Güncelleme:
14.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Kemalizm, TKP ve Komintern

Anadolu'da devrim rüzgarı

1917 Ekimi'nde Rusya'da Bolşevik Partisi liderliğinde yaşanan işçi devriminin dünyaya etkileri öylesine büyüktü ki, dünyanın dört bir yanındaki işçilere, ezilenlere umut ve ilham kaynağı oldu. Birinci Dünya Savaşı'nın bütün ağırlığıyla sürdüğü bir dönemde gerçekleşen işçi devriminin umut rüzgarı Osmanlı topraklarını da sarstı. Yıllardır savaş halinde oldukları Rusya’da işçiler iktidara gelmiş ve savaştan çekilip kardeşlik mesajları yollamaya başlamışlardı.

Savaş sonrası emperyalistlerce işgal edilmiş olan Anadolu'yu saran devrimci rüzgarlar çok geçmeden komünist örgütlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Toplumun genelindeki coşku öylesine büyüktü ki okullarda "Anadolu Şuralar Hükümeti var olsun" diyen marşlar öğretiliyordu. Bir çok askeri birlikte sovyet usulüne benzer şekilde rütbeler omuzlardan indirilip bileklere takılmaya, subaylarla erler aynı yemekten yemeye başlamıştı.

TKP'nin kuruluşu

TKP, bir yanda Sovyet Devrimi ve III Enternasyonal'in (Komintern) yarattığı devrimci hava, diğer yanda Anadolu'daki emperyalist işgale karşı bir çok bölgede başlayan mücadele ortamında doğdu.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) asıl olarak üç ayrı grubun birleşmesiyle oluştu. Bu gruplardan biri eski bir ittihatçı olan ve sürgündeyken kaçtığı Rusya'da Bolşeviklerle tanışıp komünist olan Mustafa Suphi'nin liderliğindeki örgütlenmeydi. Ekim Devrimi içinde yetişen Suphi'nin liderliğindeki bu örgütü oluşturanların çoğu savaş sırasında Rusya'da esir düşen ya da o bölgede sürgünde olan Türklerdi. Gruplardan ikincisi, 1918 sonrası Avrupa'dan, özellikle de Almanya'dan dönmüş aydın ve gençlerin İstanbul'daki küçük komünist çevrelerin oluşturduğu Şefik Hüsnü liderliğindeki Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'ydı. Avrupa'dan gelenlerin bir çoğu 1918 Alman Devrimi'ni yaşamış, grevlerin ve çatışmaların bir parçası olmuş kişilerdi. Kimisi ise Macaristan devriminde mücadelede etmiş kişilerdi. Üçüncü grup ise Anadolu (ya da Ankara) TKP'si olarak bilinen örgüttü. Bu gruptakiler Anadolu illerinden gelen ve ilk TBMM'de kendilerini komünist olarak tanımlayan, Ekim Devrimi'nden etkilenen kişilerden oluşuyordu. Bu üç grup10 Eylül 1920 de Komintern hakemliğinde birleşti. 15'ten fazla örgütün ve 74 delegenin katılımıyla ilk kongresini yapan TKP'nin başkanlığına Mustafa Suphi seçildi. TKP, mücadelesini ulusal kurtuluş hareketiyle sınırlamıyor, hedefini sosyalizm olarak belirliyordu. Kongrede alınan bir karar şöyleydi:

"Emperyalizme karşı milli kurtuluş hareketinin derinleşmesine yardımcı olmak, bununla birlikte işçi sınıfının gerçek ve son amacı olan emekçilerin egemenliğini kurmak için, gereken durumu, koşulları, zemini hazırlamaya çalışmak."

