Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


İspanya’da Anayasa Referandumu Yeni Saldırıların Habercisi

En Lucha Gazetesi (Uluslararası Sosyalist Akım-İspanya)

Avrupa Anayasası Referandumu, kamuoyu yoklamalarının yarattığı beklentiler ile karşılaştırıldığında bir dizi sürprize neden oldu. Yüzde 42.32 gibi çok düşük bir katılıma rağmen Anayasa yüzde 76.73 ile kabul gördü. “Hayır” oyu ise yüzde 17.24 ile beklenenin yüzde 10 üzerinde gerçekleşti. Sonuçlar bölgeler arasında büyük farklılıklar sergiledi.

İspanya’da yapılan bütün Avrupa seçimleri gibi katılım oranının düşüklüğü sonuç üzerinde etkili oldu. Referanduma katılım Haziran 2004’de yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden bile düşüktü. Yüzde 40’lık bir katılım sağlanmasaydı referandum geçersiz sayılacaktı. İktidardaki PSOE, bu tehlikeyi göze alarak katılımın düşüklüğünden faydalandı. İktidarın “Evet” kampanyası gerçek bir tartışmadan kaçarak Avrupa’yı idealleştiren bir nitelikteydi. Karşıtların varlığı bile kabul edilmedi.

“Hayır” oyu yüzde 33.66 ile Bask Bölgesi, yüzde 29.22 ile Navarre ve yüzde 28.07 ile Katalonya’da güçlüydü. Bu sonuç ulus hakkı temeline dayanıyordu. Başkent Madrid’de yüzde 19.39’luk bir “Hayır” oyu çıktı. Ülkenin geri kalanında ise yüzde 10 civarında kaldı.

“Hayır” oylarındaki dengesiz dağılım bir ölçüde bunun etrafında mobilizasyon sağlamanın zorluklar arz ettiği bir kampanya olmasından kaynaklanıyor. Örneğin Madrid’deki Birleşik Sol ve CGT sendikasını kapsamasına karşın kampanyaya aktif katılım düşük oldu. Birleşik Sol’un “Hayır” kampanyası da çelişkilerle dolu idi. Llamazares liderliği yumuşak bir kampanya yapmayı tercih etti. Tabanı çok içten bir şekilde platformda çalışmasına rağmen Birleşik Sol liderliği zor bir kampanya ile kendini yormamaya karar vermişti. Burada yine Birleşik Sol’un, Hükümet’e yakın durma eğilimine tanık olduk.

“Hayır” oyunun sınırlılığını göz ardı etmeden, elde edilen başarının değerini bilmemiz gerekiyor. AB Anayasası’nın reddi neredeyse tümüyle Sol bir içeriğe sahip. Bu kesim açıkça neo-liberalizm karşıtıdır. Ancak güçlü bir anti-kapitalist Sol’un eksikliği bu başarının iyi değerlendirilmesi ve şekillendirilmesini zorlaştırmaktadır.

Referandum sonucunun meşruiyeti çok zayıftır. Ancak Zapatero liderliğindeki PSOE Hükümeti’nin bu sonucu kendi iktidarını güçlendirmek üzere kullanabileceğini bilmemiz gerekiyor. NATO referandumu konusunda da böyle davranmışlardı. PSOE, diktatörlüğün düşmesinden bu yana İspanya’yı uluslar arası kapitalist dinamiğe ve küreselleştirme sürecine sokan en önemli siyasi güçtür. PSOE’nin Avrupa Anayasası’nı kabulü neo-liberalizm ve sosyal devletin ortadan kaldırılmasını savunduğu anlamına geliyor. Bunun sonucu yeni saldırıların geleceği açıktır.

Zapatero iktidarı etrafındaki balayı, öncelikle de 14 Mart 2004 Genel Seçimleri’nde taktiksel bir şekilde PSOE’yi desteklemiş olanlar için eninde sonunda bitecek. Gelecek saldırılara karşı direnişin ve anti-kapitalist hareketin örgütlenmesi bu süreçte anahtar rol oynayacaktır.

