Güncelleme: 09.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Bu Dünyayı İşçi Sınıfı DeğiştirirDünya işçi sınıfı yok olmadığı gibi Türkiye gibi ülkelerde de büyümektedir.
Başka bir dünyaya giden yol ve bu yoldan nasıl geçileceğine dair pek çok görüş ve fikir var. Bu fikirler Marks ile başlamadı. Marks’tan çok önce hatta kapitalizm ve feodalizmden önce dahi bizimle aynı hayali paylaşan insanlar vardı. Yani insanlar her daim daha güzel bir dünyanın hayalini kurmuşlardı: “Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek için ...” İşte böylesi güzel bir hayale kavuşabilmek için insanlar kendi çözüm yollarını ortaya sundular. Sıra şimdi bize de geldi. Bizim dünyayı değiştirmek için ne gibi planlarımız var ( şu anki dünyada yaşamak isteyeniniz yoktur herhalde) . Ne yapmalı?Yeni bir fikirler bütünü mü yaratmak lazım? Evet neden olmasın; bu seçenek her zaman elimizin altında. Fakat öncelikle emin olmamız gereken bir nokta var. Geçmişteki fikirlerin hepsi köhnemiş, geçerliliği kalmamış ve uygulanması imkansız fikirler midirler? Bu sorunun cevabını vermeksizin ve aramaksızın yeni fikir yaratma işi, bir bardak mis gibi süt içmek için buzdolabımızda süt varken evimizden kalkıp otlağa çıkıp ineklerin peşinden süt için koşuşturmaya dönebilir. Sanırım benim bu soruya vereceğim yanıt sizleri şaşırtmayacaktır: Koca bir hayır. Bizim için hâlâ geçerliliğini yitirmemiş ve hatta geçerliliği artmış bir fikirler toplamı var: Marksizm. Peki Marks’ın farkı ne?Marksizm, eğitim yoluyla diktatörlük önerenlere, kurtarıcı diktatörlere, devrimci elitistlere, komünist otoriterliğe,iyilikseverlere ve burjuva liberallere karşı bilinçli bir mücadele sonucunda ortaya çıktı. Marks sosyalizm ve demokrasi fikrinin ilk kez içiçe geçmesini sağladı. Marks sömürünün toptan ortadan kaldırılabileceğini iddia ediyordu. Sanayi devrimi sayesinde kapitalist toplum öncesinde çok düşük olan üretim düzeyi artık herkese yetecek kadar üretmeyi mümkün hale getirmişti. Üretimin toplumsal olarak insanların ihtiyacına uygun bir şekilde gerçekleşmesi ve dağıtılması, başkasının emeği üzerinden zenginleşmenin suç sayıldığı bir toplum Marks’a göre artık bir ütopya değildi. Bu nasıl olacaktı?Marks’ın bu soruya cevabı açık ve netti : İşçi sınıfının doğrudan ve devrimci ayaklanmasıyla... Yeni bir soru ile karşılaşıyoruz. İşçi sınıfı neden bu kadar önemli bir işin öznesi konumundadır? Marks bu soruyu şöyle cevaplıyor: Tarihte bu denli kolektif hareket etme yeteneğine sahip başka bir sınıf varolmamıştır... İşte burada işçi sınıfının niteliği üzerine biraz durup düşünmek gerekiyor. Nedir bu yetenek ve nereden gelmektedir? Tabii ki vereceğimiz yanıt işçilerin doğuştan çok zeki, beraber hareket etmeye meyilli ve bir o kadar da paylaşımcı oldukları yönünde değil. Marksizm her şeyden önce bilimsel bir yöntemdir ve temelinde diyalektik-materyalizm vardır. Yani insanların davranışlarının, içinde yaşadıkları koşullara göre şekilleneceğini söyler. Aslında ‘yetenek’ ile anlatılmak istenen şey ‘zorunluluk’tur. Beraber hareket etme zorunluluğu... Birçok kişi böylesi bir zorunluluğun varlığını reddeder. Tarihin her aşamasında devrimci ayaklanmalara rastlamak mümkündür. Köleci toplumlarda bir çok kez köle isyanları gerçekleşmiştir. Bunların bazıları kölelerin zaferiyle sonuçlanmıştır. Bugüne biraz daha yaklaşacak olursak feodalizmde