Güncelleme: 09.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Küresel Sermayeyi Durdurabilir Miyiz?Daha önce hiç bu kadar büyük bir güç ve zenginlik birkaç uluslararası şirketin elinde olmamıştı. Bu onların sınırsız bir güce sahip oldukları anlamına mı geliyor? Peter Morgan Socialist Review'da halen onlara karşı durmanın mümkün olduğunu yazıyor.
Uluslararası sermayenin sembolleri her yerde: McDonalds ve Burger King, Ford ve General Motors, Shell ve BP, Coca Cola ve Pepsi, Starbucks ve Aroma, IBM ve Microsoft. Aslında hangi sektöre bakarsak bakalım dünya piyasasının büyük bir kısmına sahip ve kontrol eden bir avuç şirket görürüz. Son dönemde gerçekleşen gösteriler sırasında McDonalds, BMW galerisi ve bir Starbucks kafe-bar şubesinin saldırı altında kalmasının nedeni bu çok güçlü uluslararası şirketlerin insanların hayatını yok sayarak istedikleri politikaları uygulamaları ve çevreyi onarılmaz hale getirmeleri. Tüketicilerin bir markayla kendisini ifade etmesi için harcanan büyük miktarlardaki paralar bu sembolleri öfkenin merkezine yerleştiriyor. Şirketlerin dünya piyasasında daha büyük yer kapması için reklamlar çok önemli. Bugün ABD'de reklama harcanan para 196.5 milyar dolar olarak hesaplanıyor. 1998 Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu'na göre küresel reklam harcamaları "dünya ekonomisinin büyüme hızından üçte bir daha fazla." Birkaç şirket dünya ekonomisinin büyük bir kısmını kontrol ediyor ve yönetiyor. Araba üretimini ele alalım. 20. Yüzyılın başında ne bir marka ne de ulusal düzeyde tanınmış bir satıcı ağı vardı. Hepsi küçük coğrafi bölgelerle sınırlıydı. 1909'da yalnızca ABD'de 274 şirket vardı. Temel olarak zenginlerin eğlence ihtiyaçları için çok yüksek fiyatlarla, az sayıda imalat yapıyorlardı. Bugün gördüğümüz manzara tamamen farklı. En büyük on şirket küresel üretimin %76'sını gerçekleştiriyor (en büyük beş %50'sini üretiyor). General Motors ve Ford'un toplam gelirleri Afrika'nın güneyindeki ülkelerinin toplam ulusal gelirlerinden fazla. Araba sektöründeki uluslararası şirketler 20 milyondan fazla insanı doğrudan kendileri istihdam ediyor. Bu sayı yan sektörlerle çok daha artıyor. Bugün hükümetlerin kaderi bu büyük şirketlerin yönetim kurulu odalarında verdiği kararlarla değişebiliyor. Diğer sektörler de benzer bir mülkiyet ve kontrol yoğunlaşması içinde. Bugün küresel kahve üretiminin %80'nini iki şirket gerçekleştiriyor. Dünya tütün sektörünün %87'sini dört şirket kontrol ediyor. Sivil uçak üretiminin %95'ini iki şirket (Boeing ve Airbus) gerçekleştiriyor. 20. yüzyılda kapitalizm geliştikçe ve değiştikçe birkaç on yıl önce adı duyulmamış yeni şirketler ortaya çıktı. Yirmi yıl kadar önce ABD dışında hiç kimsenin bilmediği McDonalds'ın şubeleri neredeyse dünyanın her ülkesinde ve her büyük şehirde var. En büyük iki yüz şirket dünya ekonomik faaliyetinin üçte birinden fazlasını kontrol ediyor. En üstteki 100'ün toplam servetlerindeki artış olağanüstü boyutlarda. 1980'de toplam servetleri 0.5 trilyon dolarken 1995'e gelindiğinde 4.2 trilyon dolara yükseldi. Dünyanın en büyük yüz ekonomisinden 51'i küresel şirketler ve sadece 49'u ulusal ekonomi. Örneğin gıda ve pazarlama uluslararası şirketi WalMart'ın ekonomisi İsrail, Polonya ve Yunanistan'da dahil olmak üzere 161 ülkeden daha büyük. General Motors Danimarka'dan daha büyük. Ford Güney Afrika'dan daha büyük. Birleşmiş Milletler tarafından "küreselleşen dünya ekonomisinin üretken özü" olarak belirtilen bu birkaç yüz uluslararası şirket, dünya sanayi kapasitesinin, teknik bilginin (uluslararası şirketler dünya ölçeğinde tüm teknoloji ve üretim patentlerinin %90'ını ellerinde tutuyorlar) ve finansal