Kemalizm ve komünistler

Kongre, Anadolu'ya geçme, ulusal mücadeleye katılıp örgütlenme çalışmaları yapmak ve Mustafa Kemal'le ilişkiye geçmek için örgüt merkezini Anadolu'ya taşıma kararı aldı. O dönemde emperyalist güçlere karşı Sovyetler Birliği'nin yardımını alan Kemalistler kendi denetimleri dışında bir komünist örgütlenmeden rahatsız oldular. Mustafa Kemal, hem Anadolu'daki komünist hareketi kontrol altında tutmak, hem de Sovyetler Birliği yardımlarının devam etmesini sağlamak istiyordu. (Bolşevikler, Anadolu'da emperyalist güçlere karşı girişilen mücadeleyi çeşitli koşullarla destekliyorlardı. Bu koşulların birisi, komünistlere örgütlenme özgürlüğü tanınmasıydı.) Mustafa Kemal, bu nedenle Hakkı Behiç, Yunus Nadi gibi isimlere paravan bir TKP kurdurdu. (Paravan olarak kurulan bu TKP bile birkaç yıl sonra devletin saldırısına uğradı.) Anti-emperyalist savaştaki lider konumlarını kaybetmek istemeyen Kemalistler en önemli rakiplerine karşı acımasızca saldırdılar. Çerkez Ethem'in Yeşil Ordusu'na saldırıldığı dönemde komünistlere de saldırılar başladı. Mustafa Suphi ve kalabalık bir grup komünist, Ankara Hükümeti'nin onayı ve bilgisiyle, Bakü'den Anadolu'ya geçmek için yola çıktılar. Ancak Mustafa Suphi ve TKP Merkez Komitesi'nin diğer 14 üyesi, Mustafa Kemal'in emriyle, 29 Ocak 1921'de oyuna getirilerek öldürüldüler.

Kemalizm tartışılıyor

1920 Eylülü'nde birleşen İstanbul ve Anadolu'daki komünist örgütler TKP içinde olsalar da farklılıklarını korumaktaydılar. Bu örgütler gerçekte 1925'e kadar birleşemediler. 1922'de Anadolu TKP'si yasal bir parti kurdu: Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF). Partinin Ankara'da düzenlediği kongreye Şefik Hüsnü liderliğindeki İstanbul TKP'si de çağrıldı. Fakat İstanbullu komünistler kurtuluş savaşı ve Kemalizm konularında Ankara TKP'den farklı bir tutum aldıkları için bu kongreye gelmediler.

İstanbullu komünistler Ankara TKP'yi "ulusal kurtuluş hareketine karşı aşırı sol tavır almak" ve "TKP'den bağımsız hareket etmekle" eleştiriyorlardı. Kurulan yasal parti bir ay bile geçmeden kapatıldı. 200 kişiye yakın partili tutuklandı. İstanbul TKP ise Komintern kararlarına uygun olarak Kemalist harekete tam destek vermekteydi.

TKP Kemalizmin sola karşı saldırısını sert bir şekilde eleştirmesine rağmen Komintern'in çizgisine uygun olarak "emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketi"ni her şeye rağmen destekledi. Komintern kararlarıyla hareket eden TKP uzunca bir dönem daha, onca ihanetine karşın Kemalistleri desteklemeye devam etti. Mustafa Kemal'in 1929'da, "komünistlere savaş açtığını" söylediği meşhur Eskişehir konuşmasına değin TKP daha çok "Kemalizmin ileri yönlerini" vurgulamaktaydı. 1929'dan sonra, Mustafa Kemal'i "Türk burjuvazisinin reisi" ve "işçi sınıfının en büyük düşmanı" olarak gören TKP, Komintern'in "halk cephesi" politikalarını benimsediği 1935'den sonra, "faşizme karşı" Kemalist devleti desteklemeye başladı.

Yeni TKP

1925'de Dr. Şefik Hüsnü'nün İstanbul'daki evinde toplanan TKP III. Kongresi'nde başka gruplar da TKP'ye katıldılar. Ankara'daki THİF, Aydınlık ve Almanya'da çıkan Kurtuluş Dergisi çevreleri, Rum Deniz Emekçileri Birliği, Ermeni Hıçak Partisi taraftarları Bakü'deki ilk kongresiyle oluşan TKP içinde birleştiler. Dr. Şefik Hüsnü, "işçilerden çok aydınlara yönelik tavrından dolayı" eleştirildikten sonra TKP Genel Sekreteri olarak Komintern'e yollandı.

İşçi sınıfı ve savaş

İstanbul ve Anadolu'daki işçi sınıfı, işgal yılları boyunca anti-emperyalist mücadelenin bir parçası oldu. İşçiler, direniş çetelerine katıldılar, İstanbul'dan Anadolu'ya cephane kaçırdılar. İşgal altındaki İstanbul'da tersane, tramvay işçileri hem kendi çıkarlarını savunmak hem de emperyalist işgalcilere karşı direnişe destek için grevlere gittiler. 1919 yılının Kasım ayında yapılan matbaa, inşaat, liman ve marangoz işçilerinin meslek birlikleri kongrelerinde "bütün ülkelerinin işçileri birleşiniz", "yaşasın bütün işçilerin kapitalizme karşı birlikleri" şiarları benimsendi.