de pek çok ayaklanma görüyoruz. Yine bunların bazıları da başarıya ulaşmıştır. Ve tıpkı kölelerin efendilerine yaptıkları gibi köylülerde kendi beylerinin ağalarının kafalarını uçurmuşlardır. Fakat ya sonrasında ne olmuştur? Sömürüsüz bir toplumun tohumlarının o anda atılmadığı yaşadığımız dünyanın gerçekliğiyle apaçık ortadadır. Olan şundan ibaretti: Köleler özgürlüklerini ilan ettiler ve efendileri için değil de kendileri için çalışmaya başladılar. Köylüler ise toprak ağaları ve beylerden ele geçirdikleri toprakları bölüştüler ve kendileri için ekip-biçmeye başladılar. Her iki durumda da görüldüğü gibi bu gurupları bir arada tutmaya zorlayacak her hangi bir etken yoktu ortalıkta. Herkes ‘kendi’ toprağını işleyecekti. Ve bu durum sonunda yeni efendilerin, toprak ağalarının ve beylerin türemesine sebep olacaktı ve öyle oldu da. Gelelim işçi sınıfına....Bu insanlar neden beraber hareket etmek zorundalar? Yine çok açık bir cevap: Çünkü paylaşabilecekleri bir şeyleri yok. Bir fabrikayı düşünelim. İşçiler patronu alaşağı edip fabrikayı ele geçirsinler. Şimdi ne yapacaklar? Önlerindeki seçenekler pek fazla değil. Geçimlerini sağladıkları işi devam ettirmek zorundalar. Yani köylülerin toprağı ekip-biçmeye devam etmesi gibi işçiler de fabrikayı işletmek durumundalar. Fakat burada köylülerden farklı olarak işçilerin bölüşebilecekleri bir üretim aracından söz etmek mümkün değil. Düşünelim ki fabrikamız bir traktör fabrikası. Meta da traktördür. Bunun üretilmesi için fabrika içindeki farklı departmanların eşgüdümlü çalışması bir zorunluluktur. Yani bir traktör için bir motor, dört lastik, bir vites kutusu vb.üretilmek ve bunları bir araya getirmek gereklidir. Yani her bir işçi bir diğer işçiye gereksinim duyar. İşte bu gereksinim işçileri beraber durmaya ve yine aynı şekilde fabrika mülkiyetini ortaklaştırmaya iter. Ayrıca bu birlikte hareket etme zorunluluğu sadece fabrika içindeki işçilerle sınırlı da değildir. Fabrikanın işlevini yerine getirebilmesi için bazı gereksinimleri vardır. Makinelerin çalışabilmesi için elektrik enerjisine, tekerlekler için kauçuğa, motor için çeliğe ihtiyaç duyulur. Buda traktör işçilerini elektrik işçileriyle, maden işçileriyle birlikte hareket etmeye zorlar. Örneğimizi fabrika üzerinden verirken atlamamamız gereken çok önemli bir konu var. Proletaryadan anladığımız sadece kol emeğini satmak zorunda olan işçiler midir? Yani işçi sınıfı sadece sanayi proleterlerinden mi oluşuyor? Burada dönüp Marks’ın sınıf analizine bakmak gerekiyor. Marks sınıfları üretim araçları karşısındaki konumlanışlarına göre belirler. Buna göre işçi sınıfı ‘ yaşamak için emek-gücünü satmak zorunda olan ve herhangi bir üretim aracının mülkiyetine sahip olmayan’ çalışanlardır. Ayrıca Marks şunu da ekler: “Tüm emek sürecinin gerçek kaldıracı bireysel işçi değildir. Aksine, toplumsal olarak birleşmiş emek-gücü ve tüm üretim aygıtını oluşturan rekabet halindeki muhtelif emek-güçleri metaların doğrudan üretilmesi sürecine çok farklı biçimlerde katılırlar... Bazıları elleriyle, bazıları kafalarıyla, birisi menajer, mühendis, teknolog vb, bir diğeri müfettiş, üçüncüsü kol emekçisi yada ağır işçi olarak çalışır. Sayıları gün geçtikçe artan emek türleri üretken emek kavramına dahil olurlar ve bu emeği sarf edenler de üretken işçiler olarak, yani sermaye tarafından doğrudan