işlemlerin çoğunu ellerinde bulunduruyor. Politik ve ekonomik nüfuzBir şirket bütün bir ekonomiyi yönetebiliyor. Japon devi Mitsubishi'nin toplam ekonomik faaliyeti dünyanın en büyük nüfusa sahip dördüncü ülkesi Endonezya'nın ekonomik faaliyetinden daha büyük. Mitsubishi grubunu 160'dan fazla şirket oluşturuyor. Bunlar kamıştan roket gemilerine kadar her şeyi üretiyorlar. Toplam yıllık geliri 175 milyar doları aşıyor. Mitsubishi Bankası 820 milyar dolar servet ile dünyanın en büyüklerinden birisi. Mitsubishi Motor ve Mitsubishi Kimyasal Maddeler kendi sektörlerinde ilk onun içindeler. Mitsubishi yiyecekleri Japon nüfusunun üçte birini besliyor. Bu şirketlerin neden bu kadar büyük politik ve ekonomik nüfuza sahip oldukları ortada. Bugün dünyanın en güçlü hükümetlerinin çıkarları bu şirketlerin çıkarlarıyla iç içe geçmiş durumda. "Küreselleşme" 1990'ların çok şey çağrıştıran deyimi haline geldi. Uluslararası şirketlerin devlet rolü oynadığı, hükümetlerden daha güçlü oldukları ve dünyayı yönettikleri kanısı egemen. Uluslararası şirketlerin dünya üzerinde sahip oldukları kontrolden genel olarak çıkarılan politik sonuç, piyasanın işleyişini etkilemek üzere yapılabilecek hiçbir şey olmadığı şeklinde. Gerçekten de uluslararası şirketler çok büyük, güçlü ve her istediklerini hükümet politikaları haline getirebiliyorlar mı? Eğer öyleyse sosyalistler için önemli sonuçlar yaratıyor. Böylesi bir durumda güç, demokratik süreçlerden daha da uzaklaşarak tamamen hesap sorulamaz bir duruma ulaşmış oluyor; uluslararası şirketlerin dünyanın her yerine istedikleri gibi hareket etmeleri, hegemonya kurmaları ve sömürmeleri olanaklı hale geliyor. Uluslararası şirketlerin gücü nedir? Ulusal sınırların belirleyiciliğiÜretimin ve ekonomik faaliyetlerin uluslararasılaşması yeni bir durum değil. Bazı mallar yüzyıllardır uluslararası karaktere sahip (gıda maddeleri, baharat, yerel mallar). Uluslararasılaşma, 18. yüzyıldan itibaren, Avrupa'da sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte arttı. Ancak son döneme kadar üretim süreci temel olarak ulusal sınırlar içerisinde örgütlenmekteydi. Bugün ortaya çıkan büyük şirketlerin (Coca-Cola, Johnson&Johnson, Kodak, General Elektrik, Goodyear, Reebok ve Pepsi-Co) hepsi 19. yüzyılın sonunda kuruldu ve kısa zamanda kendi pazarlarını belirlemeye başladılar. Bugünkü şirketlerden farkları temel olarak kendi ulusal devletlerinde yoğunlaşmış olmaları ve uluslararası ölçekte entegre araştırmalar üzerine yükselmiyor olmalarıydı. Erken dönem uluslararası şirketler ya batıda imalat için üçüncü dünyadan hammadde elde eden (Unilever ve petrol şirketleri gibi) ya da tam anlamıyla bölgesel üretim yapan yabancı şirketler (Ford gibi) olma özelliği taşıyorlardı. Bu durum İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir üretim modelinin ortaya çıkmasıyla birlikte değişti. Bazı şirketler geliştirme, üretim ve pazarlama stratejilerini uluslararası ölçekte hayata geçirmeye başladılar. Bu durumun arkasındaki itici güç, bir yandan şirketlerin dünya ölçeğinde kârlılık arayışı, diğer yandan büyük kapitalist güçlerin (özellikle ABD) dünya piyasasını açmak ve liberalleştirmek üzere bilinçli müdahaleleriydi. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisi üzerinde kurduğu hegemonya sayesinde dünya ticaret sistemini yeniden organize etmek üzere önemli adımlar attı. ABD hükümeti dünya ölçeğinde koordineli bir çabayla gümrük tarifelerini yıktı ve ekonomilerin liberalizasyonuna liderlik etti. Gümrük ve Ticaret Anlaşmaları (GAT), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Birleşmiş Milletler (UN) gibi yeni uluslararası kurumlar ortaya atıldı. ABD hükümeti kendi pazarını açtı ve diğer ülkelerin ihracatı için en zengin tek hedef haline geldi. Yine hükümet, ABD şirketlerinin vergi indirimi ve milyonlarca dolarlık doğrudan anlaşmalar yoluyla yeni pazarları ele geçirmek üzere büyümesine yardımcı oldu. Böylece IBM 60'lı yıllarda (ABD silahlı kuvvetlerinin yardımıyla) bilgisayar üretiminde çok büyük atılım yaptı. Ford ve General Motors 70'li yıllarda "dünya arabası"ndan bahsetmeye başladılar. Boeing (yine ABD silahlı kuvvetlerinin yardımıyla) uçak üretim sektörünü belirlemeye başladı. Bu durum 1970 ve 80'lerde Avrupa uzay ve havacılık şirketlerini kaynaklarını birleştirerek "Airbus" kurmaya zorladı. Bir kez üretimin uluslarasılaşma süreci başladıktan sonra artık durmak yoktu. Şirketlerin yaşayabilmesi ve büyüyebilmesi için birleşmeler ve devirler en genel işlemler haline geldi. Ancak gelişmeler her zaman olumlu ve ileri doğru değildi. Şirketlerin kaderi hep kapitalizmin büyüme ve kriz döngüsüne bağlıydı. Dünyanın en büyük hava yollarından bir tanesi olan PanAm 1980'lerde iflas etti. 1980'lerde ABD hükümeti devlet müdahalesiyle kurtarmasaydı uluslararası araba şirketi Chrysler'de aynı kaderi paylaşacaktı. Hayatta kalan şirketlerin sağlığı, uluslararası düzeyde üretimlerini ve faaliyetlerini genişletmeye bağlı. 1980'lerin sonuna gelindiğinde şirketlerin uluslararası düzeyde diğer şirket ve devletlerle ortak araştırma ve ittifaklar kurmadığı tek bir sektör bile kalmadı. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar küresel üretim ve ticaret, Kuzey Batı Avrupa ve ABD gibi, eski merkez ülkeler tarafından belirleniyordu ve imalat sektörü bu sanayileşmiş çekirdek içinde yoğunlaşmış durumdaydı. Savaş öncesi toplam dünya imalat sektörü üretiminin %71'i sadece dört ülkeye yoğunlaşmıştı ve %90'ı sadece 11 ülkede gerçekleşmekteydi. Japonya dünya toplamının yalnızca %3,5'unu üretiyordu. Kapitalizmin doğasının 1940'lar sonrası radikal bir değişime uğradığı doğru. Japonya dünya ekonomisinde anahtar bir oyuncu haline geldi. Hizmet sektörü müthiş bir şekilde gelişti ve şimdi dünya ekonomisin çok önemli bir parçası. Ancak imalat ve hizmetlerin yoğunlaşmasına bir bakarsak halen bir kaç merkez bölgenin hegemonyasını görürüz. Dünya üretiminin büyük çoğunluğu halen göreli olarak az sayıda ülkede yoğunlaşmış durumda. 1990'ların sonuna kadar dünya imalatının yüzde 80'i Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya'da gerçekleşmekteydi. ABD, Japonya ve Almanya'dan oluşan 3 ülke, toplamın %60'ını oluşturuyordu. Hizmet sektöründeki uluslararası şirketler hâlâ kendi devletlerinde yoğunlaşmış durumdalar ve kârların büyük çoğunluğu buradan geliyor. Hesaplara göre, dünyadaki 45.000 uluslararası şirket sahibinin 37.000'i "kendi evi"nde üslenmiş durumda. Devlet, uluslararası şirketlerin gelecekleri üzerinde halen önemli bir rol oynuyor. En önemli ve kârlı endüstrilerden biri olan hava taşımacılığı dayandığı ve ortaya çıktığı devletle iç içe. Son on yılda şirketler kendi aralarında ne kadar ortak davranmaya çalışsalar da devlet ve şirketler arasındaki ilişki sanayiyi belirleyen asıl faktör ve devirler sırasında şirketler üzerinde sınırlılıklar yaratıyor. Devlet müdahalesini benzer şekilde yoğun olarak hükümet desteğine bağımlı olan savunma sanayisinde de görüyoruz. Çok açık ki hükümetler savaşları yürütürken aynı zamanda savunma iş çevrelerinin çıkarlarını korumaktalar. İngiltere'de silah sanayi ve hükümet ayrılmaz şekilde iç içedir. Benzer şekilde ABD'deki en büyük silah üreticisi Lockheed Martin ve Boeing, NATO genişleme sürecinin en güçlü destekleyicileridir. ABD'de basılan Multinational Monitor Dergisi, "NATO'nun genişlemesi ABD silah sektörüne gelecek on yıl içinde 