Güncelleme: 27.10.2006 |
|||
|
|
|||||||||||||||||||||||||||||||
Kitap HakkındaBir ideoloji olarak Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk hükümetlerini meşrulaştırmak için 1920lerde yaratıldı. Bu ideoloji, ekonomik olarak geri ve bağımlı bir monarşiden modern kapitalist devlete ilerleyişin bütün prestijini Mustafa Kemal ve onun yakın çalışma arkadaşlarına vermektedir. Kişilik kültü ile birlikte, a) yabancı düşman güçlerden cesaret alarak Türkiye’yi bölmek isteyenlerin, özellikle de Kürtlerin, b) Türkiye’yi ortaçağa götürmek isteyen dini gericilerin modern Türkiye’ye yönelik tehditler olduğu fikri işlendi. Her türlü baskı ve sansür, böyle tehditler olduğu varsayımı üzerinden haklı kılındı. Bu, bir elitin ideolojisidir. Bu ideolojinin işlevi, seçilen hükümetin rengi ne olursa olsun, Kemalist elitin yönetimini desteklemektedir. Bu elit, günümüz Türkiyesi’nde ‘statüko’ olarak tanımlanan devlet bürokrasisi, ordu, eğitim ve adalet sisteminin başındadır. Bu fikirlere göre, sıradan insanlar ya aptaldır, ya da kolayca yönlendirilebilir. Elit, onları zararlı fikirlerden, dinci-gerici propagandadan, Türkiye’yi bölmek için kullanan yabancı güçlerden korur. Bu nedenle de neyin yazılıp neyin okunacağına onlar karar vermelidir. Mustafa Kemal, Cumhuriyet rejiminin kuruluşu sürecinde ‘gerçek amaçlarını
sakladığı’ için övülür. Efsaneye göre o, halkın psikolojisini anlamış
ve kendi iyilikleri için onları yanıltmıştır. Tarihi ironilerden birisi
de, Kemal’in neredeyse kesin olarak doğruyu söylediği zamanlarda bile
onun aslında ‘yalan söylediğinde’ ısrar edilmesi ve bu ‘yalanı’ söylediği
için övülmesidir. Kemal’in halifeliği savunmak için savaştığı yönündeki
sözlerine ilişkin Kemalist görüşler buna bir örnektir. Bu nedenle, tarihte gerçekte neler olduğu önemlidir. Gerçekte nelerin yaşandığını göstermek için de, baskıcı Osmanlı rejimine karşı isyanın büyüdüğü 1900’lerin başını incelemek gerekiyor. Devrim ve Diktatörlük başlıklı ilk bölümde bu tarihsel süreç ele alınıyor. Kitabın ikinci bölümünde ise bu tarihsel sürece ilişkin teorik çerçeve ve tartışmalara yer veriliyor. İlk bölümün girişindeki 1906-1909 Devrimi başlığı altında, bu devrimi yapan güçleri ve devrimin getirdiği değişimler inceliyor. Osmanlı İmparatorluğu, büyük emperyalist güçlerin egemenliği altında olan, ekonomik olarak geri bir mutlak monarşiydi. İmparatorluk, bir dizi farklı dil konuşan, farklı dinlere mensup bir halkı yönetiyordu. Günümüzün modern Türk iyesi’ni oluşturan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezindeki topraklarda bile nüfusun %20’si gayrimüslimdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist işletmeler vardı. Bunların çoğunluğunun hem sahibi hem de işçisi gayrimüslimdi. Yabancı sermayedarların sahip olduğu, devlet tarafından kontrol edilen ulaşım sisteminde ise karma bir işgücü vardı. Mutlakıyetçi monarşi, kapitalist ekonomik gelişim önünde bir engeldi. Osmanlı devleti, kapitalist dünya ile rekabet etme ihtiyacı nedeniyle, orduyu ve merkezi yönetimi yeniden yapılandırmaya zorlandı. Ancak bu yeniden yapılandırma, Osmanlı toplumunun düşük verimlilik problemini çözemeyecekti. Yeniden yapılanmaya kaynak bulmak için sürekli arttırılan vergiler, isyanı tetikleyen nedenlerden birisi oldu. Gelinen noktada, kitleler artık toplumun eski haliyle devam etmesine tahammül edemez, egemenler de eski yapıyı sürdüremez durumdaydılar. Bu, toplumsal yapıda radikal bir değişim yaratarak toplumsal gelişmenin farklı bir yön çizmesine kapı aralayacak devrim için bir önkoşuldu. 