İşçi Sınıfı
Mücadeleleriyle
Ekonomik Durum Arasındaki İlişki
"Bu halk iyice aç kalacak, sürünecek ki mücadele etsin."
Bu görüşü dile getirenlerle sık sık karşılaşırız.
Ekonominin içinde bulunduğu durumla işçi mücadelelerinin düzeyi arasındaki
ilişkiyi "krizler devrimci mücadelelere yol açarken, genişleme dönemleri
işçi sınıfını pasifize eder" diye yorumlamak tamamen yanlış olur.
Konuya ilişkin ilk tartışmaları yapanlardan biri Engels'tir. 1848 Devrimi
ve yenilgisi konusunda, "devrimin anası"nın 1847 ekonomik krizi
olduğunu yazan Engels, 1849-51 ekonomik genişleme döneminin de "karşı-devrimin
anası" olduğunu söyler. Engels'in bu yazdıklarını "krizler devrime,
genişleme dönemleri yenilgiye neden olur" diye yorumlamak yanlıştır.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi ve ekonomik krizler arasında otomatik
bir bağlantı yoktur; diyalektik karşılıklı bir ilişki vardır.
1907'de Wall Street'in çöktüğü Kara Cuma, sistemin o zamana kadar geçirdiği
en büyük krizin (1907-9) sinyalini vermişti. Rusya'yı da derinden etkileyen
bu krizin Rusya'daki faturası Rus işçi sınıfına ödetilirken 1905 Rus Devrimi
ardından yaşanan son hareketlilikler de tamamen yok edildi. Bu yıllarda
bolşeviklerin çoğu, işçi hareketinin kendisini yeniden toparlaması için
ekonomik bir genişleme yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı.
Haklı çıktılar. İşçi sınıfı 1910, 1911 ve 1912 yıllarındaki ekonomik genişlemeyle
birlikte yeniden toparlandı. Morali bozulmuş, cesaretini yitirmiş işçiler
üretimde kendilerinin ne kadar önemli olduğunu yeniden hissettiler. Kriz
bu kez hareketin tamamen yok olmasına, genişleme dönemi ise yeniden toparlanmasına
neden olmuştu.
Günümüz sendika militanlarından birinin değerlendirmesi benzer durumları
anlamamızda yardımcı olacaktır: "Eğer stoklar boşsa, üretilen mal
hızla satılıyorsa biz patronları rahatça sıkıştırabiliyoruz. Tersi durumda,
yani mallar stoklarda birikmişken patronlar bizi..."
Ekonomik bir krizin sınıflar mücadelesine olan etkisi mevcut politik
duruma, kriz öncesi ve krize eşlik eden olaylara, özellikle de kriz öncesindeki
sınıf mücadelelerinin başarı ya da başarısızlıklarına bağlıdır. Aynı derinlikteki
bir ekonomik kriz bazı koşullarda işçi sınıfının devrimci mücadelesini
ateşleyip işçi kitlelerini aktifleştirebilecekken, başka koşullarda sınıf
mücadelesinin elini kolunu bağlayıp işçi sınıfının büyük kayıplar vermesine
neden olabilir. Böyle bir durumda işçi sınıfının sadece saldırı yeteneği
değil savunma potansiyeli de zayıflayabilir.
Örneğin Türkiye'de gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) enflasyondan
arındırılmış yıllık büyüme oranları ile grevlerde kaybolan işgünü sayılarını
karşılaştıralım. 1969-76 yılları arasında ortalama yıllık büyüme yüzde
5.2'dir. Bu dönemde grevde kaybolan gün sayısı ortalama 444 bin 898'dir.
Grevde kaybolan gün sayısı 1969-74 arasında büyük değişiklikler göstermemiş,
ancak 1975-76'da 2-3 kat artmıştır. Ekonomideki bu genişleme dönemini
1977-1980 arasındaki 4 yıllık ekonomik daralma dönemi izliyor. 1977 yılında
bir önceki yıl yüzde 10,5 olan büyüme hızı yüzde 3,4'e düşmüş ve grevde
kaybolan iş günü sayısı ise 1 milyon 768 binden 5 milyon 778 bine fırlamıştır.
Ekonomik büyümenin negatif olduğu 1979 ve 1980 yıllarında (yüzde -0,6
ve -2,4) grevlerde kaybolan gün sayısı sırasıyla 2 milyon 217 bin ve 5
milyon 408 bindir.