35 milyar dolarlık toplam silah piyasası ve 8 milyardan 10 milyara kadar savaş uçakları satışı gibi çok büyük miktarlarda yeni kaynaklar yaratılmasını sağlayacak" diyor. Doğu ve merkez Avrupa, silah üreticilerine "parlak" noktalar olarak görünüyor. Devlet MüdahalesiUluslararası şirketlerle devletler arasındaki ilişki çok yönlü işlemektedir. Geçen yıl NATO'nun 50. yıl kutlamaları sırasında NATO zirvesinin ev sahipliği komitelerinde yönetimlerinden insan bulundurabilmek için bir düzine şirket 250 bin dolar katkı payı ödedi. Geçen yıl Seattle'da gerçekleşen Dünya Ticaret Örgütü zirvesinde uluslararası şirketler sponsorluk yapıyordu. Ford, General Motors, Boeing gibi şirketlerin herbiri Dünya Ticaret Örgütü açılış ve kapanış resepsiyonlarına konuk gönderebilmek için 250 bin dolar para ödediler. Daha da önemli olan, şirketler zor durumda kaldığında devletlerin oynadığı kurtarıcı roldür. İngiltere, Fransa ve İtalya'da 1980'lerde çelik şirketleri devletler tarafından kurtarıldılar. İsveç hükümeti 1993'te Volvo, Elektrolüks ve Ericsson'da büyük hisselere sahip olan iki büyük bankayı kurtardı. Japon hükümeti şirketler için büyük miktarlarda vergi indirimleri yaptı ve ekonomiyi canlandırmak için tüketiciye para vererek müdahale etti. Hükümetler, büyük şirketlerin gün be gün işleyişlerinde ve genel olarak sistemin işleyişinde halen çok önemli bir rol oynuyorlar. Bu durum uluslararası şirketlerin ihtiyaçları açısında büyük bir öneme sahip. Hiçbir kapitalist, dev şirketler arasındaki kuralsız, kıyasıya rekabet içinde kalmak istemez. Kapitalistlerin devlet desteğine, işgücüne, altyapıya, personele ve yardıma ihtiyaçları var. Bu nedenle sermayeler her zaman devlet desteğine başvuruyorlar. Halen üretimi, ticareti ve finans sermayeyi kontrol edenler ve sahibi olanlarla devleti yönetenler arasında güçlü bir çıkar ilişkisi var. Her ne kadar sistem her zaman uluslararası olmuş olsa da ve şirketler her zaman en kârlı devletleri bulmak için çaba sarf ediyor olsalar da bu durum onların yersiz yurtsuz oldukları ve her an o alanı terk edebilecekleri ya da her zaman emeğin ucuz olduğu yere gidecekleri anlamına gelmez. Halen, kendi sırtlarını dayayabilecekleri devletlerine kopmaz bir şekilde bağlılar. Uluslararası kapitalizmin etkisiyle devlet ve büyük işletmeler arasındaki ilişki bitmedi ya da sönümlenmedi, ancak başka bir düzeye yükseldi. Uluslararası şirketler devletlerle olan ilişkisini sonlandırmaktan ziyade ilişkide olduğu devletlerin sayısını arttırdı. Aslında bizler şirketler arası gerilimlerin arttığı ve bağlı oldukları devletlerin birbirlerine olan müdahalelerinin arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu durum sık sık ortaya çıkan hükümet politikaları ve anlaşmaları üzerine yaşanan tartışmalarda kendisini gösteriyor. (Son dönemde Avrupa Birliği projesi üzerine yaşanan tartışmalarda olduğu gibi) Bazen bu durum askeri çatışmalara kadar gidiyor (Balkan savaşı ve NATO'nun doğuya doğru genişleme ihtiyacında olduğu gibi.) Sermayenin yoğunlaşmasının tarihsel olarak en yüksek noktaya ulaştığı dönemde devletlerin askeri güçlerinin de en yüksek noktaya ulaşmış olması bir rastlantı değil. Marks'ın yönetici sınıf için kullandığı "düşman kardeşler" benzetmesi yazılmış olduğu 19. yüzyıla göre çok daha doğru görünüyor. Tam da bu nedenlerle uluslararası kapitalist sistem yirmi-otuz yıl öncesine göre bile daha istikrarsız durumda. Bu durum kendisini bir kaç şekilde ifade ediyor. Birincisi, şirketlerin ulaştığı boyut nedeniyle birisi batacak olursa bütün sistemi derin ve uzun dönemli bir krize sokabiliyor. Japon hükümetinin son on yıl içinde milyarlarca doları ekonomiye pompalamasının nedeni Mitsibushi