Güncelleme: 09.11.2006 |
|||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||
Neo-liberalizm Nedir?Küresel direnişin sözcülerinden muhalif iktisatçı Susan George’un Mart 1999’da yaptığı bir konuşmadan özetlenmiştir. 1945'de ya da 1950'de, günümüzün standart neoliberal portföyünde yer alan herhangi bir düşünce ya da politikayı ciddi ciddi öne sürecek olsaydınız, herkesin sizinle alay etmesi veya bir akıl hastanesine kapatılmanız işten bile olmazdı. O zamanlar en azından Batı ülkelerinde Keynesçi, sosyal demokrat, Hıristiyan demokrat olmayan veya marksizmden nasibini az da olsa almamış kimse yoktu. Pazarın önemli sosyal ve siyasi değişimleri yapma serbestisine kavuşturulması, devletin ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltması, şirketlere tam bağımsızlık verilmesi, sendikaların dizginlenmesi ve sosyal güvenlik haklarının iyice budanması gerektiği gibi fikirler o zamanların ruhuna tamamen aykırıydı. Bu gibi fikirleri savunanlar çıkacak olsa bile, bunlar kendilerini dinleyecek kimse bulmakta epey zorlanırlardı. Bugün özellikle genç dinleyiciler için ne kadar inanılmaz görünse de, IMF ve Dünya Bankası o zamanlar ilerici kuruluşlar olarak kabul edilirlerdi. Ne oldu da, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden yarım yüzyıl sonra bu noktaya ulaştık? Soruda içkin esas soru işareti ise, "Nasıl oldu da, neo liberalizm, sığındığı azınlık kenar mahallesinden çıkıp, dünyanın egemen doktrini haline geldi?" IMF ve Dünya Bankası nasıl oluyor da, ülkelerin iç işlerine karışıp, onları olumsuz koşullar altında dünya ekonomisi içinde eritmeye zorlayabiliyor? Refah Devleti, neden kurulabildiği tüm ülkelerde tehdit altında? Çevre neden tehlike çanları çalıyor ve neden hem zengin hem de yoksul ülkelerde yoksulların sayısındaki inanılmaz artış, şimdiye kadar görülmemiş bir refahla atbaşı gidiyor? Bunların tümü de, tarihsel bir bakış açısıyla yanıtlanması gereken sorular. Chicago Üniversitesi'nde ekonomist-felsefeci Friedrich von Hayek'in ve Milton Friedman gibi öğrencilerinin nüvesini oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak destekleyenler muazzam bir vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim üyeleri, yazarlar ve halkla ilişkiler ağı kurarak düşüncelerini ve doktrinlerini geliştirip, allayıp pullayıp satmaya büyük önem verdiler. Yaşamak zorunda bırakıldığımız bu neoliberal deneyimin hedef gözetilerek insan eliyle yaratılmış olduğunu anlamanın önemini altını çizerek vurgulamak istiyorum. Bunu bir kez kavrayınca, neoliberalizmin yerçekimi gibi doğal bir kuvvet olmayıp da insan mahsulü yapıntı bir oluşum olduğunu algılayınca, insanların yaptıklarının başka insanlar tarafından yıkılabileceğini de anlamak olanaklı hale gelir. İdeolojik durum tespitinde bulunup, içeriği de belirlediğimiz şu noktadan sonra hızla ilerleyip yirmi yıllık çerçevemizin başlangıcına geri dönmek istiyorum. Bu da, Margaret Thatcher'in iktidara gelip, İngiltere'de neoliberal devrimi başlattığı 1979 yılına denk geliyor. Friedrich von Hayek'in öğrencisi olmanın yanı sıra sosyal Darwinist olan Demir Leydi, tavizsiz tutumuyla bilinen bir isimdi. Başka Seçenek YokRekabet, Thatcher'ın