AB Genişledikçe
Derinleşen Neoliberalizm
Avrupa entegrasyonu ve genişlemesine yaklaşımların ezici çoğunluğu
entegrasyonun neo-liberal sosyal amaçlarını göz ardı etmektedir.
Avrupa entegrasyon incelemelerinin bir kısmı entegrasyonun doğal bir şeklide
uluslar-üstü yeni bir devlet ile sonuçlanacağını var sayarken başkaları
da AB’nin devletler arası müzakeler ve kurulan koncenüsler üzerinden ilerleyeceğini
tartışmaktadır. Siyaset ve ekonomiyi birbirinden ayırarak entegrasyon
sürecinin aldığı veya alacağı “şekil”e odaklanmak AB’nin “falına bakma”
çabası ile sınırlı kalmaya mahkumdur.
Yeniden yapılandırma
Entegrasyon ve genişleme ancak “içeriği” ve tarihsel bağlamları ile ele
alındığında genişlemenin hedefi daha net görülür.
AB entegrasyonu ve genişlemesinin “içeriği” sosyal üretim ilişkilerinin
neo-liberal temelde yeniden yapılandırılmasıdır. Küresel rekabette güçlenmek
için sermaye açısından gerekli olan bu yeniden yapılandırmada “devlet”
iddia edildiği gibi ekonomiden elini çekmesi gereken bir “hedef” değil,
sermaye gündemini ilerleten bir müttefiktir. Hedef ise sosyal üretim ilişkilerinin
öbür tarafında kalan emektir.
AB küreselleşmenin başlıca aktörlerinden olduğu gibi genişleme süreci
aracılığı ile uzandığı yerleri küreselleştirmek istiyor. Bu yolda kazandığı
her mevzi AB’nin kurucu ülkelerinde ve son genişlemeden önce katılan ülkelerde
neo-liberal yeniden yapılanma saldırsını güçlendiriyor. Burada kazanılan
her mevzi de yenilere geri besleniyor. Fransız araştırmacı Suzan George’un
neo-liberal küreselleşme konusunda söylediğini hatırlayalım: “Dibe doğru
bir yarış!” Almanya’da görülmeye başlanan saat ücreti 1 Euro olan işler,
heryerde sendikasızlaşma, “Yüzde O” zam, çalışma saatlerinin “toplusözleşme”
ile arttırılması, kadınların, göçmenlerin ve “farklı” olan herkesin “ötekileştirilip”
hedef hatası haline getirlmesi... Liste uzatılabilir
Siyasi onay?
Ancak yukarıda değindiğimiz gibi küreselleşme sadece ekonomi alanında
yaşanan teknik bir gelişme veya mutlak bir dış basınç değildir. Sosyal
üretim ilişkileri alanında meydana gelen dolayısyla da farklı güçler tarafından
biçimlendirilmeye açık bir süreçtir. Küreselleşmenin mutlaklıktan çok
uzak olması süreci daha da siyasallaştıran bir dinamik sunuyor. Sermaye,
neo-liberal yeniden yapılandırma projesi için siyasi onay odakları yaratmak
sorundadır. AB adayı devletlerin siyasi desteği de yeterli değildir. Sosyal
üretim ilişkilerinde sistemin bütün zenginliğinin kaynağı emek üzerinde
etkisi olan sendikalar ve siyasi partilerin seferber edilmesine ihtiyaç
vardır. Bu da ancak ekonomik, siyasi ve ideolojik yönetimlerin birlikte
kullanılması ile elde edilebilir. AB egemenleri vaatler ile satın alamadıklarını
ideolojik araçlarla iknaya başvuruyorlar. Eski Doğu Avrupa ve Türkiye’de
yaşam standardı ve demokrasi alanında çok sayıda sorunun varlığı egemenlerin
işini kolaylaştırmaktadır.
DUR!
AB egemenlerinin küresel rekabet için neo-liberal yeniden yapılandırma
projesi Eski ve Yeni Avrupa ile birlikte çevresinde yaşam standartlarının
ve demokrasinin aşağı çekilmeden işlemesi mümkün değildir. Bu süreçte
“kesin” olan tek şey budur. AB projesinin mimarı olarak adlandırılması
gereken Avrupa Sanayiçileri Yuvarlak Masa’sı çevrelerinde “bir ekonomik
model olarak kapitalizmin demokrasi olmadan da işleyebileceği” tartışmalarının
yaygınlaşması da bu yöne işaret etmektedir.
Avrupa egemenlerinin projesi net olabilir ama mutlak değildir. Projeye
eski, yeni ve aday üye ülkelerin işçi sınıfı ve ezilenlerinin birleşik
mücadelesi bütün hesapları altüst edebilir. Yani sürecin ucu açıktır.
