Güncelleme: 12.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Kadın Sorununa İlişkin Bazı Soru ve YanıtlarKADINLAR EZİLİYOR MU?Kadınlar yaşamlarının her alanında sadece kadın oldukları için ciddi bir ayrımcılık ve aşağılanmayla karşı karşıyalar. Türkiye’de yasalara göre ailenin “reisi” hâlâ erkektir. Son yapılan nüfus sayımında kadınlar bir kez daha ikinci sınıf insan yerine koyuldular. Soruları yanıtlaması için öncelikle ailenin “reisi”, yani erkek arandı. Hepimiz sık sık “Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Saçı uzun aklı kısa”, “Kızını dövmeyen dizini döver” gibi deyiş ve atasözlerini duyarız. Her kadın yaşamı boyunca defalarca benzer aşağılamalarla karşılaşır. Geçtiğimiz haftalarda tartışılan konulardan birisi kadınlar için bekaret kontrolüydü. Aile ve kadından sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın bazı kadınların bekaret kontrolü nedeniyle bunalıma girip intihar ettiği hatırlatılınca, “intihar ederlerse etsinler ne yapalım” yanıtını vermesi aile ile ilgili sorunlara devletin yaklaşımını ortaya koyması açısından çarpıcıdır. 558 kadınla yapılan bir anket kadınların %60’ının son iki yıllık iş hayatında sözlü ve fiziksel (tecavüz gibi) tacize uğradığını, % 87’sinin birçok defalar tacize uğradığını ve %72’sinin etkisiz bir şekilde karşı koyduğunu ortaya çıkarmıştı. Bu durum kadınların % 54’ünü mesafeli ilişkiler kurmaya, % 53’ünü giyimine özen göstermeye ve % 37’sini hiç birşey olmamış gibi davranmaya zorlamıştır. Yapılan başka bir araştırma ile ev içi faaliyete harcanan zamanın kadınlarda erkeklerin 3.5 katı olduğu, 12-19 yaş grubunda kadınların ev işine 1 saat 33 dakika erkeğin ise 28 dakika harcadığı tespit edilmiştir. Yaşamın her alanında kadın ve erkekten beklenen roller farklı. Ekonomik olarak erkeğe bağımlı görülen kadının asıl görevi aile içi hizmetler olarak tanımlanmakta. Kadının asli görevleri olarak ailenin beslenmesi, temizliği, her türlü bakımı, yeni kuşak çocuğun topluma üretken ve uyumlu bir emek olarak kazandırılması sayılabilir. Kadına biçilen bu aile içi sorumluluklar onu toplumsal ilişkilerde erkeklere göre daha güvensiz ve dezavantajlı duruma düşürmektetir. Kadının doğurganlığıyla ilişkilendirilen ve haklı kılınmaya çalışılan bu süreç kadın vücudunun bir seks objesi olarak görülmesiyle pekişmektedir. Yaşadığımız dünyada kadın seks objesi ve paranın alıp satabildiği bir şey olarak pazarlanmakta. KADINLAR NİÇİN EZİLİYOR?Kadınların erkeklere göre toplumsal alanda daha dezavantajlı olmaları ve cinsel olarak her türlü baskı ve şiddetle karşı karşıya olmalarının bir dizi açıklaması yapılmakta. Sorunu nasıl tanımladığımız çözüm önerilerimizi de önemli ölçüde belirliyor. Bu ayrımcılığın kadın ve erkek cinsiyetinin doğasından kaynaklandığını söylüyorsak yapacak bir şey yok. Ancak kadın ve erkeklerin sahiplendiği rollerin yaşadıkları toplumsal ilşkiler sonucu gerçekleştiğini söylüyorsak bu ilişkileri yaratan koşulların değişmesi yaşanılan ilişki çeşidinin de ortadan kalkmasını sağlatacaktır. Toplumda kadın ve erkeğe bu kadar farklı roller biçilmesinin asıl nedeni aile kurumunun devamlılığını sağlama çabasıdır. Kapitalist toplumda hemen tüm bireysel ihtiyaçlarımızı aile aracılığıyla