1906 ve 1907, padişahı anayasal düzen ve seçimleri kabul etmeye zorlayan, silahlı isyanlarla taçlanan, farklı dil ve dinlere mensup kitlelerin aşağıdan yükselen isyanıydı. Türk ve Müslüman olmayanlar bu devrimde önemli bir rol oynadılar. (Anadolu’daki Ermeniler ve Rumlar, Avrupa’daki Arnavutlar, Bulgarlarve Museviler.) 1908 Devrimi’nin getirdiği politik özgürlük, işçi sınıfı mücadelesinde bir patlamaya yol açtı. İlk önemli sosyalist örgütlenmeler kuruldu. Burjuva mücadelesi yarı yarıya Türk ve Müslümanlardan oluşurken, işçi sınıfı mücadelesi liderliğinin önemli kısmını oluşturanlar Türk ve Müslüman değildi. (Selanik’te Musevi, Rum ve Bulgarlar; İstanbul ve İzmir’de Rum, Musevi ve Ermeniler.) 1909’da, eski düzenden çıkarı olanların mutlakıyeti geri getirmeye yönelik girişimleri farklı dil ve dinlere mensup kesimlerin birleşik ve kitlesel direnişi ile yenilgiye uğratıldı. Abdülhamit tahtan indirilerek yerine çok sınırlı yetkilere sahip yeni bir padişah getirildi. Politik sistem geri dönülmez bir biçimde değiştirilmiş ve Türkiye’de kapitalist gelişmenin önü açılmıştı. 1908 Devrimi, bir burjuva devrimiydi. Liderliğini ise devlet bürokrasisinin orta katmanlarıyla birlikte tüccarlar ve kent eşrafı üstlenmişti. Orta düzeyli subaylar ve erlerin desteğini kazanmışlardı. Büyük politik partiler ve tabandaki politik örgütlenmeler bu sürecin bir parçasıydı. Hareket, ordu ile sınırlı değildi. Bu devrim, varlıklılara politik, zenginlere ekonomik özgürlük getiren, ancak işçilere grev yasağı koyan klasik bir burjuva devrimiydi. Bu konu başlığının sonunda 1908-1909’un, İngiliz ve Fransız devrimleri geleneğinde bir burjuva devrimi olduğunu göstermeye çalışıyorum. Bu devrimlerin hiçbirinde bugünkü anlamda bir ‘kapitalist sınıf’ın varlığı söz konusu değildi. Hepsinde de kapitalist gelişme yolu burjuva devrimi tarafından açıldı. Kemalist tarih, 1908-1918 yıllarını ‘İkinci Meşrutiyet Dönemi’, 1909 karşı-devrim girişimini ise ‘31 Mart Olayları’ olarak tarif eder. Kitlesel ayaklanmaları hesaba katmaz ve padişah tahta kaldığı için 1908 Devrimi’ni ‘önemsiz’ olarak gösterir. 1909 karşı-devrimini ise ‘İslamcı gericilik öcüsü’ne bir örnek olarak verir. Kemalist tarihçilerin, 1906-1909 döneminin önemini reddetmelerinin gerçekten de önemli nedenleri vardır. Bu dönemde, farklı etnik ve dinlere mensup kesimlerin özgürlük mücadelesi için birleşmelerinin mümkün olduğu görülür. Türkiye’de neredeyse yarım yüzyıl boyunca bir daha yaşanmayacak bir demokrasi ve özgürlükler düzeyine ulaşılır. Ayrıca Mustafa Kemal, Osmanlı’daki muhalefet partilerine üye olmasına rağmen 1908’de önemli bir rol oynamamıştır. 