Ancak, bütün işçi örgütlerini ulusal düzeyde birleştirme ve uluslararası işçi birlikleriyle bağlantıya geçme çabaları Kemalist kadrolar tarafından engellendi. Çok çeşitli etnik ve dinsel farklılıkları olan işçileri birleştirebilecek güçlü bir sosyalist liderliğin yokluğu nedeniyle, sayısal olarak çok küçük olan işçi sınıfı emperyalizme karşı savaşta liderlik yapamadı.

Savaş bitip Kemalistlerin iktidarlarını sağlamlaştırmaya başladığı yıllarda komünistlere ve işçi örgütlülüklerine yönelik saldırılar da artmıştı. 23 Nisan 1923'de Cumhuriyet'in ilanıyla beraber milliyetçi ve anti-komünist propaganda hız kazandı. Fabrikalarda çalışan gayri-Müslim işçilere yönelik saldırılar gerçekleşmeye başladı. Ekim Devrimi'yle oluşan devrimci rüzgarlar da kesilmeye başlamıştı. Macaristan ve Almanya'daki devrimci kalkışmalar yenilmişti. Sovyetler'deki devrim yayılamayarak tek ülkeye sıkışmıştı. Dünyanın her yerindeki işçi hareketleri ve komünistler geri çekiliyordu. Bu durum Türkiye'deki işçi sınıfını da etkiledi.

İşçi sınıfı büyüyor

Yeni Türk devletinin amacı ulusal burjuvaziyi geliştirmekti. Kapitalistleşme sürecini hızlandıran ekonomik-sosyal politikalar, işçi sınıfının gerek sayısal gerekse niteliksel olarak büyük değişimlere uğramasına neden oldu. İstanbul, Ankara, Bursa, Adana, Eskişehir, Kayseri, Nazilli işçilerin yoğun olarak yaşadığı işçi merkezleri haline geldi. Resmi rakamlara göre 1927 yılında toplam 65.245 kuruluşta 256 bin işçi çalışmaktaydı. Ancak bunların 50 bin kadarı en çok 4 kişi çalıştıran küçük işletmelerdi. Büyük fabrikalar toplam kuruluşların yüzde 2'sini oluşturuyordu.

1924-27 yılları arasında bir çok sanayi merkezlerinde grevler yaşandı. 1923 yılının sonlarında başlayan grev dalgası bütün sanayi merkezlerine yayıldı. Grevlere toplam 32 bin işçi katıldı. İşçiler iyi ücretler dışında sendika ve sosyal haklar için de grevlere çıkmaya başladılar. Maden işletmelerindeki işçiler mücadeleleri sonucu 1927'de 8 saatlik çalışma hakkını kazandılar.

1929-33 yılları arasında kapitalist dünya ünlü 1929 ekonomik krizini yaşıyordu. Bu kriz Türkiye işçi sınıfını da yoksulaştırıp, işsiz bırakmaya başlayınca bir çok yerde grevler patlak verdi. Grevlerin yayılmasından korkan hükümet, 1933'de grevleri yasakladı. Ancak gerilimi azaltmak için de 1936'da 8 saatlik işgünü öngören bir kanunu benimsedi. Kanun, işverenin lokavtına açık kapı bırakırken grevi kesin olarak yasaklıyor, greve katılan işçilere hapis cezası öngörüyordu. Bu kanunun getirdiği çeşitli iyileşmeler ise bütün işçileri kapsamıyordu. O dönemde toplam 400 bin kadar işçinin ancak 180 bini bu iyileştirmelerden yararlanabilecekti.