karşılarız. Bir aile ilişkisi içinde doğar, bu ilişki içerisinde büyütülür ve belki de ölürüz. Aslında kollektif olarak üretmek zorunda olan bizler, özel alan olarak tanımlanan aile kurumu içinde tüketir, bir sonraki iş günü için hazır hale gelir, gelecek kuşak iş gücünün yetişmesini garanti altına almaya çalışırız. Tam da ailenin tüm bu fonksiyonları görmesi nedeniyle kadın ezilmekte, doğası gereği çocuk doğurma yeteneği olan kadına aile kurumunun üstlenmesi gereken fonksiyonların hemen tümü yıkılmaktadır. Bu tür bir fonksiyonu yerine getirmeyen türdeki ilişkiler sistem tarafından dışlanmaktadır. Örneğin “aile” yaratamayan eşcinseller de kadınların yaşadığı türdeki baskı ve şiddetle karşı karşıya kalmaktadır. AİLE HEP VAR MIYDI?Kapitalizm öncesi toplumlara baktığımızda insanların farklı üretim ilişkileri içinde olduğunu ve farklı toplumsal ilişkiler yaşadığını görüyoruz. Örneğin efendinin ailesi varken kölelerin ailesi yoktu. Osmanlı imparatorluğu döneminde padişahın toprağında çalışan köylüler geniş aile kurumu içinde yaşamakta, kadın ve erkek cinsinin her ikisi de üretime katılmaktaydı. İlkel toplumlar avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını sürdürmeye çalışırken her şey eşit bir şekilde paylaşılmak zorundaydı. Beslenme barınma ve çocuk yetiştirilmesi kolektif olarak yapılıyordu, hatta kadının ezilmesi bir yana üstün görüldüğü topluluklar vardı. Bugün bize hep varmış gibi görünen ve öyle öğretilen çekirdek aile aslında son 200 yılın sanayi toplumuyla yaşanmaya başlamış, toplumsal üretimin ihtiyacına göre biçim değiştirmiştir. ERKEKLERİN CİNSİYETÇİLİKTEN ÇIKARI VAR MI?Toplumsal ilişkilerde kadından beklenen aile içi görevler işçi kadınların bir yandan patronu tarafından sömürülmekte öte yandan da cinsiyeti nedeniyle ezilmektedir. Bu eşitsiz ilişkiler üzerine kurulu erkek ve kadın birlikteliklerinde sanki bu durumdan erkek avantajlı çıkıyormuş gibi görünmektedir. Aslında aile kurumuna yüklenen sorumlulukların toplumsallaştırılması her iki cinsi de özgürleştirecektir. Erkek ve kadın işçilerin çıkarı kapitalist toplumun sırtlarına vurduğu aşırı yükten kurtulabilmek için birlikte mücadele etmektir. 1917’de Rusya’da gerçekleşen işçi devrimi sonrasında kadın işi gibi gösterilmeye çalışılan tüm hizmetler yemekhanelerde, çamaşırhanelerde, çocuk bakım evlerinde kollektif olarak giderilmeye çalışıldı. SOSYALİST BİR TOPLUMDA KADINLAR KURTULABİLİR Mİ?Kadınların ezilmesine karşı mücadele etmek isteyen ve kendisini feminist olarak tanımlayan birçok kadın, haklı olarak Rusya’da yaşanılan “sosyalizmin” kadınlar için çözüm olmadığını görmüştür. Dolayısıyla sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı iktidarının sorunun çözümü için yeterli olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Çok açıktır ki Rusya’da Stalin liderliğinde bürokrasinin iktidara gelmesi ile kapitalizmin temel dinamiği olan “rekabet için rekabet” ve “üretim için üretim” sistemin motor gücü haline getirilmiştir. Bu arada Ekim Devrimi’nin kazanımları da birer birer yokedildi. Kürtaj yasaklandı, boşanma zorlaştırıldı, eşcinsellik suç sayıldı. Kadınlara tekrar çocuk doğurup büyütme görevi verildi. Hatta on çocuk doğuran kadına madalya veriliyordu. Yani