1909’daki rolü ise küçüktür. Kemal ve yandaşlarının daha sonra Kemalist Devrime mal edecekleri birçok toplumsal değişim, gerçekte, bu dönemde başlamıştır. Kapitalist Türk Devletinin Gelişimi başlığı altında, devrimin yarattığı düzenin sorunları irdeleniyor. Devrimi gerçekleştiren muhalefet hareketi çelişkili fikirler ve hedeflerle doluydu. Aslında burjuva devrimleri genellikle böyle yaşanır. Toplumun bütünü, eski düzenin yıkılması için harekete geçer; ancak uzun vadede sadece bir azınlık, yeni yönetici sınıf kârlı çıkar. Kapitalistlerin demokrasiye bağlılığı çoğu zaman kısa vadelidir. Türkiye’de de böyle oldu. Yeni devlet, hızla işçi sınıfı hareketine karşı saldırıya geçti. Kamu sektörü grevleri devrimden sonraki birkaç ay içinde yasaklandı. Bu devrim kapitalizmi kurmak içindi; herkese özgürlük için değil. Trajik sonuçlara yol açacak bir başka çelişki de nüfusun Balkanlar’da olduğu gibi karışık olmasıydı. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler, Türkler, Kürtler ve başkaları aynı topraklarda birlikte yaşıyorlardı. Eski düzenin yıkılması için birliğe ihtiyaç vardı ve bu sağlanmıştı. Ancak kapitalist gelişmenin önünü açmak isteyenler, tek piyasalı, tek dilli ve tek dinli üniter bir ulus-devlete yaratmak istiyorlardı. Aşağıdan mücadelenin birliği cömert ve kapsayıcıdır. Oysa kapitalistlerin istedikleri üniter devletler tek bir dil, tek bir din ile yaratılır. Bunun için de diğerlerinin üstünde devlet baskısı kurulur. Nüfusun karışık olduğu Balkanlar’ın son yüzyıl boyunca savaşlarla darmadağın edilmesinin nedeni budur. Yeni rejimde, 1909’dan sonra Türk milliyetçiliği baskın çıktı. Türk milliyetçiliğine doğru dönüş ile demokrasiye sırt çevirme el ele yürüdü. Özgürlük mücadelesinin liderliğini yapan grubun, işçi sınıfı ve gayrimüslim müttefiklerini dışlayan Türk milliyetçiliği, diktatörlüğe giden yolu açtı. Aşağıdan sağlanmış olan birliğin yenilmesi kolay olmadı. İşçi sınıfı, fiziksel güç kullanılarak bölününceye ve gayrimüslim nüfus tasfiye edilinceye kadar birliğini korumak için mücadele etti. Etnik ve dini olarak üniter bir devlet yaratılması, vahşi bir şekilde gerçekleştirildi. Anadolu’daki gayrimüslim nüfusun ciddi bir kısmı şu ya da bu şekilde ortadan kaldırıldı (Ermenilerin hemen hepsi ve çok sayıda Rum). Türkiye’de demokrasi için aşağıdan mücadele etme geleneğine sahip olanların sayısı çok azaldı. 1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlı’nın yaşadığı toprak kaybı, Arnavutları ve Selanik işçilerini bu sahneden çekmişti. Rumların göçü ve sınır dışı edilmesi Dünya Savaşı’ndan bile önce başlamıştı. Bir milyonu aşkın Ermeni'nin yok oluşu Anadolu’daki burjuva devriminin belkemiğini ortadan kaldırdı. Bu süreç, geriye kalan son önemli gayrimüslimlerin de (Rumlar) Anadolu ve İzmir’den çıkartılması anlamına gelen 1923’teki nüfus mübadelesi ile tamamlanacaktı. Britanya, Fransa ve müttefikleri, Almanya’yı (dolayısıyla da Türkiye’yi) yenilgiye uğrattı. Kazananlar, ganimeti paylaşmak istiyorlardı. Ganimetlerden biri de Osmanlı İmparatorluğutopraklarıydı. İttihat ve TerakkiHükümeti, yeni Türk Devleti olarak modern Türkiye ile aşağı yukarı aynı topraklara sahip bir alanı savunmak üzere hazırlanmıştı. Hükümetin İttihat ve Terakkili üyeleri kaçtılar; ancak İttihat ve Terakki’nin politik örgütlenmesi silahlı bir şekilde yerinde duruyordu. Türkiye, resmi olarak değilse de, fiili olarak işgal altındaydı. Bu döneme dair Kemalist yorumlar İttihat ve Terakki’nin ülkeyi bir felakete sürüklediği, sonra da onu kaderine terk ettiği şeklindedir. Dünya, emperyalizmin egemenliği altındaydı. Yeni egemen sınıf, monarşiden devraldığı