüm bulmak yerine onu yok saymayı ve üretimini en ucuz ve en kârlı yöntemleri kullanarak(?) devam ettirmeyi tercih ediyor. 1979’da Birinci Dünya İklim Değişimi Konferansının ardından uzun süre iklim değişiminin insan kaynaklı olup olmadığı tartışmaları yapıldı. 1992’de iklim sistemini kurtarmak için bugünden önlem alınmasını amaçlayan UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) kuruldu ve nihayet 1998’de iklim değişiminin büyük ölçüde insan kaynaklı olduğu açıklandı. Ama fosil yakıt sanayisi hala finanse ettikleri bilim adamlarıyla medyada küresel ısınma sorunun abartıldığı, hatta bunun doğal bir ısınma olabileceği kanısını yaratmaya çalışıyor. Çözüm adına ne kadarını yapabileceklerininse en çarpıcı örneklerinden birini George W. Bush petrol şirketlerinin desteğiyle seçimleri kazandıktan sonra, 1997’de imzalanan ve emisyonlarda sadece %5.2 bir kısıtlamayı öngören Kyoto Protokolü’nü reddederek bize gösterdi. Geçtiğimiz 16 Şubatta yürürlüğe giren ve 141 ülkenin imzaladığı Kyoto Protokolü’nde ise emisyonların %20’sinden sorumlu ABD ve emisyonlarını arttıran Avustralya’nın (Türkiye’de bu ülkeler arasında değil) katılımı yine gerçekleşmedi… Çevre sorunlarının çözümü için mücadele etmemiz ve çözüm olabilecek talepleri yükseltmemiz önemli. Ancak kapitalist sistem kâra dayalı rekabetçi üretim mantığı yüzünden ekolojik sorunları çözecek potansiyele sahip olsa da, bunun önünde bir engel durumunda. Bunu mücadeleler sonucu elde edilmiş kazanımların, imzalanan çevre anlaşmalarının uygulanmasını engelleyerek -DTÖ gibi kurumlarıyla bu anlaşmaların “haksız rekabet”e yol açabilecekleri değerlendirmesiyle - kanıtladı. Burjuvazi doğayı kendine sunulmuş bir armağan, sınırsız bir hammadde ve enerji kaynağı gibi görerek; hizmetindeki teknolojiyi emekle birlikte doğanın sömürüsü için kullanıyor. Sadece ekonomik krizler yaratmıyor, üzerinde yaşayabildiğimiz tek dünyayı da savaşlarla, kâr için tek yönlü üretimiyle yok ediyor. Üretim kolaylığını doğal çeşitliliğe tercih ediyor, doğanın çözüp tekrar ekolojik bir sürece sokamayacağı maddeler –atıklar- üretiyor, nükleer serpintileri, nükleer ve kimyasal silahları –hiç çekinmeden kullanılmak üzere- hayatımıza sokuyor ve neden olduğu bu yıkımın faturasını dünyanın geri kalanına ödetmeyi planlıyor. Bu yüzden doğanın kurtuluşunu ancak sorunun kaynağının ortadan kaldırdığımızda mümkün kılabiliriz: Yerine, üretimi insanla doğanın birlikte gelişimini gözeterek, insan ihtiyaçları için gerçekleştiren başka bir dünyayı koyarak. Antikapitalist; Sayı 31; Mart 2005
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||