Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


KENDİ İŞİMİZİ KENDİMİZ GÖRMEK ZORUNDAYIZ;
BAŞKA YOL YOK!

AB konusundaki en yaygın görüşlerden birisi de, “bu memlekette iyi bir şeyler olacaksa ancak AB sayesinde olacak, başka bir çıkış yolu da yok” şeklinde özetlenebilir.

Bu yaklaşımın bu kadar yaygın olmasının arkasında yatan toplumsal gerçekleri anlamadan AB konusunda işe yarar politika üretmek de mümkün değil.

Yıllardır düşük ücretler, işsizlik ve yetersiz kamu hizmetleri nedeniyle canından bezen milyonlarca kişi, güvenip oy verdikleri partiler tarafından aldatılmaktan bıktılar. Koşullar kötüleşirken dar bir tabakanın lüks yaşamları her akşam televizyon aracılığıyla oturma odalarında boy gösterdi. Hortumcular, rüşvetler, parti değiştiren vekiller, hep zengine veren hükümetler… Milyonların umudu eridi. Ne partisi, ne sendikası, ne meslek örgütü, hiç birinden hayır beklemez hale geldi. İşte bu milyonlar şimdi yüzlerini kendilerine hayrı dokunur belki umuduyla bu kez Avrupalı politikacılar ve AB kurumlarına döndü.

Kürt halkı yıllarca bağımsız bir devlet, eşit ve özgür bir ülke için canları pahasına mücadele eden gerillaları destekledi. Ancak silahlı mücadelenin kazanmalarına yetmediği görüldü. Bölgedeki egemenliğini yeniden kazanarak Kürt gerillalara soluk aldırmayan devlet, en temel insani talepleri dahi zorbalıkla bastırırken Türkiye işçi sınıfı, sendikal hareketi, bir bütün olarak Türk halkı, devleti onayladı, destekledi. Bir avuç muhalif ses çıkarmaya çalışsa da güçsüz kaldı, onların da sesi kısıldı. Kürt hareketi liderliği, bu yeni durum karşısında politikalarını daha fazla uluslar arası dengeler üzerinden belirlemeye başladı. Yıllarca süren savaş sırasında Avrupa toplumsal muhalefetinin haklı sempatisini kazanan Kürt hareketi, Türk devletini Avrupa egemen sınıflarının kontrolündeki kurumlar aracılığıyla sıkıştırma politikalarına her geçen gün daha fazla bel bağladı. Sonuçta Kürt hareketi ve etkisi atındaki Kürt halkı AB konusunda en az Türk yönetici sınıfı kadar istekli olma noktasına sürüklendi.

28 Şubat muhtırasıyla yönetici sınıfın “haddini bildirdiği” İslami hareket ise, büyük bir güvenle “iktidara yürürken” Türk yönetici sınıfının o kadar da güçsüz olmadığını hızla anladı. Kürt hareketi gibi taleplerini yumuşatan bu kesimin oldukça heterojen olan tabanı için, radikal ve mücadeleye dayalı çözümler gerçekçi olmaktan çıktı. Hatta “takiyye” yaparak hükümet olunsa bile iktidar olunamayacağı kavrandı. Talepler yumuşadı, demokrasi ve adalet ihtiyacı arttı. Hatta hatırı sayılır bir bölümünde ezilen diğer kesimlerle dayanışma duyguları güçlendi. Merkeze doğru yola çıkan Tayip Erdoğan’ın AKP’si başta bu kesim olmak üzere toplumun ciddi bir kesimi için yeni bir umut oldu. Ancak AKP hükümeti, sermayenin bir dediğini iki etmezken islami hareketin tabanından gelen seçmenlerini tatmin etmiyor. Bu kesimin en önemli ve simgesel talepleri AKP hükümetince geçiştirilmeye devam ediliyor. AKP ise bu kesimi, ordu ve diğer güçlerin kendilerini engellediğini, yeni bir 28 şubat’a yol açmadan bu işi halletmeye çalıştıklarını söyleyerek oyalamaya çalışıyor. İslami hareketin tabanında AB konusuna eskiyle kıyaslanamayacak kadar “evetçi” bir yaklaşım olmasının arkasında taleplerinin ancak bu süreçle elde edilebilir olduğu hissinin önemi küçümsenemez.

Türkiye’de toplumsal mücadele alanının en önemli üç unsuru olan işçi sınıfı, Kürt hareketi ve İslami hareketin tabanları açısından özetlediğimiz durumun bu noktaya gelmesindeki en büyük etken, toplumun büyük çoğunluğunun daha iyi bir yaşam için kendisine değil başka birine güvenmesi ve umut bağlamasıdır. Kısmi yenilgiler alan, ya da fikirsel nedenlerle (milliyetçilik, laik cephecilik, neo liberalizmin alternatifi olmadığı vb) hareketsiz kalan Türkiye toplumsal muhalefeti, sıradan insanların hükümete, devlete, sisteme müdahale etme gücünü unutmuş görünüyor. Oysa bizim tek gücümüz bu.

İnsanların kendilerini ezen ve sömüren koca bir sistem karşısında bireysel düzeyde yalnız ve güçsüz hissetmesi çok normal. Bu yalnızlık ve güçsüzlüğün tek ilacı ise birbirine benzer koşullarda yaşayanların ortak hareket etmesidir.

Bugün Türkiye’deki toplumsal muhalefetin en önemli sorunu da bu noktadan bakarak anlaşılabilir: Kendine ve kendi gibi olanların ortak mücadele edebileceğine güven düzeyi çok düşük. AB konusundaki umutların bu kadar yaygın olmasının arkasında esas olarak bu güvensizlik var.

Toplumsal mücadelede bu zaafı ortadan kaldırmak, ezilenlerin ve sömürülenlerin esas gücünün birlikten geçtiğini bilen sosyalistlerin en önemli görevidir. Rengi, dini, ırkı, cinsiyeti, cinsel yönelimi, mezhebi farklı da olsa yaşamı birbirine benzeyenlerin ortak sınıf çıkarlarının ancak birleşik mücadelelerle kazanılabileceğini bilenler umutsuzluğa kapılmazlar. Çünkü esas güvendikleri şey ne kendileri, ne partilerinin gücü, ne de kendileri gibi düşünenlerdir; güvendikleri şey, kendileriyle aynı koşullarda yaşayan sınıf kardeşlerinin birliğinden doğacak güçtür, bu gücün ortaya çıkması için mücadele ederler.

İşçi sınıfından, toplumdan, halktan, bizim gibi olanlardan umudumuzu kestiğimiz an AB yolu “kötünün içindeki en iyi” olarak kendini dayatıyor. Umut ve güvene sahip değilsek, sisteme teslim olmuşuz demektir. İşte o zaman AB’ci olmak dışında bir seçeneğimiz kalmaz.

Oysa bunun dışında bir seçenek var: işçi sınıfının kolektif gücü. Biraz iddialı bir seçenek ama, başka da yolu yok. Eğer refahı, demokrasiyi, özgürlüğü, adaleti, insanca yaşamı istiyorsak, bunu kalıcı olarak elde etmenin garantili ve insanca yolu aynı arzuyu paylaşan milyonların harekete geçmesidir.

Antikapitalist; Sayı 30; Ocak 2005

'Avrupa Birliği' sayfasına dön
sayfa başına dön