yarı-sömürgeci bağlarını aşacaksa emperyalist hiyerarşinin içinde kendine bir yer açmak zorundaydı. Bunu başarmak için büyük güçler ile ittifak kurması gerekiyordu. Tesadüflerin rolü olsa da, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’nın insanlık dışı katliamına Almanya’nın müttefiki olarak katılmasının asıl nedeni buydu. Elbette insanlık değerlerine sahip hiç kimse, savaşın katliamının her hangi bir tarafında yer almayı savunamaz. Büyük güçlerle ittifakın sonuçların birisi, gerçekten de kapitülasyonların (yabancı sermayeye tanınan ayrıcalıkların) son bulmasıydı. Türk Hükümeti, yabancıların sahip olduğu işletmeleri devletleştirdi ve kendi vergilerinin hepsini toplayabilir, dış ticareti kontrol edebilir hale geldi. 1913 sonrası kurulan fiili İttihat ve Terakki diktatörlüğü (seçimler oldu, ama bunlar ‘özgür ve adil’ değildi) baskıcıydı; fakat yeni egemen sınıfın bakış açısından bakıldığında ilericiydi. Modern bankacılık sistemi, yatırım ve ekonomik gelişme teşvikleri olan, bir derecede laik ve kadınlar için (bazı) hakların olduğu modern bir toplum yaratıldı. Aslında İttihat ve Terakki ile Kemalistler arasında çarpıcı bir devamlılık söz konusudur. İttihat ve Terakki düzeni çirkin ve vahşi bir diktatörlüktü, ama 1923 sonrası Kemalist diktatörlükten daha fazla değil. Kemalistlerin, ‘Ermeni soykırımı’ suçlamaları karşısındaki olağanüstü hassasiyetlerinin bir açıklaması da budur. Ermenilere ne yapıldıysa, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin emri ile yapıldı. Kemalist tarih anlayışı ise, İttihatçılık ve Kemalizm’i birbirinden ayırmak için çok çaba sarf ediyor. Ancak Kemalist hükümet, fiili olarak İttihat ve Terakki Hükümeti’nin hem kadrosal hem de politik olarak devamcısıydı. İşgal ve Direniş başlığı altında, emperyalizmin Türkiye’yi bölme çabalarını ve buna karşı mücadele ele alınıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri aslında hiç de güvende değillerdi. Savaşın basıncı Rusya ve Almanya’da devrimlere, Fransa ve Britanya’da da hükümetlerin düşmesine yol açmıştı. Britanya, askeri olarak dünyaya hakim olan bir süper güçtü. Ancak bu üstünlük, kendi ülkesindeki ve yurtdışındaki politik gelişmelere bağımlı ve kırılgandı. Britanya’nın devasa ordusunda Hindistan sömürgesinden gelen çok sayıda Müslüman vardı; ve, Britanya’nın sömürgeci ‘böl yönet’ stratejisinin Hindistan’daki dayanağı Müslüman azınlıktı. Britanya İmparatorluğu’nun her yerinde, özellikle de Mısır ve Hindistan’da isyanlar mayalanıyordu. Britanya’nın egemenleri, kendi evlerinde de isyanla yüz yüze geldiler ve askeri birliklerini hızla geri çekmek zorunda kaldılar. Britanya’nın askeri üstünlüğü, dünya çapındaki kitlesel direniş karşısında güç kaybediyordu, tıpkı bugün Bush’un Amerika’sı gibi. Savaştan galip çıkan güçler Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl bölüneceği konusunda çekişmeye başladıklarında, Britanyayönetici sınıfı hareket edemez durumdaydı. Bu nedenle Yunanistan Ordusu’nun Anadolu’yu işgalini teşvik etti ve sponsorluğunu yaptı. Bu işgale karşı verilen askeri mücadele, resmi Kemalist tarih tarafından Kemalist Devrim veya Kurtuluş Savaşı olarak tarif edilir. Kemalist efsaneye göre, işgalcileri atan, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü sağlayan güçleri