
Kitap Hakkında
Bir ideoloji olarak Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
hükümetlerini meşrulaştırmak için 1920lerde yaratıldı. Bu ideoloji, ekonomik
olarak geri ve bağımlı bir monarşiden modern kapitalist devlete ilerleyişin
bütün prestijini Mustafa Kemal ve onun yakın çalışma arkadaşlarına vermektedir.
Kişilik kültü ile birlikte, a) yabancı düşman güçlerden cesaret alarak
Türkiye’yi bölmek isteyenlerin, özellikle de Kürtlerin, b) Türkiye’yi
ortaçağa götürmek isteyen dini gericilerin modern Türkiye’ye yönelik tehditler
olduğu fikri işlendi. Her türlü baskı ve sansür, böyle tehditler olduğu
varsayımı üzerinden haklı kılındı.
Bu, bir elitin ideolojisidir. Bu ideolojinin işlevi, seçilen hükümetin
rengi ne olursa olsun, Kemalist elitin yönetimini desteklemektedir. Bu
elit, günümüz Türkiyesi’nde ‘statüko’ olarak tanımlanan devlet bürokrasisi,
ordu, eğitim ve adalet sisteminin başındadır.
Bu fikirlere göre, sıradan insanlar ya aptaldır, ya da kolayca yönlendirilebilir.
Elit, onları zararlı fikirlerden, dinci-gerici propagandadan, Türkiye’yi
bölmek için kullanan yabancı güçlerden korur. Bu nedenle de neyin yazılıp
neyin okunacağına onlar karar vermelidir.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet rejiminin kuruluşu sürecinde ‘gerçek amaçlarını
sakladığı’ için övülür. Efsaneye göre o, halkın psikolojisini anlamış
ve kendi iyilikleri için onları yanıltmıştır. Tarihi ironilerden birisi
de, Kemal’in neredeyse kesin olarak doğruyu söylediği zamanlarda bile
onun aslında ‘yalan söylediğinde’ ısrar edilmesi ve bu ‘yalanı’ söylediği
için övülmesidir. Kemal’in halifeliği savunmak için savaştığı yönündeki
sözlerine ilişkin Kemalist görüşler buna bir örnektir.
Tehditleri gerçek gibi göstererek yeniden yazılan Türkiye tarihi aracılığıyla
haklı kılınan bu ideoloji, sömürücü-egemen sınıf olan Kemalist eliti kurtarıcı
gibi göstermeye hizmet etmektedir.
Bu nedenle, tarihte gerçekte neler olduğu önemlidir. Gerçekte nelerin
yaşandığını göstermek için de, baskıcı Osmanlı rejimine karşı isyanın
büyüdüğü 1900’lerin başını incelemek gerekiyor.
Devrim ve Diktatörlük başlıklı ilk bölümde bu tarihsel süreç ele alınıyor.
Kitabın ikinci bölümünde ise bu tarihsel sürece ilişkin teorik çerçeve
ve tartışmalara yer veriliyor.
İlk bölümün girişindeki 1906-1909 Devrimi başlığı altında, bu devrimi
yapan güçleri ve devrimin getirdiği değişimler inceliyor.
Osmanlı İmparatorluğu, büyük emperyalist güçlerin egemenliği altında
olan, ekonomik olarak geri bir mutlak monarşiydi. İmparatorluk, bir dizi
farklı dil konuşan, farklı dinlere mensup bir halkı yönetiyordu. Günümüzün
modern Türk iyesi’ni oluşturan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezindeki
topraklarda bile nüfusun %20’si gayrimüslimdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist işletmeler vardı. Bunların çoğunluğunun
hem sahibi hem de işçisi gayrimüslimdi. Yabancı sermayedarların sahip
olduğu, devlet tarafından kontrol edilen ulaşım sisteminde ise karma bir
işgücü vardı. Mutlakıyetçi monarşi, kapitalist ekonomik gelişim önünde
bir engeldi.
Osmanlı devleti, kapitalist dünya ile rekabet etme ihtiyacı nedeniyle,
orduyu ve merkezi yönetimi yeniden yapılandırmaya zorlandı. Ancak bu yeniden
yapılandırma, Osmanlı toplumunun düşük verimlilik problemini çözemeyecekti.
Yeniden yapılanmaya kaynak bulmak için sürekli arttırılan vergiler, isyanı
tetikleyen nedenlerden birisi oldu.