Kemalistler sertleşiyor

Devlet yönetimini elinde bulunduran Kemalist kadroların en önemli hedefi "muasır medeniyetler düzeyine ulaşmak"tı. Bunun da tek yolu hızlı sermaye birikimiydi. Bu alanda Stalin'in SSCB'si çok başarılıydı. Hitler'in Almanyası ise sahip olduğu güçle Türk yöneticilerin gözlerini kamaştırıyordu. Her iki sistem de ekonomide yüksek oranlı bir planlama ve çelikten bir iş disiplini üzerinde yükseliyordu. İşçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü, grev hakkı, toplusözleşme hakkı, düşünce özgürlüğü yoktu. Köle emeği kullanılan zorunlu çalışma kampları yaygındı. Her iki ülkedeki işçi sınıfları da gerektiğinde zora başvurularak "büyük bir amaç için" çalıştırılıyordu. Birinde "üstün Alman ırkının hak ettiği güce ulaşması", diğerinde "sosyalist anavatanın korunması" düşüncesi hakimdi. Diğer her şey bu amaca endeksliydi. Hedefe giden yolda hiçbir sapmaya yer yoktu. Yönetim çok sert ve net olmalıydı. Tek parti, tek ses, tek yumruk, tek lider olmalıydı. Almanya'nın güçlü ve tartışılmaz lideri Hitler, SSCB'ninki ise Stalin'di. (Stalin dönemi SSCB'si ile Hitler Almanya'sı arasındaki bu benzerlikler bürokratik devlet kapitalisti bir ülke olan SSCB'nin faşist bir diktatörlük tarafından yönetildiği anlamına gelmez.)

Türk yönetici sınıfı bu "başarılı" örnekleri izlemekte gecikmedi. Kürt ayaklanmalarını bastırırken çıkartılan Takrir-i Sükun Yasası kalıcılaştı. İstiklal Mahkemeleri tekrar kuruldu. Toplumdaki her farklı ses şiddetle bastırıldı. CHP tek parti, Atatürk (ve sonraları İnönü) tek liderdi. CHP il başkanları aynı zamanda o ilin valisiydiler. Zorunlu çalışma kamplarının adı "imece" idi. Köylüler bu kamplarda zorunlu olarak çalışmaya tâbi tutuldular.

Faşist İtalya yönetiminin hazırladığı ceza yasası 1930'da aynen alınarak uygulamaya sokuldu. Sınıf mücadelesini ve komünizmi suç sayan meşhur 141 ve 142'inci maddeler de böylece yürürlüğe girdi.

Kürt ayaklanmaları şiddetle bastırılırken milliyetçilik hızla yükseltildi. Sermayenin ulusallaştırılması için Hitler'in Yahudilere yönelik tutumu örnek alınmaya başlandı. Gayri-Müslimlere yönelik saldırılar yoğunlaştı. Hükümet, 1932'de aldığı bir kararla emek yoğunluğu gerektiren işlerde gayri-Müslimlerin çalıştırılmasını yasakladı. Binlerce gayri-Müslim işçi işsiz kaldı. 32 bin Rum işçi Türkiye'yi terk etmek zorunda bırakıldı.

Bu politikalarla amaçlanan, ulusal burjuvazinin sermaye biriktirmesini hızlandırmak, yeni bir sınıf yaratmaktı. Gayri-Müslimlere yönelik saldırılar bir yandan yeni gelişen Türk burjuvazisine ucuz sermaye aktarımı sağladı, öte yandan ucuz iş gücü yarattı.

Ekonomide planlama 1934'deki Birinci Beş Yıllık Sanayi Programı ile yürürlüğe girdi. Bu politikalar sonucu sermaye birikimi ve işçi sınıfının sayısı hızla arttı. 1937 yılında bütün sanayi kuruluşlarında çalışan işçi sayısı 600 binlere çıkmıştı (Bu rakama tarım işçileri dahil değildir.)

TKP ve işçi sınıfı

TKP 1923 Kasımı'nda İstanbul'da 250 delegeyle bir işçi kongresi gerçekleştirdi. 1919'dan beri yürütülen faaliyetler sonucunda düzenlenen bu kongrenin 44 bin işçiyi temsil ettiği söyleniyordu: İstanbul 19 bin, Zonguldak kömür havzası 15 bin, Balya-Karaaydın kurşun madeni işçileri 10 bin. Devletin saldırıları ve tutuklamalar sonucu 1923'lerin sonlarında TKP bu gücünü kaybetti.

1924 Anayasası işçilere örgütlenme hakkı tanıdı. TKP'liler o dönemlerde İstanbul'daki işçi derneklerini toparlayıp Türkiye Teali Cemiyeti adıyla bir konfederasyon kurdular. Fakat 1925 Mayısı'nda cemiyet kapatıldı ve yöneticileri tutuklandı.

1925'de yaşanan Şeyh Sait ayaklanması sırasında Kemalistleri destekleyen TKP, devletin katliamına alkış tuttu. İsyan sonrası Kürt hareketini katliam ve sürgünlerle ezmiş olan devlet, bu dönemde çıkartılan Takrir-i Sükun Yasası'nı sola karşı da kullandı ve tutuklamalar başladı. Partinin yayın organı "Orak-Çekiç ve Aydınlık" kapatıldı. TKP yer altına çekildi.