neredeyse tek başına Mustafa Kemal toplamıştır. Gerçek ise farklıdır. Mevcut İttihat ve Terakkiörgütü, ‘terk edilen’ Rum ve Ermeni mülklerinden zenginleşenlerin desteğini de alarak direnişin belkemiğini oluşturdu. Ordudaki İttihat ve Terakki örgütlenmesi, Kemal’in ordunun tümünü silahları ve emir-kumanda zinciri ile birlikte neredeyse tek parça olarak devralmasını garantiledi. Türkiye’de halkın savaşa desteği ise çok azdı. Ordudan firarlar çok yüksek bir düzeydi. Ancak Rusya’daki Bolşevikler, Britanyaemperyalizminin yenilgisinin dünya dengelerinde yaratacağı etkinin önemini gördüler ve savaşta Kemalist tarafa çok ciddi ve büyük olasılıkla kritik öneme sahip askeri ve finansal destek sağladılar. Yunanistan’da devasa bir savaş karşıtı hareket, savaşın ortasında hükümeti düşürdü. Yunanistan savaş boyunca grevlerle çalkalanırken, Yunanistan Ordusu savaş karşıtı ajitatörlerle doluydu. Yunanistan Ordusu yenildikten sonra, askeri olarak müdahale etmek isteyen BritanyaHükümeti, savaş karşıtı Britanya işçilerinin kitlesel protestolarıyla felç oldu. Bu, son darbeydi. Böylece Türkiye, Britanya tarafından desteklenen bir kralın egemenliği altında yarı-sömürgeleştirilen ve Britanya Hava Kuvvetleri’nin Kürt halkı üzerine kitle imha silahları denemeleri yaptığı Irakile aynı kaderi paylaşmaktan kurtuldu. Britanyadestekli Yunanistan işgaline karşı Kemal’in zaferini mümkün kılan faktörler bunlardı. Britanyatarafından yarı-sömürgeci bir düzenin yeniden yerleştirilmesine karşı direniş, ordu subayları, aydınlar ve azınlık mülkleriyle zenginleşen ince bir toplumsal katmanın liderliğinde gerçekleştirilmişti. Böylesi bir katmanın bu rolü oynayabilmesi ancak şu koşullarda mümkün olmuştu: a) Bu subaylar, fiili olarak liderleri kaçan İttihat ve Terakki’nin mirasçılarıydılar. b) Büyük emperyalist güçler, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrası, bir yandan devrimlerin (Rus ve Alman) bir yandan da kendi evleri ve dünyada (Britanya) yaşanan isyanların etkisiyle sıkışmışlardı; Türkiye topraklarını bölme planlarını dayatacak askeri güçten yoksundular ve ordularını geri çektiler. c) Yunanistan ve Britanya’daki savaş karşıtı hareket, bu egemen sınıfların planlarını hayata geçirme kabiliyetlerini önemli ölçüde sınırlamıştı d) Bolşevik Rusya önemli mali ve askeri yardımlarda bulunmuştu. Böyle bir tabakanın bu rolü oynaması, tarihteki tek örnek değildir. Bundan sonraki birçok kurtuluş mücadelesi benzeri bir sınıf karakteri taşıdı. Birbiriyle mücadele halinde olan emperyalist güçlerin zayıflığı böylesi bir katmanın direniş mücadelesine başarılı bir şekilde liderlik etmesine olanak verdi. Bolşeviklerin Kemal’e verdiği destek iki nedenden dolayı tartışmalıdır. Kemalistler bunu Kemalizm’in solda bir akım olduğunu ispatlamak için kullanmaktalar. Bazı sosyalistler ise Bolşeviklerin Kemal’e verdiği desteğin, Bolşevik liderliğin, Rus Devrimi’nin ilk yıllarında bile, Rus dış politikasının çıkarları için komünistlere ve işçilere yönelik baskılara göz yummaya hazır olduğunu gösterdiğini tartışıyorlar. Mükemmel bir şekilde uygulanamamış olsa da Bolşeviklerin politikası çok netti. Bolşevikler, Kemal konusunda hiçbir hayale kapılmadılar ve Kemalist hareketin işçi sınıfının karşısında olduğu konusunda sürekli uyardılar. Bir