Gelinen noktada, kitleler artık toplumun eski haliyle devam etmesine
tahammül edemez, egemenler de eski yapıyı sürdüremez durumdaydılar. Bu,
toplumsal yapıda radikal bir değişim yaratarak toplumsal gelişmenin farklı
bir yön çizmesine kapı aralayacak devrim için bir önkoşuldu.
1906 ve 1907, padişahı anayasal düzen ve seçimleri kabul etmeye zorlayan,
silahlı isyanlarla taçlanan, farklı dil ve dinlere mensup kitlelerin aşağıdan
yükselen isyanıydı. Türk ve Müslüman olmayanlar bu devrimde önemli bir
rol oynadılar. (Anadolu’daki Ermeniler ve Rumlar, Avrupa’daki Arnavutlar,
Bulgarlarve Museviler.)
1908 Devrimi’nin getirdiği politik özgürlük, işçi sınıfı mücadelesinde
bir patlamaya yol açtı. İlk önemli sosyalist örgütlenmeler kuruldu. Burjuva
mücadelesi yarı yarıya Türk ve Müslümanlardan oluşurken, işçi sınıfı mücadelesi
liderliğinin önemli kısmını oluşturanlar Türk ve Müslüman değildi. (Selanik’te
Musevi, Rum ve Bulgarlar; İstanbul ve İzmir’de Rum, Musevi ve Ermeniler.)
1909’da, eski düzenden çıkarı olanların mutlakıyeti geri getirmeye yönelik
girişimleri farklı dil ve dinlere mensup kesimlerin birleşik ve kitlesel
direnişi ile yenilgiye uğratıldı. Abdülhamit tahtan indirilerek yerine
çok sınırlı yetkilere sahip yeni bir padişah getirildi. Politik sistem
geri dönülmez bir biçimde değiştirilmiş ve Türkiye’de kapitalist gelişmenin
önü açılmıştı.
1908 Devrimi, bir burjuva devrimiydi. Liderliğini ise devlet bürokrasisinin
orta katmanlarıyla birlikte tüccarlar ve kent eşrafı üstlenmişti. Orta
düzeyli subaylar ve erlerin desteğini kazanmışlardı. Büyük politik partiler
ve tabandaki politik örgütlenmeler bu sürecin bir parçasıydı. Hareket,
ordu ile sınırlı değildi.
Bu devrim, varlıklılara politik, zenginlere ekonomik özgürlük getiren,
ancak işçilere grev yasağı koyan klasik bir burjuva devrimiydi. Bu konu
başlığının sonunda 1908-1909’un, İngiliz ve Fransız devrimleri geleneğinde
bir burjuva devrimi olduğunu göstermeye çalışıyorum. Bu devrimlerin hiçbirinde
bugünkü anlamda bir ‘kapitalist sınıf’ın varlığı söz konusu değildi. Hepsinde
de kapitalist gelişme yolu burjuva devrimi tarafından açıldı.
Kemalist tarih, 1908-1918 yıllarını ‘İkinci Meşrutiyet Dönemi’, 1909
karşı-devrim girişimini ise ‘31 Mart Olayları’ olarak tarif eder. Kitlesel
ayaklanmaları hesaba katmaz ve padişah tahta kaldığı için 1908 Devrimi’ni
‘önemsiz’ olarak gösterir. 1909 karşı-devrimini ise ‘İslamcı gericilik
öcüsü’ne bir örnek olarak verir.
Kemalist tarihçilerin, 1906-1909 döneminin önemini reddetmelerinin gerçekten
de önemli nedenleri vardır. Bu dönemde, farklı etnik ve dinlere mensup
kesimlerin özgürlük mücadelesi için birleşmelerinin mümkün olduğu görülür.
Türkiye’de neredeyse yarım yüzyıl boyunca bir daha yaşanmayacak bir demokrasi
ve özgürlükler düzeyine ulaşılır. Ayrıca Mustafa Kemal, Osmanlı’daki muhalefet
partilerine üye olmasına rağmen 1908’de önemli bir rol oynamamıştır. 1909’daki
rolü ise küçüktür. Kemal ve yandaşlarının daha sonra Kemalist Devrime
mal edecekleri birçok toplumsal değişim, gerçekte, bu dönemde başlamıştır.