Benzer bir durum 1981-87 arasındaki 7 yıllık genişleme dönemi ve izleyen
2 yıllık ekonomik daralma döneminde de gözlenebilir. 1981-87 döneminde
yıllık ortalama grevde kaybolan iş günü sayısı 72 bindir. 1988-89 daralma
döneminde bu sayı hızla 1 milyon 927 bine fırlamıştır.
İşçi sınıfı her iki ekonomik daralma dönemine de (1977-1980 ve 1988-89)
yüksek bir moralle girmiştir. Ekonomik daralma yılları öncesindeki mücadelelerden
kazanımlarla çıkan ve bu güvenle mücadele eden sınıf, daralmanın faturasını
tek başına ödemeye direnmiştir.
Bu güven ve mücadele isteği 1992 ve 1993 yıllarında da devam etmiş, yüzde
6 ve 8'lik ekonomik büyümeye karşılık grevlerde kaybedilen iş günü sayısı
sırasıyla 1 milyon 153 bin ve 574 bin olmuştur. Daha önceki daralma yıllarında
sınıf mücadelesinin yükselmesi ne yazık ki 1994 yılındaki krizde yaşanmamıştır.
1994'de ekonomi yüzde 5,5 oranında küçülürken grevlerde kaybolan iş günü
sayısı sadece 242 bin olmuştur. 1995-97'de, daha önceki yıllarda yaşananların
aksine, istikrarlı bir büyüme (yıllık ortalama yüzde 7,1) yaşanmasına
karşın grevde kaybolan işgünü sayısı yıllık ortalama 1 milyon 384 bin
olmuştur. Bu dönemi izleyen 1998-99 yıllarındaki ekonomik daralma dönemi
de mücadeleye yol açmamış aksine iş günü kaybı yıllık ortalama 263 bin
olmuştur.
Görülüyor ki ekonomideki genişleme ve daralmalar işçi hareketini açıklamakta
tek başına oldukça yanıltıcıdır. Ekonomik krizler kimi zaman (1977-80,
1988-89 ve 1991'deki gibi) sınıf mücadelesini yükseltirken kimi zaman
da mücadeleyi (1994 ve 1999'daki gibi) en dip noktalara indirebilmektedir.
12 Eylül 1980 darbesiyle her türlü örgütlülüğü dağıtılan işçi sınıfının
mücadelesi 1986'ya kadar yok denecek kadar azdır. Ekonomide 1981-87 arasındaki
yaşanan genişleme, işçi sınıfını 12 Eylül'le kaybedilenleri geri alma
konusunda cesaretlendirmiş ve mücadeleyi yükseltmiştir. Bu güven ve yeniden
toparlanma havası 1988 ve 1989'daki ekonomik daralma ve dibe vurma döneminde
işçi sınıfının mücadele etmesini sağlamıştır. Ekonominin daralmadan yeniden
canlanışa geçtiği 1990 yılında da mücadele eğilimi devam etmiştir.
Önceki yıllarda elde edilen kazanımların verdiği güven ve 1991 milletvekili
genel seçiminin yarattığı hava son mücadeleler sırasında tabanda oluşan
yeni ve militan liderliklerin sendika yöneticileri üzerinde yarattığı
basınçla birleşince mücadele daha da yükselerek 1980 sonrası en üst noktasına
ulaşmıştır.
1991 sonrası grevde kaybolan işgünü sayısında hızla düşme yaşanmış olması
ise iki temel nedenle açıklanabilir:
1) Cunta ve devamcısı ANAP'ın 11 yıllık iktidarının yükselen sol muhalefetle
sona ermesi, yerine gelen SHP-DYP koalisyonuna büyük umutlar bağlanması.
2) Körfez Savaşı ve PKK-devlet çatışması nedeniyle işçi sınıfının milliyetçi
fikirlerle bölünmesi.
Milliyetçilikten en az etkilenen militanların liderliğini yaptığı memur
statüsündeki kamu çalışanlarının mücadelesi ise bu yıllarda hızla yükselmiştir.
1998-99 ekonomik daralma dönemine baktığımızda da işçi sınıfının yoksullaşarak
krizin faturasının büyük bölümünü ödediğini görürüz. Ekonomik kriz bu
defa da mücadeleye neden olmamış aksine sınıf mücadelesinde bir geri çekilme
yaşanmıştır.
Bu durumu da temel olarak iki ana nedene bağlamak mümkündür:
1) Devletin muhalif bir gruba (islami harekete) yönelik baskısına karşı
tutarlı ve net bir karşı duruş sergilenememesi, hareketin laik-islamcı
olarak bölünmesi.