öğretisinin ve aynı zamanda neoliberalizmin merkezindeki değerdi; uluslar, bölgeler, firmalar ve elbette kişiler arasındaki rekabet. Rekabet, ak koyun ile kara koyunu birbirinden ayırt eden mihenk taşı görevini gördüğünden odak noktasıydı. İster fiziki isterse doğal, insani ya da mali, olsun her türlü kaynağın en etkin kullanımını sağlayacağı varsayılan sihirli güçtü rekabet. Neoliberal görüş açısından rekabet daima bir erdem olduğundan, sonuçlarının kötü olması da düşünülemez.. Neoliberallere göre pazar mekanizması öylesine mükemmeldir ki, Görünmez eliyle tıpkı Tanrı gibi en kötü durumları mucizevi biçimde güzele ve iyiye dönüştürmeye muktedirdir. Ne yazık ki, aradan geçen yirmi yılın bize öğrettiği, gerçek durumun bunun tam tersi olduğu olmuştur. Neoliberalizmin temel değeri olan rekabetin bir diğer dayatması da, kâr yarışına katılımın ya da pazar paylaşımının temel yasalarına uyum sağlayamadığı için kamu sektörünün kesin biçimde küçültülmesidir. Öncelikle şunu sormak istiyorum, neden kamu hizmetleri vardır? Gerçekte, kamu hizmetlerinin neredeyse tümü iktisatçıların "doğal tekel" olarak adlandırdıkları hizmetleri kapsar. Doğal tekel, azami ekonomik etkinliği sağlayacak asgari miktar, pazarın gerçek boyutuna eşit olduğunda ortaya çıkar. Başka bir deyişle, bir şirket ölçek ekonomilerinin gereklerini yerine getirebilmek için belli bir büyüklükte olmalıdır ki, tüketiciye en düşük maliyetle mümkün olan en iyi hizmeti sunabilsin. Yol yapımı, enerji hatları gibi kamu hizmetleri için ise son derece büyük başlangıç giderlerine gerek vardır. Bu da devlet tekellerinin bu gibi alanlarda en iyi çözüm olmasının başlıca nedenidir zaten. Klasik iktisatçılar, fiyatlar olması gerektiğinden yüksek olduğu ve tüketiciye verilen hizmet de çok iyi olmak zorunda olmadığından, bu sonucu "pazarın yapısal çöküşü" olarak nitelemişlerdir. Bu türden yapısal çöküşleri önlemek için 1980'lerin ortalarına kadar Avrupa'nın kapitalist ülkelerinin hemen hemen tümünde izlenen yol, posta, telekomünikasyon, elektrik, gaz, demiryolu, metro, hava taşımacılığı ve su, çöp toplama gibi diğer bazı hizmetlerin devlet tekellerine teslim edilmesi olmuştur. ABD'nin buna istisna oluşturmasındaki başlıca neden ise ülkenin doğal tekellerin işlerliği olabilmesi için coğrafi olarak fazlasıyla büyük olmasıdır. Ancak, neoliberaller kamuya ilişkin her şeyi gözü kapalı "verimsiz" ilan etme alışkanlığındadırlar. Bir doğal tekel özelleştirildiğinde neler olacağına değinmek istiyorum şimdi de. Doğal tekellerin yeni kapitalist sahipleri kamuya tekel fiyatlarını dayatırken, bu işten fazlasıyla kâr elde etme eğilimindedirler. ÖzelleştirmelerMargaret Thatcher'ın her derde deva gördüğü özelleştirmenin bir yan çıktısı da, sendikaların gücünü kırmasına yaramasıydı. En örgütlü alan oldukları kamu kesimini çökerterek, sendikaların belini bükmüştü. 