TKP bir yıl sonra 1 Mayıs 1928'de dağıttığı bildiride şu talepleri dile getiriyordu:

"Vergi adaleti sağlansın, toprak reformu yapılsın, 1 Mayıs tanınsın, sendikal örgütlenme, grev yapma, uluslararası ilişkiler kurma ve yayın yapma hak ve özgürlükleri sağlansın, tek dereceli seçim sistemi ve genel oy hakkı getirilsin."

TKP ve Komintern

Kuruluşundan itibaren dünya partisi Komintern'in bir parçası olan TKP, 1935'e kadar Komintern'in "sınıfa karşı sınıf" şiarı ve "sosyalizm" hedefiyle faaliyet yaptı.

Komintern, 1926'da, TKP'ye Bolşevik kitle partisi olması için öğütler veriyordu: "Yasal, gizli yayın çıkartın, yasal koşullara uyun ama partinin temel taktik ve sloganlarından vazgeçmeyin." Oysa TKP'nin işçi sınıfıyla bağı 1927'de neredeyse sıfır noktasına inmişti. TKP yöneticileri tütün işçilerinin grevi patlak verdiğinde grevi gazetelerden öğrendi. Bir gün sonra grevci işçi sayısı 2000'e ulaşmıştı. Ancak TKP greve müdahale etmedi. TKP yöneticileri bu eylemsizliği, "en küçük bir ilgi göstersek bir sürü adamımız içeri tıkılırdı" diye açıklıyorlardı.

Komintern'in 1928'deki 6. Kongresi'nde sömürge konusu tartışılırken Türk delege Ali Cevdet (Fahri), "Türkiye'nin feodalizm öncesi koşulların egemen olduğu ilkel bir ülke olarak tanımlanmasına ve Mustafa Kemal'in emperyalizme karşı mücadelesinin ilerici sayılmasına" şiddetle itiraz etti. Türkiye'nin 70-80 yıldır sanayileşmekte olduğunu, ülkede 600 bin sanayi işçisi bulunduğunu söyleyen Fahri, "Kemalizmin karşı-devrimci ilan edilmesini" istedi. Fahri'nin konuşmasına cevap bile verilmedi ve kongre tezlerinde Türkiye sorunu yer almadı.

Komintern'in zig-zagları

1927-28 yılları Sovyetler Birliği'nde karşı devrimin gerçekleştiği, 5 yıllık planlar arcılığıyla sermaye birikimi sürecinde çok keskin bir dönüş yaşandığı yıllardır. Stalin'in iktidarı artık tartışılmaz biçimde sağlamdır.

Komintern'in 1928'deki 6. Kongresi'nde aşırı sol politikalar benimsenmiş, sosyal demokratlar "faşist" olarak ilan edilmişti. Bu yaklaşım Alman Komünist Partisi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi işçilerin faşizme karşı birlikte mücadele etme olanaklarını yok ederek Hitler'in iktidara yürümesinin önünü açtı. Faşizmin yükselişini gören Troçki bu dönemde faşizmi durdurmanın işçi hareketi açısından hayati bir önemi olduğunu anlatmak için çırpındı. Faşizmi durdurmak için komünistlerin sosyal demokrat işçileri faşizme karşı mücadeleye kazanmasının tek yol olduğunu, bunun için sosyal demokrasiyi faşist olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini anlatıyordu sürekli olarak.

Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesinden sonra Komintern yeniden toplandı ve politikalarında bir U dönüşü yaptı. Komintern, 1935'deki 7. ve son kongresinde, bütün dünyadaki komünist partilerin faşizme karşı kendi burjuva hükümetlerini desteklemesi gerektiği kararını aldı. Amaç "sosyalist ana vatanı" korumaktı. Bu politikalar nedeniyle İspanya'daki komünist hareket iç savaş sırasında yarı yolda bırakılarak İspanya Devrimi yenilgiye uğratıldı. Fransa'da Nazi iktidarının yolu açıldı.

Dimitrov'un "faşizme karşı halk cephesi" teorisiyle formüle edilen bu yaklaşım Stalin'in Komintern'i tarafından dünyadaki bütün komünistlere benimsetildi. Troçki bu yaklaşımı, "kendi önüne kapitalist rejimi kurtarma görevi koyan halk cephesi, kendisini askeri yenilgiye mahkum etti. Stalin, Bolşevizmi baş aşağı ederek, devrimin mezar kazıcısı olma rolünü tam olarak başardı" diyerek eleştiriyordu. Troçki'nin önerisi faşizme karşı birleşik işçi cephesi kurulmasıydı.