2) Kürt bölgelerinde devam eden savaş ile PKK lideri Öcalan'ın Suriye'den
çıkartılması ve yargılanması sürecindeki milliyetçi havaya karşı tutum
alınmaması.
Türkiye'deki sınıflar mücadelesinin bu kısa dönemi bile ekonominin içinde
bulunduğu durum ile sınıflar mücadelesi arasında doğrudan ve tek yönlü
bir ilişki kuran iddiaları geçersiz kılmaktadır. İşçi hareketi sadece
ekonominin içinde bulunduğu koşullara bağlı değildir. Bunun yanı sıra
sınıflar arası güç dengeleri, doğal afetler, savaş gibi dış etkenler,
önceki yıllardaki mücadelelerin bıraktığı hafıza, tabandaki işçi liderlerinin
sendikal ve siyasi örgütlülük düzeyi mücadelenin düzeyi, başarısı ve devrimci
bir hale gelip gelmeyeceğinde çok önemlidir.
Unutmamak gerekir ki mücadele havasının en yüksek olduğu zamanlarda bile
yenilgiler, kaybedilen grevler olabilir.
Bugün, 1998-99'da yaşanan ekonomik daralmanın yerini genişlemeye bıraktığının
işaretleri vardır. Egemen sınıfın son zamanlarda yoğun olarak kullandığı
propagandalar (Avrupa Birliği'ne girişin "refah ve demokrasi getireceği",
uygulanan istikrar paketiyle "Türkiye'nin kısa zamanda düze çıkacağı",
"çetelerin temizlendiği" vb) ekonomik genişleme ile birleşirse
işçi sınıfının beklentileri ve buna bağlı olarak da mücadele etme istek
ve güveni hissedilir biçimde artabilir.
Mücadelenin yükselmesi, sınıfın "kazanabileceğine" olan güveninin
artmasıyla yakından ilgilidir. Bu güven artışı genellikle zaman alır.
Örneğin 12 Eylül'ün altında kalan sınıfın güvenini tazelemesi birden bire
olmadı. 1983'ten 1988'e kadar geçen dönemdeki tek tek mücadeleler ancak
1989'da genelleşebilmiştir.
Bugün Türkiye'de işçi hareketi 1980'deki gibi bir yenilgi ve dağınıklık
yaşamış değil. Ancak Kürt sorunu, İslami hareket, özelleştirmeler, Avrupa
Birliği'ne giriş konularında tutarlı ve sınıfın birliğini sağlayacak bir
liderlikten yoksundur. Tabanda mücadele etme isteğinin varlığı geçen yıl
mezarda emekliliğe karşı yapılan 500 bin kişilik Ankara mitinginde ve
bu yılın İstanbul 1 Mayıs gösterisinde görülebiliyordu.
Bugün eksik olan şey işçi sınıfının mücadele etme yeteneğine güvenen,
mücadeleyi sendika ve reformist parti liderliklerine bırakmamakta kararlı,
tabandaki militan işçilerin örgütlülüğüdür.
Mücadelenin yükselmesini istiyorsak evimizde oturup bekleyemeyiz. Şimdiden
her mücadelenin parçası olmak, tabanda ne istediğini bilen militanlardan
oluşan devrimci bir örgütlenme inşa etmek zorundayız.
İşçileri Mücadeleye İten Nedir?
Sınıf hareketlerini, "işçileri mücadeleye iten ekonomik sorunlardır"
diye kaba bir denklemle açıklamak doğru değildir. Çok açık ki her işçi
direnişinin temelinde kapitalizmin insan ihtiyacı için değil kâr için
çalışıyor olması yatar. Ancak, işçilerin yeni bir mücadeleye atılması
ekonomik değil politik nedenlerle de olabilir.
13 milyon Fransız işçisinin katıldığı Mayıs 1968 Genel Grevi'ni körükleyen
öfke yıllarca süren düşük ücret ve baskı politikalarıydı. Ancak işçilerin
Mayıs 68'de greve çıkmasının nedeni Vietnam savaşını protesto eden öğrencilere
polisin uyguladığı şiddetti.
Büyük tarihsel örneklerden bir diğeri 1934-36 arasında Fransız işçilerinin
mücadelesidir. 6 Şubat 1934'de faşistlerin liderliğinde bir kitlenin parlamentoya
saldırısı sağ hükümetin düşmesine ve daha sağ bir hükümetin kurulmasına
yol açtı. Yıllardır süren ekonomik krizin faturasını ödemek zorunda bırakılan
son derece öfkeli Fransız işçi sınıfı gelişen duruma tepki gösterdi. Gelişen
politik hareketin sonucu olarak Komünist ve Sosyalist Partiler faşistlere
karşı birleşmek zorunda kaldılar. 1936 büyük grev dalgası ve fabrika işgallerinin
yolunu açan böylesi politik gelişmeler oldu. Faşistlere karşı politik
mücadelelerde güven kazanan işçiler ekonomik taleplerini de (asgari ücret
ve 40 saatlik çalışma haftası gibi) kazanacak duruma geldiler.