Kapitalist Türk Devletinin Gelişimi başlığı altında, devrimin yarattığı
düzenin sorunları irdeleniyor.
Devrimi gerçekleştiren muhalefet hareketi çelişkili fikirler ve hedeflerle
doluydu. Aslında burjuva devrimleri genellikle böyle yaşanır. Toplumun
bütünü, eski düzenin yıkılması için harekete geçer; ancak uzun vadede
sadece bir azınlık, yeni yönetici sınıf kârlı çıkar. Kapitalistlerin demokrasiye
bağlılığı çoğu zaman kısa vadelidir.
Türkiye’de de böyle oldu. Yeni devlet, hızla işçi sınıfı hareketine karşı
saldırıya geçti. Kamu sektörü grevleri devrimden sonraki birkaç ay içinde
yasaklandı. Bu devrim kapitalizmi kurmak içindi; herkese özgürlük için
değil.
Trajik sonuçlara yol açacak bir başka çelişki de nüfusun Balkanlar’da
olduğu gibi karışık olmasıydı. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler,
Türkler, Kürtler ve başkaları aynı topraklarda birlikte yaşıyorlardı.
Eski düzenin yıkılması için birliğe ihtiyaç vardı ve bu sağlanmıştı. Ancak
kapitalist gelişmenin önünü açmak isteyenler, tek piyasalı, tek dilli
ve tek dinli üniter bir ulus-devlete yaratmak istiyorlardı.
Aşağıdan mücadelenin birliği cömert ve kapsayıcıdır. Oysa kapitalistlerin
istedikleri üniter devletler tek bir dil, tek bir din ile yaratılır. Bunun
için de diğerlerinin üstünde devlet baskısı kurulur. Nüfusun karışık olduğu
Balkanlar’ın son yüzyıl boyunca savaşlarla darmadağın edilmesinin nedeni
budur.
Yeni rejimde, 1909’dan sonra Türk milliyetçiliği baskın çıktı. Türk milliyetçiliğine
doğru dönüş ile demokrasiye sırt çevirme el ele yürüdü. Özgürlük mücadelesinin
liderliğini yapan grubun, işçi sınıfı ve gayrimüslim müttefiklerini dışlayan
Türk milliyetçiliği, diktatörlüğe giden yolu açtı.
Aşağıdan sağlanmış olan birliğin yenilmesi kolay olmadı. İşçi sınıfı,
fiziksel güç kullanılarak bölününceye ve gayrimüslim nüfus tasfiye edilinceye
kadar birliğini korumak için mücadele etti.
Etnik ve dini olarak üniter bir devlet yaratılması, vahşi bir şekilde
gerçekleştirildi. Anadolu’daki gayrimüslim nüfusun ciddi bir kısmı şu
ya da bu şekilde ortadan kaldırıldı (Ermenilerin hemen hepsi ve çok sayıda
Rum). Türkiye’de demokrasi için aşağıdan mücadele etme geleneğine sahip
olanların sayısı çok azaldı. 1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlı’nın yaşadığı
toprak kaybı, Arnavutları ve Selanik işçilerini bu sahneden çekmişti.
Rumların göçü ve sınır dışı edilmesi Dünya Savaşı’ndan bile önce başlamıştı.
Bir milyonu aşkın Ermeni'nin yok oluşu Anadolu’daki burjuva devriminin
belkemiğini ortadan kaldırdı. Bu süreç, geriye kalan son önemli gayrimüslimlerin
de (Rumlar) Anadolu ve İzmir’den çıkartılması anlamına gelen 1923’teki
nüfus mübadelesi ile tamamlanacaktı.
Britanya, Fransa ve müttefikleri, Almanya’yı (dolayısıyla da Türkiye’yi)
yenilgiye uğrattı. Kazananlar, ganimeti paylaşmak istiyorlardı. Ganimetlerden
biri de Osmanlı İmparatorluğutopraklarıydı. İttihat ve TerakkiHükümeti,
yeni Türk Devleti olarak modern Türkiye ile aşağı yukarı aynı topraklara
sahip bir alanı savunmak üzere hazırlanmıştı. Hükümetin İttihat ve Terakkili
üyeleri kaçtılar; ancak İttihat ve Terakki’nin politik örgütlenmesi silahlı
bir şekilde yerinde duruyordu.
