Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


AB Karşıtlığı: Ordu, MHP ve Emek Cephesi

Türkiye ve AB

Egemenler AB konusunda bölünmüş durumda. MHP ve MGK, Türkiye'nin AB'ye girişini engellemeye çalışıyor gibi görünüyorlar. Büyük sermaye ve onların medyadaki sözcüleri ise, "ancak AB'ye girdiğimiz taktirde sorunlarımızın çözüleceğini" iddia ediyorlar.

Egemenler, Türkiye'nin çıkarlarının hangi emperyalist bloğa bağlanması gerektiği konusunda anlaşamıyorlar. Hükümet ortağı faşistler ile ordunun bazı kesimleri Türkiye'nin yüzünü Türki cumhuriyetlere çevirmesi gerektiğini ileri sürüyorlar.

Türki cumhuriyetlerin ekonomileri ve askeri güçleri Avrupa ya da ABD ile karşılaştırılamayacak kadar küçük. Türk sermayedarlarının turizm, tekstil ve diğer ihraç malları için istedikleri pazarlar, ordunun istediği silahlar ABD'de ve AB'de var. Yönetici sınıfın ihtiyaçları açısından Avrupa'ya karşı çıkmak, ABD ile ilişkileri güçlendirmek demektir.

Emperyalist iki blok olan ABD ve Avrupa arasındaki rekabet kızışıyor. Çelik kotaları konusunda yeni bir ticari savaş başladı. ABD ve AB karşılıklı misillemelerde bulunuyorlar. AB 3 milyar dolar harcayarak yeni bir uydu navigasyon sistemi kuracağını açıkladı. Halbuki ABD'nin GPS sistemi (şimdilik) ücretsiz olarak kullanıma açık durumda. Bu bile ABD ve AB arasındaki askeri güvensizliğin boyutunu gösteriyor. AB'nin ikinci bir uydu sistemi için bu kadar büyük bir harcamayı göze almasının iki anlamı olabilir: Ya Avrupa savunma sanayisine yeni kaynak aktarmak ya da ABD ile bir çatışma yaşanması durumunda kendi bağımsız sistemini oluşturmuş olma güvencesini sağlamak. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın uygu sisteminin egemenler için sadece askeri bir anlamı var.

Türk milliyetçiliğini körükleyerek, ulusal bağımsızlıkçı bir söylemle sunulan AB karşıtı bu proje anti-emperyalist değildir; aksine, ABD emperyalizmi ile Türkiye'nin geleneksel bağlarını güçlendirmeyi öneriyor, Türk sermayesinin AB'den ziyade ABD'ye yanaşmasını istiyor. Ancak AB, bir blok olarak ABD'den daha az emperyalist değildir.

Bahçeli ve Kıvrıkoğlu, Türkiye egemen sınıfının güçlü ve baskıcı devlet yapısını, ordunun ülkedeki ekonomik-politik rolünü, MHP'nin kamu sektöründe elde ettiği etkiyi korumak istiyorlar. "AB mi, ABD mi" tercihlerini belirlerken de bu kriterler üzerinden hareket ediyorlar.

Yönetici sınıfın diğer kesimi de kontrol ettikleri ekonomik gücün ulusal ve uluslararası ekonomik-askeri rekabet içindeki konumunu güçlendirmek amacındalar. Onların AB tercihlerinin temelinde de kendi egemenlikleri ve kar hesapları var. Uluslararası kriterlerden anladıkları temel şey, ekonomik liberalizasyon adı altında kitlelerin yoksullaştırılması.

Emek cephesi

Egemen sınıf arasında yaşanan tartışma esas olarak Türkiye kapitalizminin ekonomik ve askeri ihtiyaçları üzerinden yapılırken emek cephesi içinde yer alanlar açısından AB tartışmaları insan hakları ve refah çerçevesinde yaşanıyor.

Avrupa tabii ki Türkiye'den daha demokratik. İnsanlar istedikleri dilde istedikleri şeyi yazıp yayımlayabiliyorlar. Politik partiler ve sendikalar keyfi uygulamalarla kapatılmıyor, kitaplar toplatılmıyor. Bu nedenle insanların Türkiye'deki yoksulluk, baskı, sansür ve demokratik hakların güdüklüğüne bakarak AB "uyum" paketlerini demokrasi ve refaha kavuşmak için kestirme bir yol olarak görmeleri çok doğal.

Ana dilde eğitim hakkı isteyenlerden türbanıyla okula gitmek isteyenlere, kadın hakları savunucularından eşcinsellere, sendikacılardan insan hakları savunucularına kadar pek çok kişi kendisini AB taraftarı olarak tanımlıyor ve Türkiye'nin AB'ye girmesini istediğini söylüyor.