Bugünden sürecin neresinde yer aldığımız ise geleceği belirleme mücadelesinde
kritik bir rol oynayacaktır.
Yeni AB Üyeler: Kolaylaşan Ne?
Polonya, Litvanya, Macaristan, Letonya gibi birliğe yeni üye olmuş bütün
Doğu Avrupa ülkelerinde yasal olarak sendikal haklar kayıt altına alınmış
durumda. Fakat pratikte işverenlerin ve devletin sendika karşıtı tutumları
esas belirleyici faktör.
Bu ülkelerde son dönemde AB’ye uyum için çıkarılan iş yasalarında sendika
üyelerinin işten atılması kolaylaştırılıyor, sendika kurmak, greve çıkmak
için çok yüksek sayılarda yeter sayı aranıyor ve sendikacılar veya işçiler
haksız bir durumla karşılaştıkları için mahkemeye başvurduklarında prosedür
çok çok yavaş işletiliyor.
Mahkemelerin grevleri bir aya kadar erteleme hakları var. Bunun yanında
çoğunda grev yasağı olan sektörler bir hayli geniş bir şekilde tanımlanmış
durumda. Örneğin Çek Cumhuriyeti’nde aksatılmaması gerekli olarak sunulan
hizmetlere telekomünikasyon, petrol ve doğal gaz boru hatları da dahil
edilmiş durumda. Bu sektörlerde grev yapmak yasak.
Ayrıca tüm dünyada olduğu gibi buralarda da oluşturulan serbest ticaret
bölgelerinde düşük ücretler mevzu bahisken, sendikaların esameleri okunmuyor.
Türkiye’de, AB’ye “uyumlu” olarak yapılmak istenen Kamu ve Personel Rejimi
Reformlarında da yer alan ve esas işlevi kamu sendikalarını budamak olan
bireysel sözleşme mevzuatı Polonya’da uygulanıyor ve bireysel sözleşmeyle
işe başlayanlara sendika kurma veya girme hakları tanınmıyor.
Sadece bu kadar da değil. Bütün bu ülkelerin yasal mevzuatları istihdamda
ve ücretlendirmede cinsel ve ırksal ayrımcılığa karşı maddeler içeriyor.
Fakat hepsinde kadın işçiler, aynı işi yapan erkek işçilere göre % 18’den
% 35’e kadar varan düşük ücretler almaktalar, işyerlerinde cinsel taciz
sıkça yaşanan ve cezalandırılmayan bir durum. Çoğunda kadınlar, erkeklere
göre daha iyi eğitimli olsalar da istihdamda erkekler kadınlara göre daha
“avantajlı”.
Bizde çingene olarak aşağılanan Roman halkı bu ülkelerin nüfusunun ciddi
bir kısmını oluşturuyorlar. Romanlar, çoğunluğa göre daha fazla işsizlikle
(%90’lara varan oranlar!), daha düşük eğitim standartlarıyla (örneğin
Slovenya’da Roman çocukları, zihinsel engellilerin okullarında okuyabilmekteler
ancak!) ve tabii daha düşük ücretlerle karşı karşıyalar.
Bu ülkeler kadınların başka ülkelerde zorla çalıştırılmak veya fahişelik
yaptırmak üzere kullanıldıkları/kaçırıldıkları mafyanın cirit attığı ülkeler
aynı zamanda.
Yorumsuz:
Sermayenin dergisi The Economist (22 Kasım 2003)
“Büyüme oranı biraz gerileyen bir Orta Avrupa ülkesi AB üyesi olmanın
sevkinin hızla acıya dönüştüğünü görecektir.”
POLONYA
Ela - Pracownicza Demokracja (İşçi Demokrasisi-Polonya)
Polonya’nın AB üyeliği ile birlikte patronların kesinti politikaları Avrpa
teminatı ile güç ve hız kazandı. Sosyal ve demokratik hakların ise hiçbir
garantisi yok. Tek tek Avrupa ülkelerinde olduğu gibi hakları ancak mücadele
ile kazanılacak.
Polonya AB’ye katılmasıyla herkes fiyatlarda bir artış hissetti. Ancak
işçi ücretlerinde benzeri bir artış görülmedi.
AB politikalar, direktifleri ve önerilen Anayasa ulusal hükümetler kamu
hizmetlerinde kesintiye gitme bahanesi sunuyor. Bütçe açığının milli gelirin
yüzde 3’ünü aşmaması hükmü egemenlere göre kamu harcamalarını kısmayı
gerektiriyor.
Polonya’da bugün bunun anlamı sağlık hizmetlerine yeterince kaynak ayırılmamasıdır.