süper gücün işgaline karşı küçük bir ülkenin direnişini desteklemek, direnişe liderlik yapanların bütün politikalarını onaylamak anlamına gelmek zorunda değildir. Bugün dünyadaki savaş karşıtı hareket, Irak’ın ABD ve Britanyatarafından işgaline karşı direnişin kararlılığını güçlendirmektedir. Kimsenin de direnişe liderlik edenlerin savaş karşıtı aktivistlerin beğeneceği bir düzen kuracaklarına dair bir yanılsaması yoktur. Ancak ABD’nin Irak’ta yenilmesi kuşkusuz bütün dünyada işçi sınıfı hareketi için bir kazanım olacaktır. İstanbul’daki işçi sınıfı mücadelesi 1919-1922 yılları arasında dirildi ve fırsat bulduğu anda farklı din ve etnik kesimlere mensup sıradan insanların yaşam koşullarını iyileştirmek için birlikte mücadele kararlılığının ‘Kurtuluş Savaşı’nın ortasında bile kırılmadığını gösterdi. 1919-1923 mücadelesi, bağımsız bir ülkenin ve bağımsız bir yönetici sınıfın başarılı bir şekilde savunulmasıydı. Türkiye halkının ödediği bedel ise çok ağırdı. Ermeni ve Rumlara etnik temizlik uygulanırken Türkler arasında bir katman onların mülkleriyle zenginleşti. Bu, bir yandan demokrasi için mücadele etmiş önemli bir gücü ortadan kaldırmış, diğer yandan da demokrasiye karşı özel maddi çıkarları nedeniyle mücadele eden bir güç yaratmıştı. Tek Parti İktidarının Kuruluşu başlığı altında, 1923 sonrası yaratılan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı incelenmektedir. Yeni devlet dar bir tabana dayanıyordu ve anti-demokratikti. İşçi sınıfı örgütlenmesi, hem yabancı sermaye hem de Kemalist rejimin desteklediği şiddet ve Türk milliyetçiliği aracılığıyla kırıldı. Yeni Türkiye yönetici sınıfı, devlet tarafından korundu ve teşvik edildi. Yeni kapitalistler de bunun karşılığında devlete politik desteğin belkemiğini oluşturdular. Yeni devletin ekonomik ve sosyal politikalarının birçoğu İttihatçı rejim tarafından daha önce oluşturulan politikaların devamı niteliğindeydi. Bazen de İttihatçı politikalar yumuşatılarak uygulamaya konuldu. Yeni devlet, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamında ‘laik’ değildi. Aksine dini, yeni devletin kontrolü altına soktu. Yeni devlet kurulur kurulmaz Türk egemen sınıfı kendi hegemonyasını Kürtleri şiddetle bastırarak yerleştirdi. Yeni devlet, dünya kapitalist güçler hiyerarşisi içinde yer edinmeye çalıştı. Bunu da kendi askeri ve ticari gücünü geliştirerek ve büyük emperyalist güçlerle ittifaklar kurarak yaptı. Yabancı yatırımlara ve yabancı sermayeyle işbirliğine açıktı. Kemalist ideoloji ve Türkiye’nin yakın tarihinin yeniden yazılımı bu dönemde başladı. Kemalistler, yeni düzenin meşruiyetini sağlamak için sistematik bir şekilde ‘ittihatçılık’ adında bir şeytan yarattılar. ‘İttihatçılar’ Türkiye’yi bir felaketin eşiğine getirmişlerdi ve Kemal Türkiye’yi bu felaketten kurtarmıştı. Bu görüş, ittihatçıların yargılandığı 1926’daki göstermelik mahkemelerin kararlarıyla kurumsallaştı. ‘İttihatçılığı’ geri getirme çabası, 1926’dan sonra, artık idamla cezalandırılan bir suç olarak görülmeye başlandı. Mustafa Kemal’in TBMM’de 1927’de yaptığı önemli konuşma (Nutuk), hem 1926 idamlarını haklı göstermek, hem de Türkiye tarihine yeni resmi bakış açısını ortaya koymak için tasarlanmıştı. 