sömürülen ve sermayenin üretim ve genişleme sürecine tabi olan işçiler olarak sınıflandırılırlar(1).” Demek ki, Marks’ın tanımladığı kolektif işçiye yani metaların üretiminde söz konusu olan karmaşık işbölümüne katılanların hepsi kollarıyla çalışıyor olmasalar da üretken işçilerdir. Dahası, Marks’ın proletaryayı sadece üretken işçilerin oluşturduğunu düşündüğünü akla getirecek bir kanıt da yoktur. Marks’a göre ticarette çalışanlar artı-değer üretmezler. Ama buna rağmen Marks şu çözümlemeyi sunar: “Ticarette çalışan insan bir açıdan ücretli işçidir. Birincisi, bu kişinin emek-gücü tüccarın değişken sermayesi ile satın alınır, gelir olarak harcanan parayla değil. Demek ki bu emek-gücü özel hizmet için değil, yatırılan sermayenin genişlemesi amacıyla satın alınmıştır. İkincisi, emek-gücünün değeri ve dolayısıyla ücreti, diğer ücretli işçilerinkiyle; yani kendi emek-gücünün ürünüyle değil, özgül emek gücünün üretimi ve yeniden üretiminin maliyetiyle belirlenir(2).” Üretken işçi ve üretken olmayan işçilere yönelik ifadelere yine bir alıntıyla devam etmek istiyorum: “Üretken işçiler de, üretken olmayan işçiler de sömürülürler; ikisi de kendilerinden zorla alınmış karşılığı ödenmemiş emek üretirler. Tek fark, üretken emekte karşılığı ödenmemiş emek zamanına artı değer olarak el konur; üretken olmayan emekte ise, karşılığı ödenmemiş emek başka yerlerde üretilen artı değere el koymakta olan kapitalistin maliyetini düşürür. İki durumda da kapitalist ücret faturasını düşük tutmaya çalışacaktır; iki durumda da kapitalist işçileri daha çok çalıştıracak, üretkenliği arttırmaya çalışacaktır; iki durumda da işçiler kendi emek süreçleri üzerinde denetimden yoksun bırakılacaklardır. Her iki durumda da sömürünün son bulmasının ön koşulu sosyalizmdir. Kapitalist üretim ilişkilerinde üretken olmayan ve üretken emek arasında temelde çıkar farkına neden olabilecek bir ayrılığın varlığından söz edilemez(3).” Bu alıntıları biraz yorumlayacak olursak beyaz yakalıları (üst düzey yöneticilerden bahsetmiyoruz) ve hizmet sektöründe çalışanları da proletaryanın bir parçası olarak görmek çok kolaylaşıyor. İşçi sınıfının niteliğine yönelik cevaplardan sonra en az bu konu kadar önemli bir diğer konuya geçmek istiyorum. Nicelik tartışması... Bilindiği üzere işçi sınıfının artık toplumu değiştirebilecek yeterli niceliksel güce sahip olmadığı son zamanların en yaygın tartışmalarından biri. Bu tezi öne sürenlerin işi böyle görmelerinin –bence – iki ana nedeni var; birincisi, işçi sınıfının ne olup ne olmadığına yönelik yanlış bakış açıları ( ki bunu yukarıda az-çok cevaplandırdığımızı düşünüyorum); ikincisi, verileri okurlarken kullandıkları gözlüklerin numaralarının artık yetersiz olması. Bu bölümde öncelikle dünyadaki işçi sınıfının niceliğine bir göz atıp daha sonra da Türkiye’de bu durumun nasıl olduğunu verilerle sunmaya çalışacağız. Deon Filmer tarafından yapılan detaylı bir araştırmaya göre dünyada çalışan insan sayısı 1990’ların ortasında 2,47 milyar kişidir (4). Bunların yaklaşık beşte biri olan 379 milyon insan endüstride, 800 milyon insan hizmet sektöründe ve 1,07 milyar insan ise tarımda çalışmaktadır. Tüm bu verilerin içerisine kapitalistler ve küçük burjuvazi de dahildir. Endüstri ve hizmet sektörlerinde çalışanların çoğunluğu (endüstrinin %58’i , hizmetin ise %65’i) ücret karşılığı