Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Avrupa Birliği’nin Acı Reçetesi

Avrupa Birliği (AB), 1991’de imzaladığı Maastrich Anlaşması’yla ekonomik ve parasal birliğe geçiş koşullarını belirleyerek, üye ülke ekonomilerinin kamu açığı, kamu borcu, enflasyon, faiz oranı gibi büyüklüklerine sınırlar getirdi.

Buna göre, kamu açığının gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yüzde üçünden az olması gerekiyor. Türkiye’de ise 1999 yılındaki kamu açığı GSYİH’in yüzde 12’si düzeyinde.

Anlaşmaya göre, enflasyonun son 12 ay içinde en düşük enflasyon oranına sahip 3 üye ülkenin enflasyon oranları ortalamasının en fazla 1.5 puan üzerinde olması gerekiyor. AB’de kabul edilebilir enflasyon oranı bu yıl yüzde 3. Türkiye 1999’u %69’luk enflasyonla kapattı.

Bu reçetenin bizim için anlamı kamu harcamalarının kısılması, yani işsizlik ve özelleştirmelerdir. Enflasyonun aşağı çekilmesinin anlamı patronların kârlarını ve uluslararası düzeyde rekabet güçlerini artırmak için düşük ücret politikalarıdır. Yani sömürü oranının arttırılarak kârların yüksek tutulmasıdır.

1999 yılında kamu kesimi mallarına yüzde 100 oranında zamlar yapıldı. Şimdi bizden küçülen ekmeğimizi büyütmek için mücadele etmememiz, kemerlerimizi sıkmamız isteniyor. AB reçetesinde işçiye, köylüye, küçük işletme sahiplerine kemer sıkmak var. Niçin? Çünkü 2000 yılında büyük patronlar Avrupa patronlar kulübüne girecek. Uluslararası düzeyde daha iyi rekabet edebilmeleri için kulübün üyesi olmaları gerekiyor. Ortada paylaşmak üzere bir pasta var. Bu pastayı üretenler tüm AB üyesi ya da aday üyesi ülkelerin emekçileri. Avrupa patronlarının kulübü olan AB, bu pastayı büyütmüyor. Aksine bizim payımızı küçültüyor. Ürettiğimiz pastadan bize düşen kırıntılarda bile gözleri var; aç kalın, işsiz kalın, kemer sıkın diyorlar, sosyal haklarımıza saldırıyorlar.

AB demokrasi getirir mi?

AB’nin ekonomik reçetesi insanların yemek, içmek, barınmak gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan iş ve çalışma haklarına saldırıyor. Ekonominin küçük bir azınlığın kârlarını arttırabilmesi için yeniden yapılandırılmasını, binlerce işyerinin kapatılmasını istiyor. Türkiye’de patronlar, Avrupalı patronlarla aynı kulübe giriş izninin ekonomik alanda patronların demokrasisi olan piyasa ekonomisinin güçlendirilmesinden geçtiğini çok iyi biliyorlar.

Peki o zaman bu AB’nin insan hakları ve demokrasi havarisi olduğuna dair bunca haber nereden çıkıyor? Bu haberler yönetici sınıf ve medyası tarafından sürekli pompalanıyor. İnsan hakları, demokrasi, barış ve daha güzel bir dünya isteği büyük çoğunluk için öylesine özlemler ki yöneticiler de her yaptıklarını bu kılıfa uydurmaya çalışıyorlar. Egemen sınıf sanki hep bizim iyiliğimiz için çalışıyormuş, bizden farklı hiçbir niyet ve çıkara sahip değilmiş gibi bizi ikna etmeye çalışıyor. Patronların yaptığı bütün paylaşım savaşları aslında bizim çıkarımız içinmiş!

AB, Kürt sorunu ve idam

Avrupa’da yöneticiler her sıkıştıklarında ırkçılığa, göçmenleri günah keçisi ilan eden politikalara başvuruyorlar. Ancak ırkçılık karşıtı hareketler ve ezilenler için adalet isteyen kampanyalar yapıldığında geri adım atmak zorunda kalıyorlar.