TKP'nin "halk" cephesi

TKP de Komintern kararları doğrultusunda CHP içerisinde çalışma ve parti içindeki Nazi karşıtı grupların devlet yönetiminde üstünlük kurmasına yardımcı olma kararı aldı. TKP, tek parti diktatörlüğünün azgınca uygulandığı Türkiye'de, "hükümetin sosyal mücadelelerle yıpratılmaması" görüşündeydi. Partinin illegal teşkilatları kaldırılarak üyeler, legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirildi.

TKP, 1936'nın Kasım ayında, Komintern'in "desantralizasyon" kararıyla faaliyetlerini süresiz olarak durdurdu ve "sınıfa karşı sınıf savaşı" ilkesini bırakarak faşist tehlikeye karşı Kemalist diktatörlüğü desteklemeye başladı. Artık TKP'nin görevi Bolşevik bir parti inşası ve işçi iktidarı için mücadele değil, Almanya'nın SSCB'ye karşı girişeceği savaşta Türkiye'nin Almanya'yla ittifakını engellemekti. Komintern, bu dönemde TKP'yi "Kemalistlerin kıymetini bilmemekle" eleştirdi. Aynı yıllarda Rusya da Türk devletiyle bir dizi anlaşma yapmaktaydı.

Nazım Hikmet muhalefeti

Stalinizmin "tek ülkede sosyalizm" ve "sosyalist anavatan SSCB'nin devamının önemi" yaklaşımı 1927-28 karşı devrimiyle birlikte dünyadaki komünist hareketlere daha da ağır zararlar vermeye başladı. Stalin, dünyadaki ilk işçi devletini kurmayı başaran Lenin'in ve Bolşeviklerin mirasını Sovyet yönetici sınıfının çıkarı için kullanıyordu. Komünist partiler, Ekim Devrimi'ni gerçekleştirip başarıya ulaşmış işçi sınıfının taktik ve stratejilerine sahip Sovyetlere olan güvenle hareket ediyorlardı. Hemen hemen bütün komünistler devrimlerin satılmasına ve sınıf politikalarından vazgeçilmesine haklı bir gerekçe buluyorlardı. "Sosyalist anavatan SSCB"nin çıkarları işçi sınıfının çıkarlarının önüne geçmişti. Dünyanın her yerindeki komünist partiler SSCB'nin (ve dolayısıyla SSCB'deki bürokrat yönetici sınıfın) büyükelçilikleri haline getirildi. Oysa SSCB'de Ekim Devrimi'nin bütün kazanımlarını yok edilmiş, bürokratik devlet kapitalisti bir rejim kurulmuştu.

TKP üyeleri arasında 1934'de partiye karşı eleştiriler yoğunlaştı. TKP'nin Türkiye'de yaşananlara karşı tutumsuz kalmasını, mücadeleden uzaklaşmasını, uluslararası işçi mücadeleleriyle dayanışmanın eksikliğini, örgütlülüğün zayıflamasını eleştirenler Sovyetler'de yaşanan sürece de itiraz ediyorlardı. Komintern'e, SSCB'nin politikalarına ve SSCB'de bulunan TKP Merkez Komitesi'ne muhalefet edenler, acilen yeni bir kongre yapılmasını istediler. Komintern, partiyi yeniden yapılandırmak isteyen muhalefetin isteklerini geri çevirdi. Muhaliflere karşı Komintern'in de desteklediği bir saldırı başlatıldı. Nazım Hikmet, Zeki Baştımar gibi partinin önemli isimlerinin bulunduğu 45 kişi "polis ajanı", "karşı-devrimci" ve "Troçkist" olmakla suçlanarak partiden atıldı. 65 kişilik bir "kara liste" hazırlandı.

Aynı yıllarda SSCB'de de "Moskova Yargılamaları" yapılmakta, başta eski Bolşevikler olmak üzere Stalin'e muhalefet eden herkes benzer suçlamalarla tasfiye edilmekteydi. Muhaliflerin kimi idam edildi, kimisi çalışma kamplarına yollandı, kimi de SSCB dışına atıldı.