Ancak mücadele ile alınan bu haklar Avrupa'da şu anda saldırı altındalar. Örneğin azınlıkların kültürel hakları ve örgütleme özgürlüğü, onyıllar süren çetin mücadeleler ile kazanıldı. Bu kazanımları koruma mücadelesi de sürüyor.

Barselona'da yarım milyon kişi Türkiye'deki mezarda emeklilik türü bir düzenlemeyi görüşen AB liderlerinin toplantısını protesto etti. Roma'da 3 milyon kişi yürüdü. Almanya'da IG Metall sendikası kitle grevlerine hazırlanıyor, İngiltere'de kitlesel bir savaş karşıtı hareket hükümeti zorluyor.

Diğer yandan sağ da yeniden politika sahnesinde. Avusturya'da faşistler yüzde 20 oy aldılar. İtalya'da geçen yıl yapılan seçimlerde Berlusconi faşist dostlarıyla hükümete geldi. İtalya'da işçi hakları ve demokrasi mücadelesinin yeniden yükselişe geçmesi geçen Temmuz ayında Cenova'da yaşanan anti-kapitalist küresel direniş gösterileri ve işçilerin Carlo Giuliani'nin öldürülmesine gösterdikleri tepki üzerine mümkün oldu.

AB ile uyum süreci gereği yapılması planlanan hukuki düzenlemelerin daha fazla özgürlük alanı açan bölümlerine karşı ordu ve hükümette bir direnç var. Demokratikleşmeye olan dirence karşı bizler de idam cezasının kaldırılması, anadilde eğilim hakkı gibi demokratik değişimler için, daha fazla demokrasi, insan hakları ve refah isteyenler olarak safımızı alacağız. Ancak demokratikleşme, özgürleşme ve refah artışının hukuki düzenlemelerle kullanılabilir bir kazanca dönüştürülemeyeceğini unutmamalıyız. Ayrıca bu yönde kazanımlar elde etme mücadelesi, yönetici sınıfın şu ya da bu kanadıyla ittifak yaparak elde edilemez. Çünkü yönetici sınıf, AB'ci ya da AB karşıtı olarak ikiye bölünmüş olsa bile, emek cephesi karşısında birlikte durmaktan bir an olsun bile vazgeçmez. Biz de Cenova'da, Brüksel'de, Barcelona'da, Roma'da kendi yöneticilerine karşı direnen Avrupa işçi sınıfıyla kader ortağı olduğumuzu, demokrasi mücadelesindeki müttefikimizin şu ya da bu kanattaki yöneticiler değil Avrupa'daki sınıf kardeşlerimiz olduğu bilinciyle davranmalıyız.

Ordu ve sağın sergilediği milliyetçilik işçi sınıfı açısından çıkmaz sokaktır. Türk-İş yöneticileri, sosyal demokrat liderler ve hatta sosyalist soldaki bazı grupların bile çizdiği "ulusalcı" temeldeki AB karşıtlığı işçi sınıfının bir sermaye grubunun peşinden başka bir sermaye grubunun peşine takılmasını öngören ve dolayısıyla anti-emperyalist olmayan bir stratejidir.

Buna karşın demokrasi ve işçi sınıfı mücadelesinde Türkiye'nin AB'ye girmesinden başka çıkar yol görmeyen strateji ise yenilgiyi peşinen kabul eder. "Bu memlekette nasıl olsa solun da işçi sınıfının da mücadele edeceği yok, belki AB bizi biraz Avrupalılaştırır, en azından bundan daha iyi olur" düşüncesi yanlıştır. Çünkü AB ülkelerinde olan ve Türkiye'de de olmasını istediğimiz özgürlükler Berlusconi, Blair, Schröder ya da Jospen gibilerinin bahşettiği şeylerle değil; aksine onlar gibi yöneticilere karşı yapılan kitlesel grev ve gösterilerle elde edilip bugüne kadar korunabildi. Bugün Avrupa şehirlerinde kitlesel protestolar yapanlar (Roma'da 3 milyon, Barselona'da yarım milyon, Cenova'da 300 bin, Londra'da 100 bin) demokrasi ve refahın nasıl kazanılıp savunulabileceğini yeniden gösteriyorlar.

İşçi sınıfının kendisini sermayedarların kuyruğuna takan milliyetçilikten uzaklaşabilmesi için gerçek bir alternatife ihtiyacı var. Bu alternatif AB ile pasif uyumdan değil aktif mücadeleden geçiyor. Avrupa ekonomik kriz içinde. Avrupa egemenleri değil Avrupa işçi sınıfı bize yol gösteriyor.

Antikapitalist; Sayı 15; Nisan 2002

'Avrupa Birliği' sayfasına dön
sayfa başına dön