Anayasa’ya karşı kampanya ile PSOE’nin iktidara gelmesi ve İspanya’nın Irak’tan askerlerini çekmesi sonrasında yeniden gücünü gösterme fırsatını bulamayan hareket kısmi olarak yeniden canlandı. Anayasa’ya karşı muhalefetimiz neo-liberalizm ve savaş karşıtlığı çerçevesinde algılanmalıdır. 19 Mart’ta Irak ve Filistin’in işgaline karşı sokaklardayız. Bu gösteriler başka bir Avrupa ve başka bir dünya için seferber olmak için yeni bir fırsattır.

Katalonya’dan Mektup

Patronların AB Projesi Kitlesel Destek Almadı

İspanya’da Anayasa Referandum sonuçları, patronların AB projesinin kitlesel destek alamadığını gösterdi. Seçmenin sadece 1/3’ü Anayasayı kabul etti. Üstelik de seçimlere katılım İspanya’nın demokrasiye geçtiği 1970’den beri görülen en düşük düzeyde gerçekleşti. Yüzde 17.3 ile de önemli bir azınlık Anayasa’ya “Hayır” dedi.

Sosyalist Hükümet çok ciddi ve pis bir “Evet” kampanyası yürüttü. Neredeyse bütün siyasi yapılar ve medya Hükümeti destekledi. Ne yazık ki sendikalar liderleri, NATO yanlısı Anayasa’nın George Bush’a karşı bir denge oluşturacağı iddiasıyla Hükümet’e destek çıktılar. Hükümet de kamu kaynaklarını “Evet” kampanyası için kullanmaktan geri durmadı. Sonuçta mahkemeler mücadele etti ve ödenekler durduruldu.

İspanya en AB yanlısı devletlerden birisidir. İspanya’daki referandum sonucunun Avrupa’nın geri kalanı için de bir lokomotif gücü oluşturması umut edilmişti. Egemenlerin umutları suya düştü. Durumun farkında olan patronların gazetesi Financial Times şunları yazdı: „Katılımın düşüklüğü, önümüzdeki 18 ay içinde Anayasayı referandum ile oylayacak olan diğer dokuz üye ülkeye kaygı verici bir mesaj göndermiştir.“ Avrupa uzmanları ve ekonomi basını Fransa, Danimarka ve Britanya’da referandumun kaybedilme olasılığından korkmaktadırlar. Avrupa egemenleri, AB projesinin artan oranda sorgulandığı bir ortamda Anayasa’nın kendilerine taze bir meşruiyet sağlamasını ummuşlardı. AB üyelerinden herhangi birinde Anayasa’nın reddedilmesi tam bir fiyasko anlamına gelir.

Referandumda AB Anayasası’na muhalefet Sol’dan geldi. „Hayır“ oyu seçimlere katılan Sol’un kampanya yaptığı yerlerde ülke ortalamasından daha yüksek çıktı. Anayasayı reddedenlerin oranı Bask Bölgesi’nde yüzde 33.7, Katalonya’da yüzde 28 oldu.

Ne var ki Sol’un bir kesimi „Hayır“ oyunu güçlendirmek için seferber olmadı. Küreselleşme karşıtı olan daha radikal Sol ise sokağa çıktı. Avrupa liderlerinin referandum öncesi Başbakan Zapatero’ya destek ziyaretleri sırasında 15 bin kişi izinsiz gösteri yaptı.

Katalonya’daki kampanya sırasında AB Anayasası’na karşı 150 ayrı toplantı da yapıldı. Son olarak Katalonya’daki Sosyal Hareketler ortak bir meclis oluşturarak daha birleşik eylemler üzerine çalışmaya başladılar. Irak ve Filistin’in işgaline karşı 19 Mart eylemlerinin en güçlü şekilde örgütlenilmesi gündemimizin başında yer alıyor.

Avusturya: Dibe Doğru Yarış

Manfred Ecker - Linkswende (Uluslararası Sosyalist Akım-Avusturya)

Bu satırları yazarken, Avrupa Birliği üyeliğinin 10. yılı kutlanıyor.

Avusturya, üyelik öncesi uyum sürecinde işçi hakları, demokrasi ve çevreyi ilgilendiren düzenlemeler konusunda bir dizi değişikliğe gitti. Bütün standartlar AB düzeyine getirildi. Yani düşürüldü!

Avusturya’da sendikalar sağlık, sosyal güvenlik, emeklilik hakları ve benzeri konularda birçok açıdan söz sahibi olabiliyorlardı. Hükümet bu gücü kırmak için çok uğraştı. Anayasa bile bu uğurda defalarca değiştirildi. Sonuçta yasal düzeyde kazanılmış emek ve diğer demokratik hakları kısıtlamayı başardılar.