Güven adlı romanında Vedat Türkali bu dönemi şöyle aktarıyor: "1936'dan sonra bir sürü tatsız iş var. Tufan... hain deyip öldürdüler yukarıda (SSCB'de). 36 mahkemeleri başladı Moskova'da. Nazım'ı çağırdılar. İyi ki gitmedi, onu da öldürürlerdi. Baytar Cevdet'i de öldürdüler, Troçkist diye. Gereta'yı (Reşat Fuat'ın karısı) öldürdüler Troçkist diye. Komintern'den bir sürü adam gitti."

TKP ve Kürt hareketleri

TKP işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini bir tarafa bırakıp Komintern kararları gereği "sosyalist anavatanın korunması" için egemen sınıfın Nazi karşıtı olan kesiminin peşine takılmıştı. TKP faşistlerin giderek güçlendiği, egemen sınıfın Kürt halkı üzerinde yoğun katliam ve asimilasyon politikalarını uyguladığı bir dönemde "halk cephesi" taktiğinin gereği olarak sessiz kalıyordu.

Kemalist yönetici kadronun 1920 Koçkiri, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı isyanlarını bastırmak için giriştiği katliamlar Kürt sorununu çözmemişti. Hükümet Dersim'de çıkan isyanı bastırmak için 1936-38 yılları arasında yeni bir katliam gerçekleştirdi. Dersim'de nüfusun üçte ikisi öldürüldü, on binlerce insan sürgün edildi.

Lafta, "ulusların kendi kaderini tayin hakkını" savunan Komintern ve TKP liderliği isyanları "feodal unsurların gerici ayaklanması" olarak tanımlayarak burjuva devleti destekledi. Kürt halkının kurtuluşunun burjuva devrimin tamamlanmasından sonra yapılacak bir sosyalist devrimle mümkün olduğunu savundu. Stalinizmin SSCB'deki ulusal sorunlar karşısındaki tutumu böylece TKP'de yansımasını bulmuş oldu. Stalinizmin TKP aracılığıyla Türkiye soluna bıraktığı miraslardan biri olan bu yaklaşım halen etkisini sürdürmektedir.

1930'larla birlikte yükselen milliyetçi ve ırkçı politikalar diğer azınlıklara yönelik saldırıların yoğunlaşmasına da neden oldu. 1934'de Trakya'da Turancıların kışkırtmasıyla 15 bin Yahudi'nin evi ve işyeri tahrip edildi. 1938'de başlatılan "Vatandaş Türkçe konuş" kampanyaları azınlıklara yönelik saldırılara bir yenisini ekledi.

II. Dünya Savaşı yılları

Dünya faşist Almanya'nın saldırganlığı ve katliamlarıyla sarsılıyordu. Naziler 6 milyon Yahudi'yi öldürmüş, milyonların öldüğü savaşlar başlatmıştı. Bu yıllarda Türkiye'de yoğun bir yoksullaşma ve işsizlik yaşanmaya başladı. Ekmek karneyle dağıtılıyor, çalışan herkes ağır vergiler ödemek zorunda bırakılıyordu. Dış ticaret durdu, sanayi üretimi azaldı. İstifçilik, karaborsacılık, tefecilik yoluyla büyük kârlar sağlayan savaş burjuvazisi ortaya çıktı. Oluşan bu yeni zenginler ekonomik bir güç kazanmanın yanında devlet yönetiminde de söz sahibi olmaya başladılar.

Nazi Almanya'sının güçlü olduğu dönemde CHP de Almanya'dakilere benzer politikalar uygulamaya ve faşist Almanya'yla ilişkilerini güçlendirmeye başladı. 1942'de Başbakanlığa getirilen Şükrü Saracoğlu'nun ilk icraatı Varlık Vergisi aracılığıyla Türkiye'de yaşayan azınlıklara ödeyemeyecekleri vergiler yüklemek oldu. Vergilerini ödeyemeyenler Erzurum Aşkale'deki toplama kampına yollandı.

TKP bu gelişmeler karşısında yeni bir değerlendirme yaparak Kemalistleri destekleme koşullarının artık olmadığı kararına vardı. 1943 Haziranı'nda Şefik Hüsnü'nün kaleme aldığı "1943 Platformu" diye bilinen bir bildiriyle durum değerlendirildi ve görevler saptandı. O günlerde toplanan parti merkezi de bu platformu kabul etti. Platform, partilileri ve toplumdaki bütün ilerici yurtsever güçleri görev başına çağırarak faşizme ve vurgunculuğa karşı mücadeleyi yükseltmek için safları sıklaştırmaya çağırdı.