Türkiye, resmi olarak değilse de, fiili olarak işgal altındaydı. Bu döneme
dair Kemalist yorumlar İttihat ve Terakki’nin ülkeyi bir felakete sürüklediği,
sonra da onu kaderine terk ettiği şeklindedir.
Dünya, emperyalizmin egemenliği altındaydı. Yeni egemen sınıf, monarşiden
devraldığı yarı-sömürgeci bağlarını aşacaksa emperyalist hiyerarşinin
içinde kendine bir yer açmak zorundaydı. Bunu başarmak için büyük güçler
ile ittifak kurması gerekiyordu. Tesadüflerin rolü olsa da, Türkiye’nin
Birinci Dünya Savaşı’nın insanlık dışı katliamına Almanya’nın müttefiki
olarak katılmasının asıl nedeni buydu. Elbette insanlık değerlerine sahip
hiç kimse, savaşın katliamının her hangi bir tarafında yer almayı savunamaz.
Büyük güçlerle ittifakın sonuçların birisi, gerçekten de kapitülasyonların
(yabancı sermayeye tanınan ayrıcalıkların) son bulmasıydı. Türk Hükümeti,
yabancıların sahip olduğu işletmeleri devletleştirdi ve kendi vergilerinin
hepsini toplayabilir, dış ticareti kontrol edebilir hale geldi.
1913 sonrası kurulan fiili İttihat ve Terakki diktatörlüğü (seçimler
oldu, ama bunlar ‘özgür ve adil’ değildi) baskıcıydı; fakat yeni egemen
sınıfın bakış açısından bakıldığında ilericiydi. Modern bankacılık sistemi,
yatırım ve ekonomik gelişme teşvikleri olan, bir derecede laik ve kadınlar
için (bazı) hakların olduğu modern bir toplum yaratıldı.
Aslında İttihat ve Terakki ile Kemalistler arasında çarpıcı bir devamlılık
söz konusudur. İttihat ve Terakki düzeni çirkin ve vahşi bir diktatörlüktü,
ama 1923 sonrası Kemalist diktatörlükten daha fazla değil. Kemalistlerin,
‘Ermeni soykırımı’ suçlamaları karşısındaki olağanüstü hassasiyetlerinin
bir açıklaması da budur. Ermenilere ne yapıldıysa, İttihat ve Terakki
Hükümeti’nin emri ile yapıldı. Kemalist tarih anlayışı ise, İttihatçılık
ve Kemalizm’i birbirinden ayırmak için çok çaba sarf ediyor. Ancak Kemalist
hükümet, fiili olarak İttihat ve Terakki Hükümeti’nin hem kadrosal hem
de politik olarak devamcısıydı.
İşgal ve Direniş başlığı altında, emperyalizmin Türkiye’yi bölme çabalarını
ve buna karşı mücadele ele alınıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri aslında hiç de güvende değillerdi.
Savaşın basıncı Rusya ve Almanya’da devrimlere, Fransa ve Britanya’da
da hükümetlerin düşmesine yol açmıştı.
Britanya, askeri olarak dünyaya hakim olan bir süper güçtü. Ancak bu
üstünlük, kendi ülkesindeki ve yurtdışındaki politik gelişmelere bağımlı
ve kırılgandı. Britanya’nın devasa ordusunda Hindistan sömürgesinden gelen
çok sayıda Müslüman vardı; ve, Britanya’nın sömürgeci ‘böl yönet’ stratejisinin
Hindistan’daki dayanağı Müslüman azınlıktı. Britanya İmparatorluğu’nun
her yerinde, özellikle de Mısır ve Hindistan’da isyanlar mayalanıyordu.
Britanya’nın egemenleri, kendi evlerinde de isyanla yüz yüze geldiler
ve askeri birliklerini hızla geri çekmek zorunda kaldılar. Britanya’nın
askeri üstünlüğü, dünya çapındaki kitlesel direniş karşısında güç kaybediyordu,
tıpkı bugün Bush’un Amerika’sı gibi.
Savaştan galip çıkan güçler Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl bölüneceği
konusunda çekişmeye başladıklarında, Britanyayönetici sınıfı hareket edemez
durumdaydı. Bu nedenle Yunanistan Ordusu’nun Anadolu’yu işgalini teşvik
etti ve sponsorluğunu yaptı.
Bu işgale karşı verilen askeri mücadele, resmi Kemalist tarih tarafından
Kemalist Devrim veya Kurtuluş Savaşı olarak tarif edilir.