Abdullah Öcalan’ı Türk Devletine hediye eden Avrupa patronlarıydı. Ne varki Kürtlerin haklı taleplerine kulak tıkayıp Türk devletini destekleyen politikalar Avrupa’lı emekçiler tarafından büyük öfkeyle karşılandı. Yunanistan’da, İtalya’da, Almanya’da, İngiltere’de Kürtlerle dayanışma kampanyalarına milyonlarca Avrupalı işçi katıldı. Alman hükümeti Türk devletine tank satmaya kalkınca toplumda bu tankların Kürtleri öldürmek üzere kullanılacağı düşüncesi bir infial yarattı. Avrupalı işçiler Abdullah Öcalan’ın Türk Devleti’ne hediye edilmesinde ABD ve Avrupa yöneticilerinin oynadığı rolün farkında. AB patronları idam karşısında ortaya çıkacak öfke ve istikrarsızlıktan korkuyor. AB yöneticileri dünyanın bir çok yerinde katliamlar gerçekleştiren diktatörleri ve darbecileri desteklediler. Destekledikleri diktatörler gibi elleri kanlı olan Avrupa yöneticileri, aşağıdan gelen öfke karşısında insan haklarını savunuyorlarmış gibi görünüyorlar. Ancak tüm icraatları, kârlarını insan hakları ve demokrasinin önüne koyduklarının kanıtı.

AB patronları bize Kürt sorununda demokratik çözüm, işçi hakları, insan hakları, demokrasi, adalet hediye etmeyecek. Bunlar patronların hediye edebileceği türden şeyler değil. Ama bu hakların toplum nezdinde ne kadar popüler olduklarını bildikleri için her saldırılarını bu söylemlerle cilalıyorlar.

İnsan hakları, özgürlük, refah, demokrasi ambalajına sarılmış istikrar paketi ile işimize, ekmeğimize, geleceğimize saldırılıyor. Bu istikrar paketini çöpe atmadan, patronları geri püskürtmeden insan haklarımızı, demokrasi ve adaleti kazanmamız mümkün değil.

AB’nin Gerçek Yüzü: Hayat toz pembe mi olacak?

Gazeteler, Avrupa Birliği’ne (AB) girince insan haklarından enflasyona kadar her türlü problemin çözüleceğini söylüyorlar. Radikal, her üniversite öğrencisinin bir yılını Sorbonne veya Cambridge üniversitesinde geçirebileceğini iddia ediyor. Hürriyet de AB’nin bize “toz pembe” bir gelecek vaad ettiğini söylüyor.

Ancak AB bir patronlar kulübü. İnsan hakları, demokrasi ya da yoksulların durumu AB’nin umrunda değil. İspanya’da Felipe Gonzales hükümetinin Bask liderlerini öldürmek için kurduğu “faili meçhul” ölüm timlerini dert etmeyen AB, Britanya’nın İrlandalı tutsaklara işkence yapmasını ve bu nedenle insan hakları mahkemelerinde yargılanmasını da önemsemiyor.

AB ülkeleri yöneticileri dünyanın her yerinde diktatörleri ve baskıcı rejimleri desteklediler. Endonezya’da devrilinceye kadar halka karşı Suharto’nun yanında yer aldılar. Halkın açlıktan kırıldığı, içecek suyun bile sorun olduğu Afrika ülkelerine verdikleri borçları ve faizlerini alabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Avrupalı patronlar, silahlanma ve faize milyarlarca dolar harcayan ama açlık sorununu çözmeyen Afrika ülkeleri yönetici sınıflarını çok sevdiler, hep desteklediler.

Çünkü AB, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, özgürlük ve demokrasiyi artırmak için değil; Avrupa patronlarının Amerika ve Asya’daki rakipleriyle daha etkili bir şekilde rekabet edebilmeleri ve farklı ülkelerdeki Avrupa patronlarının birbirleriyle rekabetini düzenlemek için kuruldu. AB patronlarının temel amacı, rakipleriyle rekabette güçlenmek için işçilerin yaşam standartlarını gerileterek kârlarını artırmaktır. İnsan hakları, demokrasi, yoksulluk falan gibi konular hep “temel amaca” tabidir.