TKP faaliyetini yasadışı olarak sürdürüyordu ve 1944 kışında yeniden operasyona uğradı.

Savaş sonrası

Almanya yenilmiş, dünyada yeni rüzgarlar esmeye başlamıştı. Rusya diğer emperyalist devletlerle Avrupa'nın paylaşımına katıldı. Türkiye'de Saracoğlu iktidardan alındı, yerine Recep Peker hükümeti kuruldu. Turancılar devlet tarafından önemli ölçüde tasfiye edildi. Kısa da olsa bir özgürleşme dönemi yaşandı. TKP bu havadan yararlanmak için 1946'da yasal bir parti kurdu: Türkiye Emekçi ve Köylü Partisi. Ancak 6 ay açık kalabilen parti bu süre içinde mesleki örgütlenme alanında önemli faaliyetler gerçekleştirdi. Ne var ki kadrolar tutuklanarak parti kapatıldı.

Son söz

17 Ekim Devrimi'nin yarattığı devrimci rüzgarlar bütün dünyayı sarsmıştı. Bu dönemde Türkiye'de de güçlenen komünist hareket ne yazık ki işçi sınıfının yeterli büyüklükte olmaması ve Kemalist kadrolar konusundaki yanılsamalar nedeniyle toplumda önemli bir rol oynayamadı.

Bir ulus devlet, ulusal sanayi, ulusal burjuvazi yaratmak isteyen Kemalist yönetici sınıf için temel hedef hızlı sermaye birikimi sağlamaktı. Bu hedefin önüne çıkabilecek her türlü engeli, kendi iktidarlarını sorgulayan her muhalefeti şiddetle bastırdılar. Hızlı sanayileşmeyle birlikte büyüyen işçi sınıfı da bu baskılardan payına düşeni her zaman fazlasıyla aldı.

Komünistlerin bu dönemde işçi sınıfı içinde ciddi bir örgütlülüğe ulaşamamalarının dört ana nedeni vardı: 1) Cılız bir sınıfsal temele sahip olan Kemalist kadrolar, iktidarlarını koruyabilmek için her türlü farklı fikri azgınca bastırmak zorundaydılar. O dönemde dünyanın her yerinde büyük bir prestije sahip olan komünistlere yönelik baskılar çok yoğundu. 2) Komünist hareketin Ekim Devrimi'ni yaşayan ve buradan aldıkları derslerle hareket eden liderliği (Mustafa Suphi ve arkadaşları) Ankara Hükümeti'nce ortadan kaldırılmıştı. Zaten çok cılız ve deneyimsiz olan işçi sınıfı yeni bir komünist liderlik yaratırken (Almanya başta olmak üzere dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi) Komintern'e göbekten bağlıydı. Komintern ise Stalinizmin "tek ülkede sosyalizm", "halk cephesi", "aşamalı devrim" gibi taktikleriyle komünist harekete ihanet içindeydi. Bu nedenle Türkiye'deki komünistler de, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarının değil, Sovyetler’de iktidarı ele geçirmiş yönetici sınıfın sözcüsü durumuna düştüler. 3) Komünistler, emperyalizme karşı destekledikleri Kemalistlerle olan ilişkilerinde (çoğu zaman Komintern'in direktifleri nedeniyle) sık sık ciddi hatalar yaptılar. Başta Kürt sorunu olmak üzere ezilenlerin kürsüsü olamadılar. Bir ulusun başkaldırısını "gericilik" olarak tanımlayarak devletin katliamlarını desteklediler. Nazilere karşı "halk cephesi" politikalarıyla Türk yönetici sınıfıyla işbirliği içine girdiler. 4) TKP içinde farklı fikirler ileri süren herkes (örnek alınan SBKP'de olduğu gibi) "karşı-devrimci, polis ajan, troçkist" olarak suçlanarak dışlandı ve hataların düzeltilmesi olanağı da ortadan kaldırıldı.

Stalinizmin batağındaki TKP, bu yıllarda bir şeyler yapmak isteyen devrimcilerin gidebileceği tek adresti. Ancak TKP'nin teorik-politik çizgisi bu enerjinin boşa gitmesine neden oldu. Tek tek bireylerin kahramanlıkları, cesaretleri, kararlılıkları bize ilham kaynağı, TKP ve onun Stalinist çizgisi ise ders olmalı.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 17; Haziran 2000


'Antikapitalist nedir' sayfasına dön
sayfa başına dön