Kemalist efsaneye göre, işgalcileri atan, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü
sağlayan güçleri neredeyse tek başına Mustafa Kemal toplamıştır.
Gerçek ise farklıdır. Mevcut İttihat ve Terakkiörgütü, ‘terk edilen’
Rum ve Ermeni mülklerinden zenginleşenlerin desteğini de alarak direnişin
belkemiğini oluşturdu. Ordudaki İttihat ve Terakki örgütlenmesi, Kemal’in
ordunun tümünü silahları ve emir-kumanda zinciri ile birlikte neredeyse
tek parça olarak devralmasını garantiledi.
Türkiye’de halkın savaşa desteği ise çok azdı. Ordudan firarlar çok yüksek
bir düzeydi.
Ancak Rusya’daki Bolşevikler, Britanyaemperyalizminin yenilgisinin dünya
dengelerinde yaratacağı etkinin önemini gördüler ve savaşta Kemalist tarafa
çok ciddi ve büyük olasılıkla kritik öneme sahip askeri ve finansal destek
sağladılar.
Yunanistan’da devasa bir savaş karşıtı hareket, savaşın ortasında hükümeti
düşürdü. Yunanistan savaş boyunca grevlerle çalkalanırken, Yunanistan
Ordusu savaş karşıtı ajitatörlerle doluydu.
Yunanistan Ordusu yenildikten sonra, askeri olarak müdahale etmek isteyen
BritanyaHükümeti, savaş karşıtı Britanya işçilerinin kitlesel protestolarıyla
felç oldu. Bu, son darbeydi.
Böylece Türkiye, Britanya tarafından desteklenen bir kralın egemenliği
altında yarı-sömürgeleştirilen ve Britanya Hava Kuvvetleri’nin Kürt halkı
üzerine kitle imha silahları denemeleri yaptığı Irakile aynı kaderi paylaşmaktan
kurtuldu.
Britanyadestekli Yunanistan işgaline karşı Kemal’in zaferini mümkün kılan
faktörler bunlardı.
Britanyatarafından yarı-sömürgeci bir düzenin yeniden yerleştirilmesine
karşı direniş, ordu subayları, aydınlar ve azınlık mülkleriyle zenginleşen
ince bir toplumsal katmanın liderliğinde gerçekleştirilmişti.
Böylesi bir katmanın bu rolü oynayabilmesi ancak şu koşullarda mümkün
olmuştu: a) Bu subaylar, fiili olarak liderleri kaçan İttihat ve Terakki’nin
mirasçılarıydılar. b) Büyük emperyalist güçler, Birinci Dünya Savaşı’nın
yıkımı sonrası, bir yandan devrimlerin (Rus ve Alman) bir yandan da kendi
evleri ve dünyada (Britanya) yaşanan isyanların etkisiyle sıkışmışlardı;
Türkiye topraklarını bölme planlarını dayatacak askeri güçten yoksundular
ve ordularını geri çektiler. c) Yunanistan ve Britanya’daki savaş karşıtı
hareket, bu egemen sınıfların planlarını hayata geçirme kabiliyetlerini
önemli ölçüde sınırlamıştı d) Bolşevik Rusya önemli mali ve askeri yardımlarda
bulunmuştu.
Böyle bir tabakanın bu rolü oynaması, tarihteki tek örnek değildir. Bundan
sonraki birçok kurtuluş mücadelesi benzeri bir sınıf karakteri taşıdı.
Birbiriyle mücadele halinde olan emperyalist güçlerin zayıflığı böylesi
bir katmanın direniş mücadelesine başarılı bir şekilde liderlik etmesine
olanak verdi.
Bolşeviklerin Kemal’e verdiği destek iki nedenden dolayı tartışmalıdır.
Kemalistler bunu Kemalizm’in solda bir akım olduğunu ispatlamak için kullanmaktalar.