1931’e gelindiğinde baskıcı bir tek parti diktatörlüğü kurumsallaşmıştı. Kemalistler, baskıcı tek parti diktatörlüğünün kurulmasını temize çıkartmak için, bunun Türkiye topraklarını parçalamak isteyen ‘bölücüler’e (genellikle de bunun yabancı güçler tarafından desteklendiği iddia edilir) ve dini gericilere karşı bir zorunluluk olduğunu anlatırlar. Oysa kendi dillerini konuşması yasaklanan çok sayıda insanın bulunduğu ve politik fikirleri açıklama olanağı vermeyen baskıcı bir diktatörlükte direniş kaçınılmazdır ve böyle durumlarda muhalefet kendisini dini şekilde de ifade edebilir. Bu kitabın konusu olan tarihsel kesitten sonraki dönemin kısa bir özeti ise 1931’den Günümüze Kemalizm başlığı altında verilmeye çalışılıyor. Bu bölümde, bugünün Kemalizmi’nin, geçmişin Kemalizmi’nin devamı olduğunu göstermek istiyorum. 1930’larda Kürtler, 1940’larda gayrimüslimler üzerinde uygulanan baskılar, önceki Kemalist politikaların bir devamıydı. 1950 seçimleri, Kemalistlerin göstermek istedikleri gibi bir karşı devrim, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi de kurtuluş değil, Kemalist elit tarafından ordunun Türk politikalarına kalıcı bir şekilde yerleştirilmesiydi. Efsaneler yaratılmaya devam ediyor. Kemalistler, bize Kemalist devletin anti-emperyalist olduğunu söylüyorlar Kemalizm anti-emperyalist değildir. Türkiye’nin NATO’ya girmesini önerenler, girdiği zaman da alkışlayanlar Kemalistlerdi. 27 Mayıs 1960 darbesinin yaptığı ilk açıklamalardan birisinde NATO üyeliğinin sorgulanamayacağı bildiriliyordu. Birinci bölümün Alternatif-Mücadelenin İçinden başlıklı kısmında, aşağıdan birleşik isyanların modern Türkiye’de de olabileceğini gösteren deneyimler olarak 15-16 Haziran 1970’teki işçi isyanı ve 1989 Bahar Eylemleri hatırlatılıyor. Ve Kemalist fikirlerin kitlesel bir hareketin önünde nasıl bir engel olarak çıkabileceğini göstermek üzere bir deneyim: ‘Sürekli Aydınlık için 1 Dakika Karanlık’ ve 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi. Kitabın ilk bölümü hepimiz için önemli bir soru olduğuna inandığım bir konuyla bitiyor: Alternatif var mı? Ben bir alternatif olduğuna inanıyorum. Orduyu (ve OYAK aracılığı ile Türkiye ekonomisinin ciddi bir kısmını) yöneten generallerle önemli konularda aynı inançlara sahip olan bir sol, hiçbir zaman etkin bir muhalefet oluşturamayacaktır. Kitabın ikinci bölümünde ise ilk bölümdeki analizlerin Marksist teori içinde nereye oturduğu ve Kemalizm eleştirisi yapan diğer yazarların görüşleri ele alınıyor. Teorik tartışmalara aşina olan okurlar bu bölümü ilk bölümle paralel olarak, hatta ilk bölümden önce okumayı tercih edebilir. Kemalizm sol değil! Bu kitabın her bölümünün bunu gösterdiğini umuyorum. Bir alternatif var. Bu kitabın her bölümünün bunu da gösterdiğini umuyorum. Bu topraklarda yaşayanların, bize dikte edilen bütün bölünmüşlükleri aşarak birleşebildiklerini ve birleştiklerinde, beyinlerinde ideolojik zincirlerden kurtulduklarında ise kazandıklarını gösteren örnekler tarihimizdeki altın damarlardır. Bu kitap, Türkiye’de etkili bir anti-kapitalist solun inşasına katkıda bulunabilmek umuduyla yazıldı. Amacım bölmek değil, birleştirmektir. Umarım üzerinde birlikte tartışır ve birlikte öğrenebiliriz; ve yine umarım ki, geleceği birlikte inşa edebiliriz. Cem Uzun |
||||||||||||||||||||||||||||||||
|