1979 ile 1994 arasında İngiltere'de kamu kesiminde yitirilen iş sayısal olarak iki milyonu, oransal olarak da yüzde yirmiyi buluyordu. Üstelik, işlerini kaybedenlerin hepsi de sendikalıydı. Özel sektördeki istihdam, söz konusu on beş yıl için atıl durumda olduğundan, İngiltere'deki toplam iş kaybı 1.7 milyona ulaşmıştı ki, bu da 1979'la karşılaştırıldığında istihdamda yüzde yedilik bir daralma demekti. Neoliberaller için işçi sayısı ne kadar düşük olursa o kadar iyi demektir; çünkü, işçiler onların gözünde pay sahiplerinin lokmasında gözü olan kesimdir. Özelleştirmenin diğer sonuçlarına gelince, bunların hiçbiri beklenmeyen sonuçlar değildir ve hepsi de öngörülmüştür. Yeni özelleştirilen yatırımların çoğunlukla eskileriyle aynı kişiler olan yeni yöneticileri, satışlarını iki-üç katına çıkardılar. Hükümet, borçları kapatabilmek için vergi gelirlerini kullandı ve firmaları pazara çıkarmadan onları yeniden kapitalistleştirme yoluna gitti. Sözgelimi, Sular İdaresinin borçlarının 5 milyar sterlini silinmekle kalmadı, gelini allayıp pullamak için çeyize(!) 1.6 milyar sterlinlik "başlık parası" da ilave edildi. Bu arada da, küçük tasarruf sahiplerinin bu şirketlerde nasıl pay sahibi olabileceklerine ilişkin propaganda sonucu dokuz milyon İngiliz yurttaşı hisseleri kapıştı; ancak, bunların yarısından fazlası bin sterlinin altında yatırım yaptıkları gibi, hissedarların birçoğu da hisselerini çabucak elden çıkardılar. Sonuçlardan da kolayca anlaşılabileceği gibi, özelleştirmenin temel hareket noktası ne ekonomik verimlilik sağlamak ne de tüketiciye daha iyi hizmet vermekti; tek amaç, kaynakları sosyal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için kullanabilecek olan kamunun cüzdanını açıp, serveti kamudan özel sektöre aktarmaktı. İngiltere'de olsun, diğer ülkelerde olsun özelleştirilen kuruluşların hisselerinin önemli bir çoğu bugün finansal kuruluşlarda ya da çok büyük yatırımcılarda toplanmıştır. British Telekom'un hisselerinin sadece yüzde biri, British Aerospace'in hisselerinin ise yüzde 1.3'ü çalışanları tarafından alındı. Bayan Thatcher'in açtığı cihaddan önce, İngiltere'deki kamu sektörü kuruluşlarının pek çoğu kâr ediyordu. Sonuç olarak 1984'de kamu kuruluşları hazineye 7 milyar pound katkıda bulunmuştu. Bu paranın tümü artık özel sektördeki hissedarlara gitmektedir. Özelleştirilen kuruluşlardaki hizmet kalitesi öylesine bozulmuştur ki, Financial Times'ın haberine göre, Yorkshire su şebekesinde fareler cirit atmaktadır, Thames trenlerine binip de hayatta kalmayı başaranlar madalyayı hak eder duruma gelmişlerdir! Dünyanın her tarafında aynı mekanizmalar işlemektedir. İngiltere'de özelleştirme ideolojisini yaratan entelektüel ortak, Adam Smith Enstitüsü'dür. Dünya Bankası da Adam Smith Enstitüsü uzmanlarından yararlanarak, Güney'de özelleştirme doktrinini yaygınlaştırmışlardır. 1991'e kadar Dünya Bankası, süreci hızlandırmak için 114 ülkeyi borçlandırmıştır; her yıl Küresel Kalkınmanın Maliyeti raporunda Banka'dan kredi alan ülkelerde yürütülmekte olan yüzlerce özelleştirmeye ilişkin bilgi yer almaktadır. Bence artık özelleştirme sözcüğündense gerçekleri daha iyi anlatan kavramlar kullanmanın zamanı geldi de geçiyor bile: yabancılaşmadan ve on yıllardır binlerce insanın alın terinin ürününün bir avuç büyük yatırımcıya peşkeş çekilmesinden söz ediyoruz. Bu, gelmiş geçmiş her kuşağın yaşayabileceği en büyük soygundur aslında. Neoliberalizmin bir diğer yapısal sonucu da, sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur. Kısacası, eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan yüzde yirminin içindeyseniz neoliberalizmden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki yüzde seksenin içinde yer alanlar ise yarışı baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe zarara uğrama oranı da artar. Hepinizin bildiği gibi, Güney ve Doğu'da yapısal uyum adı altında uygulanan politikalar, neoliberalizmin makyajlı halinden başka bir şey değildir. Uluslararası düzeyde ise neoliberallerin tüm güçlerini yönlendirdikleri belli başlı alanlar şunlardır: - Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı - Sermayenin serbest dolaşımı - Yatırım serbestisi Geçtiğimiz yirmi yılda IMF inanılmaz şekilde güçlenmiştir. Borç krizine ve koşullara bağlılık mekanizmaları sayesinde, ödemeler dengesi desteğinden sözde "anlamlı" ekonomi politikalarının, özde ise neoliberal politikaların uluslararası jandarmalığına geçmiştir. Bu kurumların hepsinin ortak paydası, şeffaflıktan yoksun ve anti-demokratik oluşlarıdır. Bu, neoliberalizmin temel esprisi ve özüdür. Neoliberalizm için ekonomi, kurallarını topluma kabul ettirir, bunun tersi düşünülemez bile. Demokrasiyi ayakbağı olarak algılayan neoliberalizm hem kazananların hem de kaybedenlerin dahil olduğu geniş bir seçmen kitlesi için değil, sadece kazananlar içindir. Sözlerime son verirken, fiilen hiçbir şeye sahip olmayan kaybedenlere ilişkin neoliberal tanımlamayı çok ciddiye almak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Servetin toplumun alt kademelerinden üst katmanlarına aktarılması süreci gereği herkes yaşlanma, hastalık, hamilelik, başarısızlık ya da sadece ekonomik koşullar öyle gerektirdiği için, herhangi bir anda sistem dışına itilebilir. Hissedar son sözü söyleyecek tek değerdir. Bu konferans, bu eylemlerin çoğunu tanımlamaya yardımcı olacağı gibi, ideolojik bir savunma temelinin oluşturulmasına da katkıda bulunacaktır. Evrenin Sahiplerinin (!) Davos'ta geleceğimize ipotek koymasını elimiz kolumuz bağlı bekleyeceğimize, gündemi oluşturma günü gelmiştir. Kaynak sağlayabilecek olanların sadece projelere değil, fikir üretimine de kaynak sağlamaları gerektiğini anlayacaklarını umarım. Sonuç olarak neoliberalizm ne kadar vahşi olursa olsun, yumuşak karnı vardır. Olaya bir de şu açıdan bakalım: Biz sayısal olarak onlardan çok daha fazlayız, çünkü bu neoliberal oyunda kaybedenlerin sayısı kazananlara göre çok daha fazladır. Onların durmadan tekrarlanan krizlerle sarsılan görüşleri karşısında bizim fikirlerimiz taptazedir. Bizde olmayan tek şey ise, bu ileri teknoloji çağında üstesinden kolaylıkla gelebileceğimiz birlik ve örgütlenme anlayışıdır. Tehdidin boyutları uluslararası olunca, buna karşı olanların örgütlenme zemini de aynı ölçekte olmalıdır elbette. Aramızdaki dayanışma artık sadece yardımlaşma olmanın çok ötesine geçmek zorundadır. Artık, etkileşimden doğan gücümüzü mücadelemizde karşılıklı olarak keşfetmek, sayısal gücümüzün büyüklüğünü ve fikirlerimizin güçlülüğünü hasmımızı tehdit edecek şekilde örgütlemek zorundayız. Antikapitalist; Sayı 5; Şubat 2001
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||