Bazen işçilerin mücadele etme isteği patronların propaganda bombardımanı
karşısında bastırılabilir. İşçiler "ekonomiyi kurtarmak için fedakarlık
yapmak" gerektiğini kabul edebilirler. Ancak sistemin çok kötü koşullara
mahkum ettiği, dezavantajlı bir grup işçinin direnişi "meşru"
görülen bu hareketle dayanışmayı tetikleyebilir ve mücadele etmenin mümkün
olduğunu gösterebilir. İngiltere'de işçi sınıfının 1970'ler sonu ve 1980'ler
boyunca uğradığı ağır kayıplar ve geri çekiliş dalgasını geriye döndüren
eylem 33 hemşireyi kapsayan bir hastane grevi ve onu takip eden ambulans
işçilerinin greviydi. Ambulans işçileri grevi sendika liderleri tarafından
satılmış olmasına rağmen, Ford ve onun gibi büyük fabrikalarda çalışan
işçilere mücadele etme güveni kazandırdı.
Sınıf mücadelesinin her yeni dalgasında ilk patlak veren grevlerin başarısızlıkla
sonuçlanması ya da sendika liderleri tarafından satılması sık rastlanan
bir durumdur. Yükseliş çok net değildir. Sınıf mücadelesinin yükselişe
geçişi uzun dönem yatakta kalan bir hastanın yeniden toparlanmasını andırır,
yataktan fırlayıp hemen koşmaya başlayamaz. Biraz yürür, sonra tekrar
yatma ihtiyacı duyar. Hasta yere çok sağlam basamaz.
Bize "daha iyi bir Türkiye istiyorsak istikrar paketinin başarısı
için fedakarlık yapmanız gerekir" diyorlar. İşçilerin çoğu bu tartışmaya
yanıt verecek kadar politik güvene sahip değil. Ancak başkalarına uygulanan
adaletsizlikler, demokrasinin tehdit altında olması, istikrar paketinin
tam bir ayak oyunu olduğu gibi doğrudan ekonomik olmayan politik kaygılar,
işçilerin daha kararlı bir şekilde mücadeleye atılmasına neden olabilir.
İşçiler egemen sınıf propagandasının pasif alıcıları pozisyonunda değillerdir.
Düşünür ve tartışırlar. Yönetici sınıfın propagandasının etkili olduğu
bir gerçektir. Ancak propaganda her şeye kadir değildir.
İşçilerin çoğu Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanmasına çok sevindi,
bu başarı istikrar programını ve Avrupa'da güzel bir gelecek propagandasının
güçlenmesine katkıda bulundu. Ancak lig maçlarında dönen şikeler ve hükümetin
dört tam teşekküllü hastanenin kurulmasına yetecek kadar parayı Galatasaray'a
vermek istemesi işçilerin öfkesini tekrar körükleyebilir. Herkes daha
fazla hastaneye ihtiyacımız olduğunu biliyor ve hastanelere en çok ihtiyacı
olan çocuk ve yaşlıların kendileri için mücadele edemeyeceklerini biliyorlar.
Bu mücadele çok daha "meşru" gelebilir.
Dayanışma eylemleri, işçilerin mücadele güvenini yeniden kazanmalarında
çok önemli bir rol oynayabilir. Fransa'da 1934-36 yılları arasındaki mücadeleler
nihai olarak ekonomik taleplere indirgendi. Bunun nedeni komünist ve sosyalist
partilerin egemen sınıfla uzlaşmaya kararlı olmalarıydı. 1936'da mücadelenin
en yüksek noktasında kurulan Halk Cephesi hükümeti parlamentoyu 1940'da
Hitler’e teslim etti. Tabii ki böylece ekonomik kazanımlar da kaybedildi.
İşçilerin kendiliğinden politik bir tepki vermesini oturup bekleyemeyiz.
Bugünden işçilerle tartışmalı, politik ve ekonomik alanda mücadele etmek
isteyen işçileri bir araya getirmeliyiz.
Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 17; Haziran 2000
'Antikapitalist nedir' sayfasına
dön
sayfa başına dön |