Sistemin kâr hırsı karşısında en zayıf durumda olan; çocuklar, kadınlar, emekliler, işsizler, engelliler, Müslüman ve göçmenler çok ciddi hak kaybına uğradı. AB ile müzakere süreci başladığı günden bu yana bütün bu kesimler giderek daha fazla ötekileştirilmektedir.

Avusturya eğitim sistemi OECD ülkeler arasında durumu “en iyi” olandı. Şimdi ise “en kötüler” arasında sayılıyor. Özelleştirmeler aldı başını gidiyor.

Emeklilik maaşları yüzde 30 gerilediği gibi çalışanlar emekli olabilmek için çok daha uzun süreler çalışmak zorunda kalıyorlar.

Adaletsizlik artıyor

Genel olarak da sosyal güvenlik hakları ve ekonomik göstergeleri arasında hiçbir bağ kalmadı. Avusturya’da sözüm ona kişi başına düşen Milli Gelir artıyor. Ancak çalışanların ve yoksulların gelir düzeyi sürekli gerilemektedir. Bunun bir tek anlamı var; o da gelirin zenginlerin elinde yoğunlaşması, gelir adaletsizliğinin artmasıdır.

Bir yıl içinde en zengin 15 kişinin toplam geliri 1 milyar euro arttı. Ancak yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı 1 milyonu geçti (nüfusun 1/8’i). İşi olmasına rağmen yoksulluk sınırının altına itilenlerin sayısında da son dönemde ciddi artışlar yaşandı.

Dolayısıyla zenginler çok mutlu. AB, zenginler açısından büyük bir hayalin gerçekleşmesi anlamına geldi. Sermayenin serbest dolaşımı ciddi bir araç veya sopa olarak kullanılıyor. “Kesintiler yapılmazsa, işçiler fedakarlık etmezse fabrikalar taşınır, sermaye kaçar…” söylemi kafamıza kazınmaya çalışılıyor.

İşçiler ve sıradan insanlar açısından serbest dolaşım hakkı ise irili ufaklı çok sayıda engelle karşı karşıya; AB düzenlemeleri de bu konuda kısıtlayıcı bir işlev görüyor. Yeni pasaportlara parmak izi ve genetik bilgilerin konulmak istenmesi bir “fişleme”dir.

Bütün bunların AB genelinde geçerli olan politikalar gereğince yapılıyor olması özel bir sorun yaratıyor. Kesinti ve hak kayıplarına karşı mücadele çok yavaş şekillendi. Ayrıca bu işin muhatabı olan AB, bir yandan çok güçlü diğer yandan da çok uzakta görünüyor. 10 yıllık AB deneyiminden sonra bazı şeyler daha netleşmeye başladı. Artık, Brüksel’in kesinti planlarını durdurma yolunun bu işin ortağı olan Avusturya Hükümeti’nden kurtulmaktan geçtiğini görüyoruz.

Avrupa “vizyonu” onların, gelecek mücadeler bizim

Phaedon Vassiliades - İşçi Demokrasisi (Uluslararası Sosyalist Akım-Güney Kıbrıs)

1 Mayıs 2004’de Papadopoulos başkanlığındaki Güney Kıbrıs hükümeti ve politik erk Avrupa Birliği’ne katılım nedeniyle büyük kutlamalar düzenledi. AB üyeliği son 15 yıldır Güney Kıbrıs egemen sınıfının temel hedefini oluşturuyordu.

Güney Kıbrıslı sosyalistler olarak başından itibaren Güney Kıbrıs egemen sınıfının “Avrupa” emellerine karşı çıktık. AB “hedefi”nin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’a karşı güçlü bir diplomasi silahı olarak kullanılacağı çok açıktı. Güney Kıbrıs burjuvazisi Türk ve Kuzey Kıbrıs egemen sınıfına şantaj yapmayı amaçlıyordu. Güney Kıbrıs burjuvazisi, politik ve ekonomik olarak izole durumda olan Kuzey Kıbrıs ile kendilerine göre, AB’ye üyelik hayalleri olan Türk egemenlerini Kıbrıs sorununun çözümüne bu şekilde zorlanabileceğini düşünüyordu.