gibi bir uluslararası şirketin batmasının Japon ekonomisi üzerinde yaratacağı korkunç sonuçlardı. İkincisi, sermayenin boyutları büyüdükçe rekabet de yoğunlaşıyor. ABD hükümetinin Microsoft imparatorluğunu bölmeye yönelik müdahalesi Microsoft monopolünün bilgisayar endüstrisinde diğer bilgisayar şirketlerinin gelişimi ve genişlemesi üzerinde yarattığı basınçtan kaynaklanıyor. Ancak ABD hükümetinin Microsoft'a karşı hareketi büyük sorunlar yaratıyor. Microsoft hisse senetlerinin mahkeme sırasında %45'ler oranında düşmesi gelecek yatırımları etkileyebiliyor ve Wall Street Journal'ın uyardığı gibi şu anda çok zayıf duran dot.com şirketlerinin iflasına neden olabiliyor. Son olarak da şirketlerin boyutları ve nüfuzu onlar için çalışanların gücünü çok ciddi arttırdı. Bunun bir nedeni uluslararası şirketlerin giderek artan rekabetçi bir piyasada kârlılığı arttırmak üzere uygulamaya sokmak durumunda kaldıkları üretim metotlarıdır. "Tam zamanında" üretim bir yandan sermayenin "boşta" kalmasını engelliyor, diğer yandan işçilerin gücünü çok daha arttırıyor. Bir işyerindeki grev kısa süre içinde tüm uluslararası operasyonu felç edebiliyor. 1998'de General Motors'un Flint ve Michigan'daki işlerini ABD ve Meksika'daki şubelere taşıma kararına karşı 9200 araba işçisi protesto amacıyla greve çıktığında, General Motors'un Kuzey Amerika'daki 29 fabrikasından 27'si durdu. General Motors 192 bin işçisini mecburi olarak işsiz bıraktı. 9200 işçi grev sonunda kayıp üretim nedeniyle şirkete iki milyar dolara mal olmuştu ve GM yöneticileri bir dizi talebi karşılamak üzere geri adım atmak zorunda kaldı. Aynı gücü bu yılın başındaki Boeing beyaz yakalı ve teknik üretim işçileri grevinde çok net gördük. Rakip uçak üreticileri arasındaki rekabet o kadar yoğun ve üretim programı o kadar sıkı ki altı haftalık grev Boeing'in on beş uçak üretimi için son tarihi kaçırmasına ve şirketin milyonlarca dolarla birlikte olası siparişleri kaybetmesine yol açtı. Patronların bu işçilerin taleplerinin neredeyse tamamını kısa zaman içinde kabul etmesi şaşırtıcı değil. İşçilerin uluslararası gücü uluslararası üretim sistemiyle iç içe geçmiş halde. Hindistan'da ocak ayında greve çıkan 125 bin liman işçisi Bombay ve Kalküta'daki büyük limanları durdurdu. Ordu ve donanma müdahale etmek zorunda kaldı. Güneydoğu Asya'nın en önemli ticaret yolu altüst oldu, çok sayıda gemi boşta kalarak ürünleri denize dökmek zorunda kaldı. İşte bu güç uluslararası sermayenin bastıramayacağı bir güç ve yeni pazarlara doğru ne kadar genişlerse o kadar kendisine problem yaratıyor. Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne katılması kararı ABD uluslararası şirketlerine o büyük Çin pazarına daha fazla girme olanağı veriyor. Ancak Dünya Bankası hesaplarına göre Çin sanayi işçisinin %35'i uluslararası şirketlerle rekabet edemez durumdaki sanayilerde çalışıyor ve şimdi işten atılma tehdidiyle karşı karşıyalar. Politik ve sosyal rahatsızlıklar kaçınılmaz. Dünya işçi sınıfı tarihte hiç olmadığı kadar büyük ve güçlü. Uluslararası şirketler dünya ölçeğinde büyüyüp genişledikçe ortak çıkarları giderek artan bir dünya işçi sınıfı yaratıyorlar. Örgütlenme düzeyi de daha önce görülmediği kadar yüksek. Şimdi neredeyse her ülkede, neredeyse her üretim sektöründe çok güçlü sendikalar var. Nihai olarak bu güç uluslararası şirketlerin gücünü durdurabilecek olan tek güçtür. Uluslararası şirketlerin kârlarını üretenler greve çıktığında sadece büyük bir şirkete zarar vermekle kalmayacak bütün bir dünya sistemini krize sokacaklardır. Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 18; Temmuz 2000
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||