Bazı sosyalistler ise Bolşeviklerin Kemal’e verdiği desteğin, Bolşevik
liderliğin, Rus Devrimi’nin ilk yıllarında bile, Rus dış politikasının
çıkarları için komünistlere ve işçilere yönelik baskılara göz yummaya
hazır olduğunu gösterdiğini tartışıyorlar. Mükemmel bir şekilde uygulanamamış
olsa da Bolşeviklerin politikası çok netti. Bolşevikler, Kemal konusunda
hiçbir hayale kapılmadılar ve Kemalist hareketin işçi sınıfının karşısında
olduğu konusunda sürekli uyardılar. Bir süper gücün işgaline karşı küçük
bir ülkenin direnişini desteklemek, direnişe liderlik yapanların bütün
politikalarını onaylamak anlamına gelmek zorunda değildir. Bugün dünyadaki
savaş karşıtı hareket, Irak’ın ABD ve Britanyatarafından işgaline karşı
direnişin kararlılığını güçlendirmektedir. Kimsenin de direnişe liderlik
edenlerin savaş karşıtı aktivistlerin beğeneceği bir düzen kuracaklarına
dair bir yanılsaması yoktur. Ancak ABD’nin Irak’ta yenilmesi kuşkusuz
bütün dünyada işçi sınıfı hareketi için bir kazanım olacaktır.
İstanbul’daki işçi sınıfı mücadelesi 1919-1922 yılları arasında dirildi
ve fırsat bulduğu anda farklı din ve etnik kesimlere mensup sıradan insanların
yaşam koşullarını iyileştirmek için birlikte mücadele kararlılığının ‘Kurtuluş
Savaşı’nın ortasında bile kırılmadığını gösterdi.
1919-1923 mücadelesi, bağımsız bir ülkenin ve bağımsız bir yönetici sınıfın
başarılı bir şekilde savunulmasıydı. Türkiye halkının ödediği bedel ise
çok ağırdı. Ermeni ve Rumlara etnik temizlik uygulanırken Türkler arasında
bir katman onların mülkleriyle zenginleşti. Bu, bir yandan demokrasi için
mücadele etmiş önemli bir gücü ortadan kaldırmış, diğer yandan da demokrasiye
karşı özel maddi çıkarları nedeniyle mücadele eden bir güç yaratmıştı.
Tek Parti İktidarının Kuruluşu başlığı altında, 1923 sonrası yaratılan
Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı incelenmektedir.
Yeni devlet dar bir tabana dayanıyordu ve anti-demokratikti. İşçi sınıfı
örgütlenmesi, hem yabancı sermaye hem de Kemalist rejimin desteklediği
şiddet ve Türk milliyetçiliği aracılığıyla kırıldı.
Yeni Türkiye yönetici sınıfı, devlet tarafından korundu ve teşvik edildi.
Yeni kapitalistler de bunun karşılığında devlete politik desteğin belkemiğini
oluşturdular.
Yeni devletin ekonomik ve sosyal politikalarının birçoğu İttihatçı rejim
tarafından daha önce oluşturulan politikaların devamı niteliğindeydi.
Bazen de İttihatçı politikalar yumuşatılarak uygulamaya konuldu.
Yeni devlet, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamında
‘laik’ değildi. Aksine dini, yeni devletin kontrolü altına soktu.
Yeni devlet kurulur kurulmaz Türk egemen sınıfı kendi hegemonyasını Kürtleri
şiddetle bastırarak yerleştirdi.
Yeni devlet, dünya kapitalist güçler hiyerarşisi içinde yer edinmeye
çalıştı. Bunu da kendi askeri ve ticari gücünü geliştirerek ve büyük emperyalist
güçlerle ittifaklar kurarak yaptı. Yabancı yatırımlara ve yabancı sermayeyle
işbirliğine açıktı.
Kemalist ideoloji ve Türkiye’nin yakın tarihinin yeniden yazılımı bu
dönemde başladı. Kemalistler, yeni düzenin meşruiyetini sağlamak için
sistematik bir şekilde ‘ittihatçılık’ adında bir şeytan yarattılar. ‘İttihatçılar’
Türkiye’yi bir felaketin eşiğine getirmişlerdi ve Kemal Türkiye’yi bu
felaketten kurtarmıştı. Bu görüş, ittihatçıların yargılandığı 1926’daki
göstermelik mahkemelerin kararlarıyla kurumsallaştı. ‘İttihatçılığı’ geri
getirme çabası, 1926’dan sonra, artık idamla cezalandırılan bir suç olarak
görülmeye başlandı. Mustafa Kemal’in TBMM’de 1927’de yaptığı önemli konuşma
(Nutuk), hem 1926 idamlarını haklı göstermek, hem de Türkiye tarihine
yeni resmi bakış açısını ortaya koymak için tasarlanmıştı.