Aldığı yüzde 35 oy oranı ile son iki yıldır koalisyon hükümetinde yer alan Komünist Partisi AKEL, geleneksel olarak AB’yi emperyalist bir kulüp olarak değerlendirmiştir. Ancak 1995’de AKEL liderliği, ulusal çıkarlar adına AB’ci tarafa geçmiştir. Dolayısıyla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’a karşı Güney Kıbrıs işçilerinin sınıf çıkarlarını kendi kapitalist sınıfıyla birlikte tarif etmeye başlamıştır.

Güney Kıbrıs sermayesinin AB üyeliğine odaklanması, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs sermayesine karşı sadece politik arenada değil ekonomik alandaki pozisyonuna da yardımcı olmasıyla ilgiliydi. Güney Kıbrıs sermayesinin AB’ye entegrasyon hedefinin anlamı güçlü bir kale içinde korunaklı bir yer edinerek sadece yeni “iş” fırsatlarına erişmek değildi. Bununla birlikte işçi sınıfının yaşam standardına saldırmak için de “meşru” bir bahane elde etmiş oldular.

Güney Kıbrıs egemenleri, üyelik öncesi AB kriterlerini yerine getirmek için işçilerden 10 yıl boyunca fedakarlık istediler. Özellikle elektrik, telekomünikasyon, bayındırlık ve havayolları sektörleri serbest piyasaya uygun hale getirildi. Bunun anlamı yaygın özelleştirmeler, işçi ve yoksul haklarının “reforme” edilmesiydi. Sosyal güvenliğin yanı sıra tarım sübvansiyonlarında da yaygın kesintilere gidildi.

AB’ye uyum maliyetinin 4 milyar Güney Kıbrıs Sterlini olduğu tahmin edilmektedir. Bu, Güney Kıbrıs GSYİH’nın yüzde 60’ına eşittir. Güney Kıbrıs AB’ye katılır katılmaz da yakıt ve gıda fiyatlarında hızlı bir artış yaşandı. Ekonominin yeniden yapılandırılması da binlerce işçinin işten atılmasına neden oldu.

Güney Kıbrıs egemen sınıfı 2007’de Euro-Bölgesi’ne katılım hedefi nedeniyle yeni bir saldırı başlattı. Bu kez de Euro’ya uyum kriterleri nedeniyle işçi ücretlerinin üç yıl boyunca dondurulması, kamu kurumlarına yeni işçi-memur alımlarının durdurulması, emeklilik yaşının 65’e çıkartılması, eğitim ve sağlık alanında özelleştirme “reformları”nın yapılmasının zorunlu olduğu söyleniyor.

Artık tam olarak “kamu çalışanı” sayılmayan işçiler, emeklilik reformu ve ücretlerin dondurulmasına karşı greve çıktılar. Yoksul köylüler ile çiftçiler, kamyon sürücüleri ve öğrenciler militan eylemler yaparken, kanser hastaları da hastanelerin özelleştirilmesine karşı açlık grevine gittiler.

Ne var ki sendikaların ve AKEL’in liderliği, genel olarak da Sol, Güney Kıbrıs’ın AB’deki yerini sağlamlaştıracak ve dolayısıyla Kıbrıs sorununun çözümünde “kendi” pazarlık gücünü arttıracak ise bu uygulamaların “geri dönüşü olmayan bir yol” olduğunu iddia ediyorlar. Uyum süreci ne kadar sancılı olursa olsun…

Bütün bunlar göz önüne alındığında, AB üyeliğini “tanrıların armağanı” olarak göstermeye çalışanların sahtekarlığı ortaya çıkıyor. Binlerce işçi açısından da AB emperyalist kulübüne katılmanın, adada “istikrar ve barışı güçlendirmek”ten ziyade sıradan insanların yaşamlarında yıkıcı bir etki yarattığı açıklık kazanmaktadır.

Avrupa işçi sınıfı, Avrupa hükümetlerinin planları ve saldırılarına karşı direniyor. Güney Kıbrıs işçi sınıfı açısından da benzer bir mücadele olasılığı var. Onlarca yıldır “askıya alınan” sınıf mücadelesi yeniden gündemdedir.

Antikapitalist; Sayı 31; Mart 2005

'Avrupa Birliği' sayfasına dön
sayfa başına dön