kapitalist aile ve onun getirdiği ilişkiler yeniden kutsanıp işgücünün yeniden üretimi ailenin sırtına yıkıldı. Rusya’da 1920’lerin sonlarında yaşanan karşı devrim yalnızca kadınların kazanımlarını elinden almakla kalmadı, erkek işçilerin de tüm demokratik kazanımlarını yok etti. Genel olarak işçi sınıfının durumuna ve iktidarla olan ilişkisine yönetici sınıfın gözlüğüyle bakan stalinist sol hareket dünyanın her yerinde yeni durumla birlikte aile kurumunu sahiplendi ve kadınların ezilmesine karşı mücadeleyi askıya aldı. Bugün Doğu Avrupa’da yaşanılanlar bizlere sosyalizm diye anlatılan sistemlerin aslında sınıflı toplumlardaki sömürü ve ezen ezilen ilişkilerinin bir aynası olduğunu açıkça göstermekte. Bugün mesele cinsiyetçileğe karşı mücadele etmek isteyen herkesi gerçek sosyalist gelenek üzerinden kapitalizmin her türlü görüngüsüne karşı birlikte ve topyekün mücadele etmeye ikna etmektir. YASALAR, KURALLAR VE ŞİDDETSon olarak güçlendirilmeye çalışılan zina yasasıyla evlilik dışı cinsel ilişkide kadın ve erkek “eşit” konuma getiriliyor. Yasa tasarısı gerçekten de cinsler arasında daha adil. Ama bu adalet kadınları özgürleştirerek değil, erkeği de daha çok baskı altına alarak gerçekleştiriliyor. Bir başka yasa tasarısı ise bekaret kontrolüne ilişkin. Medyada “zorla bekaret kontrolü kalkıyor” yaygarasına karşın yasa bu çağdışı uygulamanın alanını genişletiyor. Evet, yasaya göre bekaret kontrolü yaptırmak zorunda değilsiniz ama böylece “suçunuzu kabul etmiş” sayılıyorsunuz. Ayrıca bu yasa devlete hemen her koşulda bekaret kontrolü yapma hakkı vermekte. Kapitalist sistem patronlar açısından daha kârlı olan aile kurumunu güçlendirmek için her türlü yasal, dinsel ve ahlaki propogandayı kullanmaktadır. Bu arada aile içi ilişkilerde erkeğin kadına ve çocuklara karşı şidetini de meşrulaştırmaktadır. Sistem kadını evine hapsederken erkeğe de kadını ehlileştirme, itaatini sağlama görevi veriyor. Bu durum toplumun kadın üzerindeki baskısı olarak genelleşmekte. Çevresine yabancılaşan, ekonomik olarak babaya bağımlı, baskı altındaki kadın, kurtuluşu kendine ait bir “yuva”da, kendi “yeteneğini” ortaya çıkaracak, analık misyonunu edinebileceği evliliği tercih edebilmekte. Oysa kadınlar için “korunaklı bir kale olarak” tanımlanan aile, kadının fiziksel şiddete maruz kaldığı asıl mekandır. Araştırmalar kadınların büyük çoğunluğunun kocaları, erkek kardeşleri ya da babalarınca en az bir kez dövüldüğünü göstermektedir. Özellikle gençlik, tecrübesizlik, korku ve sosyal konum düşüklüğü aile içi şiddeti artırmaktadır. Araştırmalar düşük eğitim düzeyi ve aile içi şiddetin fazlalığı arasında net bir ilişki saptar. 12 yıldan daha az eğitim görmüş kadınların % 33’ü eşleriyle fiziksel şiddetle sonuçlanan kavgalar yaptıklarını bildirirken, 12 yıldan daha fazla eğitim görenler arasında bu oran sadece % 4’dür. Aynı araştırma çocuklarını döven babaların yaklaşık yarısı dövme olayı öncesinde, % 12’sinin de o sıralarda işsiz olduğunu saptar. Tüm bunlar bize kapitalimin yarattığı yoksulluk, eşitsizlik, yasalar, kurallar ve cinsel baskının nasıl kolkola olduğunu göstermekte. Eski İşçi Demokrasisi; Sayı 1; Şubat 1998
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||