Hemşeriler ve diğer sağlık personelin ücretleri düşük. Hemşeriler ayda
200 Euro alıyor ve dört yıl önceki grevden sonra onlara verilen ücret
artışı sözü yerine getirilmedi. Bununla birlikte hastalar bir dizi sağlık
hizmeti için para ödemek zorunda bırakılıyor.
Özelleştirmelerin önü açıldı
AB politikaları gereği özelleştirmeye hazırlanan ve kaynaksızlığa terk
edilen hizmetlerden birisi de demiryollarıdır. Çok sayıda aktarma noktası
kapatılırken, ulaşım sistemi bakımsız bırakıldı ve demiyolu çalışanlarına
dört yıldır zam yapılmadı. Demiryolları sendikaları geçenlerde greve gitti.
Bundan sonra da eylemlerini sürdüreceğini açıkladı.
Bu gelişmeler AB’ye katılımdan önce başlamıştı ancak üyelik ile birlikte
AB politikaları Polonyalı patronların istediği kesintilere arka çıktı,
güç ve hız verdi.
Batı’ya ucuz emek göçü
Polonya’da işsizlik resmi rakamlara göre yüzde 19’a ulaştı. İşsizlerin
yüzde 80’inin işsizlik sigortası yok. 4 milyon insan aşırı yoksul.
AB üyeliği öncesinde “Avrupa’da iş bulacaksınız” deniliyordu. Ancak Polonyalı
işçiler bir dizi AB ülkesinde serbest dolaşım hakkından yararlanamıyor.
Polonyalıları kabul eden ülkelerde de iş bulmak o kadar kolay değil. Çok
sayıda Polonyalı genç Londra’nın tren istayonlarında yatıp kalkıyor. Buldukları
işlerde ücretler ise zengin AB ülkelerindeki hayat pahalılığına hiçbir
şekilde yetişemeyecek kadar düşük.
Hak garantisi yok
Sosyal Demokrat ve sol reformist partiler Polonya’nın AB’ye katılımını
desteklemişti. Çoğu Batı Avrupa ülkesinde geçerli olan sosyal hakların
AB üyeliği aracılığı ile Polonya’da geçerli kılınacağı düşünülüyordu.
Aynı argüman kadın ve eşcinsel hakları için kullanılmıştı.
İşçi Demokrasisi çevresi ise hakların AB nedeniyle değil AB’ye rağmen
var olduğunu tartıştı. AB’nin temelinde ise rekabet, serbest piyasa ve
bütçe disiplini yatıyor. Bugün ise kazanılmış haklar AB’nin saldırısı
altındadır.
Batı Avrupa ülkelerinde daha iyi kadın ve eşcinsel haklarının varlığı
onların AB’ye üyeliğine dayanmıyor. Örneğin 30 yılı aşkın bir süredir
AB üyesi olan İrlanda’da kürtaj hala yasaktır. Polonya Hükümeti’nin kürtaj
yasağını kaldıracağına dair bir işaret görmüyoruz. Bu hakkı elde etmek
için aşağıdan güçlü bir mücadele örgütlememiz gerekiyor.
Polonya’nın Mayıs ayındaki üyeliğinden sonra eşcinsel hakları için Varşova’da
bir gösteri örgütlenilmişti. Gösteri Varşova Valisi tarafından yasaklandı.
AB üyeliği ayrımcılığa karşı mücadele gibi en temel demokratik hakkın
kullanılabilmesi için bir garanti teşkil etmedi.
Avrupa’da varolan haklar mücadele ile kazanılmıştı ve bugün AB’nin saldırısına
karşı yine mücadele ile korunmaya çalışılıyor. Haklara ulaşım yolu da
bu mücadelelerden geçiyor.
Danimarka
Jakob Nerup - Uluslararası Sosyalistler Danimarka
Avrupa Birliği hiç bir zaman çalışan insanların çıkarına olmadı ve olmayacak.
AB’nin kuruluşu hükümetlerin sermayeyi destekleme hedefine dayanmaktadır.
O günden bu yana da aynı yoldu ilerliyor. İnsan ihtiyaçları ve sosyal
güvenlik AB’nin önceliği değil. Piyasa her zaman önce gelir.
AB bürokrasisi içinde çıkarlarının desteklenmesi için hükümeti kullanan
Maersk, Carlsberg, Group4securicor ve ISS gibi Danimarka merkezli Çok
Uluslu Şirketler, AB’nin genişlemesini işçilerin ve çevrenin sömürüsünü
arttırma fırsatı olarak değerlendiriyorlar. Şirketler eski Doğu Almanya’da
fabrikalar satın alarak şeker gibi bir dizi sektörde tekel oluşturdular.