Avrupalı işçi de dertli

AB, yöneticilerin inanmamızı istediği bir “ekonomik mucize” getirmedi. Avrupa ekonomisinin iki anahtar ülkesi Fransa ve Almanya’da işsizlik %10-12 arasında. Avrupa Para Birliği’ne geçiş çalışmalarının Avrupa işçileri için yarattığı sonuçlar 1968’den sonra Avrupa’da görülen en büyük protesto eylemlerine yol açıyor. Fransa’da 1995 Kasım-Aralık’da gerçekleşen kitlesel grevler AB acı reçetesini uygulamaya çalışan Jupee hükümetini çöpe attı. Almanya’da “sosyal uzlaşma dönemi” yerini grev ve gösterilere bıraktı.

Avrupa Birliği süreci politik bir kutuplaşmayı da beraberinde getirdi. Fransa, Almanya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda sosyal demokrat hükümetler seçildi. Ancak aynı zamanda aşırı sağ partiler de yükselişe geçti. Avusturya’da yapılan son seçimlerde faşist Özgürlük Partisi %22.6, İsviçre’de Halkın Partisi %27.6 oy aldı. Her iki parti de çok saldırgan bir ırkçılık ve göçmenler karşıtı bir seçim kampanyası yaptılar.

AB savunucuları bize “Avrupa’daki sosyal devlet ve eğitim sistemine bakın” diyorlar. Oysa dönüp baktığımızda Avrupa’nın tümünde sosyal devlete yapılan saldırıları görüyoruz. İngiltere’de üniversite öğrencilerine verilen karşılıksız eğitim kredisi kaldırıldı. Fransa, Yunanistan ve hatta Hollanda kötüleşen eğitim sistemine karşı yapılan sokak gösterileri ve boykotlarla çalkalanıyor. Özelleştirme ve kesintiler, başta hastaneler olmak üzere toplumsal hizmet veren devlet kuruluşlarında standartların düşmesine yol açıyor. Avrupa patronları “ABD ve Japonya ile rekabet etmek zorundayız” tehdidini kullanarak Avrupa işçilerinin kazanımlarına saldırmaya çalışıyorlar. Çalışma saatlerini artırmak, iş güvencesini azaltmak istiyorlar.

Avrupa ülkelerindeki sosyal yardımlar, çalışma saatleri, yaşam standardı Türkiye’ye göre daha iyi. ABD gibi zengin ülkelere göre de daha iyi. Bu durumun nedeni Avrupa patronlarının iyi kalpli olması ya da AB mevzuatı değil. Avrupa yönetici sınıfları bu durumdan sürekli şikayet ediyorlar. Bu kazanımların nedeni, işçilerin uzun mücadele tarihinde yatıyor. Avrupa’nın tümünde ikinci dünya savaşı sonrası sosyal devlet reformları gerçekleşti. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı savaşmış ve daha iyi bir dünyada yaşamak isteyen radikal ve militan işçiler patronları korkuttu. Zamanın İngiliz yöneticilerinden Quintin Hogg, “ya biz onlara reform vereceğiz ya da onlar bize devrim verecek” diyordu. Bu kazanımların korunması da işçilerin mücadele etmesine bağlı.

AB’ye değil kendine güven

Türkiye’nin AB’ye tam üyelik süreci mezarda emeklilik ve özelleştirmelere karşı işçilerin mücadelesini zayıflatmak üzere çıkarılan tahkim düzenlemeleri ile resmi rakamlara göre %69 olan enflasyon karşısında kamu çalışanlarına %15 ücret artışı ile başladı. Bu uygulamalar Avrupa tarafından kabul görmekle kalmıyor, Avrupa ve Dünya Bankası tarafından zorlanıyor.

“Avrupa ile uyum” denilen süreç, daha şimdiden açıkça görüldüğü gibi, işçilere daha fazla saldırı anlamına geliyor. Bu nedenle işçiler AB’yi reddetmelidir. Avrupa’da ihtiyacımız olan tek şey Fransa, Almanya ve Yunanistan’da varolan sınıf mücadelesinin militanlığıdır. Yalnızca böylesi bir mücadele demokrasi, insan hakları, sosyal devlet, daha iyi sağlık ve eğitim sistemine ulaşmamıza yardımcı olabilir; bizi şimdiki halimize getiren Türkiye yönetici sınıfının üyesi olmak istediği patronlar kulübü Avrupa Birliği değil.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 12; Ocak 2000

'Avrupa Birliği' sayfasına dön
sayfa başına dön