çalışanlardan oluşuyor. Geri kalanlar ise kendi hesabına çalışanlardan oluşuyor. Filmer şöyle bir sonuca varıyor: Dünyada 1 milyar insan tarımda kendi adına, 480 milyon insan endüstri ve hizmet sektörlerinde kendi adına ve son olarak 880 milyon insan ise ücret karşılığı çalışarak geçimlerini sürdürüyor. Bu son kesim bizim istediğimiz işçi sınıfının yanı sıra yeni orta sınıfı da barındırmaktadır. Ve bunlar toplam sayının yaklaşık %10 kadarını teşkil ederler (5). Yani bu demek oluyor ki dünyadaki ücretli işçi sınıfı üyesi yaklaşık 700 milyon insan var. İşçi sınıfının kapsamı bu sayıdan çok daha büyüktür. Çünkü bu sayı sadece ücretli işçileri kapsamaktadır. Emekliler, yakınlarının yardımıyla geçinenler, çocuklar ve yaşlılar bu kapsamın dışındadırlar. Tüm bunları kattığımızda işçi sınıfının niceliksel büyüklüğü yaklaşık olarak 1,5 – 2 milyar kişi kadardır. Burada işçi sınıfı artık ölmüştür diyenlere bir hatırlatmada bulunmak istiyorum: Marks’ın zamanında işçi sınıfının toplam fertleri bu sayının en azından yüzde biri oranındaydı. İşçi sınıfı böylesine bir gerçekliğe sahipken bu sınıfa ölmüş demek daha önce de söylediğim gibi bu kişilerin gözlerinin iyice bozulduğuna dalalettir. Gelelim Türkiye’ye... Türkiye’de 2000 yılı itibariyle çalışan sayısı 21 milyon kişi(8). Bunların 7,45 milyonu tarım sektöründe 5,1 milyon kişi sanayide, 8,38 milyon kişi ise hizmet sektöründe çalışmaktadır. Bu sayıların gelişim sürecine bakacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. 1993-2000 yılları arasında toplam çalışan sayısında %12’lik bir büyüme gerçekleşmiştir(9). Bu büyümeyi açacak olursak sanayi sektörü % 22, hizmet sektörü %30 ve tarım sektörü -% 7. Tarımda yedi yıllık aralıkta yedi puanlık bir istihdam azalması gerçekleşmiştir. Bu eğilim aslında bizleri şaşırtmıyor. Çünkü gelişmekte olan diğer tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kır zamanla önemini yitiriyor ve eski zamanın köylülerinin büyük bir kısmı yeni zamanın proleterleri haline geliyorlar. Bu sonucu bu sektörlerin toplam gayri safi milli hasıla içerisindeki paylarına bakarak da çıkarabiliriz. 1968 yılından 2001 yılına kadar geçen süreçte tarım sektörünün payı %58 oranında azalarak toplam içindeki %33’lük paydan %13.7’lik paya düşmüştür(10). Bunun tersine hizmet ve sanayi sektöründe sırasıyla, aynı zaman dilimi içinde gerçekleşen değişim ise %16 ( 49,8 puandan 57,8 puana) ve %66 (17,1 puandan 28,5 puana) dır(11). Sayılar açık şekilde Türkiye’de de işçi sınıfının gelişimine işaret ediyor.
1) Marks K. , ‘results of the Immediate Process of Production’ s.1039-40 2) Marks K., Capital III, s.292 3) Wright E. O., Class,Crises and the state, s.49-50 4) Filmer D., ‘Estimating the World at Work’, Dünya Bankası için arka- plan (background) raporu, Dünya Gelişme Raporu 1995. 5) Harman C. , ‘The Working class After the Recession’ , International Socialism 33’teki hesaplamalara bakabilirsiz. 6) UNDİP, Human Devolopment Report 1998, tablo 21, s. 175 7) age. 8) Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), tablo.154, İktisadi faaliyet kolu ve fiili çalışma sürelerine göre isdihdam edilenler, Türkiye 9) DİE. Tablo154. 10) DİE, tablo 403, Gayri safi milli hasıla, gelişme hızı ve sektör payları 11) DİE, tablo 403,
Antikapitalist; Sayı 32; Mayıs 2005
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||