Bir süre sonra fabrikaların çoğunu kapatıyor ve binlerce işçiyi işten
atıyorlar. Yada Danimarka’da yasak olan bazı faaliyetlerini eski Doğu
Avrupa ülkelerine taşıyorlar. Polonya’da kurulan deva domuz üretim çiftlikleri
buna bir örnektir.
Danimarka 1972’deki referandum sonrası AB üyesi oldu. Peki sonuç ne?
AB yasaları işçi sınıfını sıkıştırıyor ve Danimarkalı egemen sınıfın özelleştirme
ve kamu hizmetlerinde kısıntıya gitmesini kolaylaştırıyor. AB son dönemde
ulaşımın özelleştirilmesine yoğunlaşmış durumda.
Danimarka Hükümeti ırkçı ve İslam düşmanı. Parlamentoda aşırı sağdan
destek alıyor. Göçmenler ve mülteciler çok sıkı yasalarla mağdur ediliyor.
Birçok açıdan Danimarka daha kapalı ve düşmanca bir hale geldi. Hatta
evliliklere bile karışıyorlar. 24 yaşını aşmamış gençlerin yabancıyla
evlenmesi yasak. İşi olmayan göçmen ve mülteciler sınır dışı ediliyor.
Yabancı düşmanlığı ile birlikte aşırı sağın ve reformist Solun milliyetçiliğini
görüyoruz. Reformist Sol AB ye demokratik değil de büroktatik olduğu için
karşı çıkıyor. Bu tabiki doğru ancak tartışma sağı ve milliyetçiliği güçlendiriyor.
Bizler ise antikapitalist ve enternasyonlist bir örgütlenme olarak AB
nin neoliberalizmi ve emperyalizmine karşı birleşik bir mücadele ön görüyoruz.
Bununla birlikte özelleştirmelere ve kamu hizmetlerindeki kesintilere
karşı sosyal mücadelelerin içindeyiz.
İsveç
E. M. Börjesson - Uluslararası Sosyalistler (İsveç)
Avrupa Birliği Batı sermayesinin Batı Avrupa’yı ABD liderliği altında
entegre etme projesi oarak başladı. Soğuk Savaş sırasında bu entegrasyon
İkinci Dünya Savaşı’nda dünya egemenliğini kaybeden Avrupa sermayesini
güçlendirmek için gerekliydi.
İlk başta entegrasyon süreci yavaş işlediği için işçi sınıfı da çok fazla
etkilenmedi. Ancak Soğuk Savaş’ın bitimiyle süreç hızlandı. Neo-liberalizm
Maastricht Anlaşması Euro ve şimdi de Anayasa ile birlikte işçi haklarına
saldırılar yoğunlaştı. İstikrar ve Büyüme Anlaşmasıyla sendikal haklara,
emeklilik haklarına ve kamu hizmetlerine saldırı yoğunlaştı.
İşçilerin dışındaki kesimlerde olumsuz etkileniyor. Avrupa çapında kadınlar
alınıp satılıyor. “Komünizm” çökmesi ve Batı kapitalizminin Doğu Avrupa’ya
girmesiyle birlikte bu kadını aşağlayıcı ticarette bir patlama yaşandı.
Avrupa Birliği bu olumsuzluğu gidermek için parmağını kıpırdatmıyor.
Bunula birlikte Avrupa bir kale olarak inşa ediliyor. Başka ülkelerin
vatandaşlarının AB ye girmesi ciddi bir şekilde zorlaştırıldı. Nesillerdir
avrupada yaşayan göçmenler de iş olanaklarından dışlanarak giderek daha
fazla baskı altına alınıyorlar. Sosyal konum olarak lümpen proletarya
düzeyine itiliyorlar.
AB, Avrupa sermayesini ortak bir çatı altında toplayarak ABD, Japonya,
Çin gibi rakipler karşısında güçlendirmeye çalışıyor. Avrupa sermayesi
bir Avrupa devleti yaratmayı başarırsa diğer kapitalist güçlerle rekabet
bir silahlanma yarışına ve emperyalist savaşlara dönüşmesi tehlikesi ortaya
çıkar.
Kapitalizm altındaki ulus devlet gibi AB de demokratik değildir. AB tümüyle
anti-demokratik bir temelde çalışır. Bütün bu gerçekliğe rağmen AB konusu
Solun kafasını karıştırmaktadır. Kimi AB yi desteklerken başkaları da
karşı çıkıyor. Bizler ise sistemin içerden dönüştürülemeyeceğini yıkılması
gerektiğini düşünüyoruz. AB yıkılmalıdır.
Antikapitalist; Sayı 30; Ocak 2005
'Avrupa Birliği' sayfasına dön
sayfa başına dön |