1931’e gelindiğinde baskıcı bir tek parti diktatörlüğü kurumsallaşmıştı.
Kemalistler, baskıcı tek parti diktatörlüğünün kurulmasını temize çıkartmak
için, bunun Türkiye topraklarını parçalamak isteyen ‘bölücüler’e (genellikle
de bunun yabancı güçler tarafından desteklendiği iddia edilir) ve dini
gericilere karşı bir zorunluluk olduğunu anlatırlar. Oysa kendi dillerini
konuşması yasaklanan çok sayıda insanın bulunduğu ve politik fikirleri
açıklama olanağı vermeyen baskıcı bir diktatörlükte direniş kaçınılmazdır
ve böyle durumlarda muhalefet kendisini dini şekilde de ifade edebilir.
Bu kitabın konusu olan tarihsel kesitten sonraki dönemin kısa bir özeti
ise 1931’den Günümüze Kemalizm başlığı altında verilmeye çalışılıyor.
Bu bölümde, bugünün Kemalizmi’nin, geçmişin Kemalizmi’nin devamı olduğunu
göstermek istiyorum. 1930’larda Kürtler, 1940’larda gayrimüslimler üzerinde
uygulanan baskılar, önceki Kemalist politikaların bir devamıydı. 1950
seçimleri, Kemalistlerin göstermek istedikleri gibi bir karşı devrim,
27 Mayıs 1960 askeri darbesi de kurtuluş değil, Kemalist elit tarafından
ordunun Türk politikalarına kalıcı bir şekilde yerleştirilmesiydi.
Efsaneler yaratılmaya devam ediyor. Kemalistler, bize Kemalist devletin
anti-emperyalist olduğunu söylüyorlar Kemalizm anti-emperyalist değildir.
Türkiye’nin NATO’ya girmesini önerenler, girdiği zaman da alkışlayanlar
Kemalistlerdi. 27 Mayıs 1960 darbesinin yaptığı ilk açıklamalardan birisinde
NATO üyeliğinin sorgulanamayacağı bildiriliyordu.
Birinci bölümün Alternatif-Mücadelenin İçinden başlıklı kısmında, aşağıdan
birleşik isyanların modern Türkiye’de de olabileceğini gösteren deneyimler
olarak 15-16 Haziran 1970’teki işçi isyanı ve 1989 Bahar Eylemleri hatırlatılıyor.
Ve Kemalist fikirlerin kitlesel bir hareketin önünde nasıl bir engel olarak
çıkabileceğini göstermek üzere bir deneyim: ‘Sürekli Aydınlık için 1 Dakika
Karanlık’ ve 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi.
Kitabın ilk bölümü hepimiz için önemli bir soru olduğuna inandığım bir
konuyla bitiyor: Alternatif var mı? Ben bir alternatif olduğuna inanıyorum.
Orduyu (ve OYAK aracılığı ile Türkiye ekonomisinin ciddi bir kısmını)
yöneten generallerle önemli konularda aynı inançlara sahip olan bir sol,
hiçbir zaman etkin bir muhalefet oluşturamayacaktır.
Kitabın ikinci bölümünde ise ilk bölümdeki analizlerin Marksist teori
içinde nereye oturduğu ve Kemalizm eleştirisi yapan diğer yazarların görüşleri
ele alınıyor. Teorik tartışmalara aşina olan okurlar bu bölümü ilk bölümle
paralel olarak, hatta ilk bölümden önce okumayı tercih edebilir.
Kemalizm sol değil! Bu kitabın her bölümünün bunu gösterdiğini umuyorum.
Bir alternatif var. Bu kitabın her bölümünün bunu da gösterdiğini umuyorum.
Bu topraklarda yaşayanların, bize dikte edilen bütün bölünmüşlükleri
aşarak birleşebildiklerini ve birleştiklerinde, beyinlerinde ideolojik
zincirlerden kurtulduklarında ise kazandıklarını gösteren örnekler tarihimizdeki
altın damarlardır.
Bu kitap, Türkiye’de etkili bir anti-kapitalist solun inşasına katkıda
bulunabilmek umuduyla yazıldı. Amacım bölmek değil, birleştirmektir.
Umarım üzerinde birlikte tartışır ve birlikte öğrenebiliriz; ve yine
umarım ki, geleceği birlikte inşa edebiliriz.
Cem Uzun
sayfa başına dön
|