|
21.
Yüzyıla Girerken Marksizm
Tony Cliff, İngiltere'nin en büyük sosyalist partisi olan Socialist Workers
Party (SWP) - Sosyalist İşçi Partisi'nin kurucularındandır. 1917'de Filistin'de
doğan Cliff, gençliğinden itibaren sosyalist mücadelenin parçası oldu.
Onun radikalleşmeye başladığı dönem Stalinist bürokrasinin hem Sovyetler'de,
hem de Komünist Enternasyonel'de kendisini sağlamlaştırdığı dönemdir.
Bunun sonucu olarak kendisine komünist diyen, ama gerçekte devrimciliği
bir kenara bırakan Stalinist partilere karşı Troçkist kampta yer aldı.
Troçki'nin, Stalinist bürokrasinin hakim olduğu Sovyetler Birliği'ni
"dejenere işçi devleti" teorisini kanıtlamak üzere çalışmaya
başladı; ancak çalışmasının sonucunda Sovyetler Birliği'nin, değil gerçekten,
dejenere bile olsa bir işçi devleti olamayacağı sonucuna vardı ve 1947'de
"Rusya'da Devlet Kapitalizmi" broşürünü yayımladı. Bu broşür
daha sonra genişletilerek kitap halini alacaktı. Cliff'e göre, Stalinist
bürokrasi Rusya'da kendisini tek ve bütünleşmiş bir sömürücü sınıf halinde
örgütlemiş ve işçi sınıfının Ekim Devrimi'yle elde ettiği tüm kazanımlar
ortadan kaldırılmıştı. Liberal kapitalist ülkelerde olduğu gibi Rusya'da
da sosyalizmi inşa etmek için devrimden başka yol kalmamıştı.
50'li ve 60'lı yıllar bir yanda kapitalizmin büyük bir ekonomik gelişme
eşliğinde restorasyonunu, diğer yanda da Stalinizmin, dünya işçi sınıfı
mücadelesine peş peşe gelen ihanetlerine şahit oluyordu. Bu iki gelişme,
gerçek Marksist geleneğin yeniden canlandırılması ve geliştirilmesinin
elzem olduğunu gösteriyordu. Cliff, bu yıllarda çevresindeki birkaç devrimciyle
SWP'nin temellerini attı.
Bugün, dünyanın dört bir yanında Cliff'in düşünceleri etrafında şekillenen
örgütler bulunmakta. Bu örgütler, International Socialist Tendency'nin
(Uluslararası Sosyalist Akım) parçalarıdır.
Parlak, dürüst ve devrimci kişiliğiyle Marksist geleneğin önde gelen liderlerinden
olan Tony Cliff, 9 Nisan 2000'de aramızdan ayrıldı..
Tony Cliff, 1998'den ölümüne kadar Türk okuyucuları için makaleler kaleme
almıştır. Bu makaleler, İşçi Demokrasisi gazetesinde yer aldı. 21. Yüzyıla
Girerken Marksizm kitabı, bu makaleleri bir araya getiriyor. Bunun yanında
Cliff'le yapılan bir röportaj ve Cliff'in daha önceden kaleme aldığı iki
makale de eklendi.
Kitap, işçi sınıfının merkezi önemi, tabandan mücadele, demokratik merkeziyetçilik
gibi kimi temel Marksist konuları sade bir dille anlatıyor. Özellikle
Marksizm ile yeni tanışanların veya Marksizmi merak edenlerin baş ucu
kitabı olacağını düşünüyoruz.
Aşağıda, kitapta yer alan Cliff'le röportaj yer alıyor. İyi okumalar..
Tony Cliff ile Röportaj
55. YILINDA BİR DEVRİMCİNİN HAYATI
Tony Cliff, 70’inci yaş günü vesilesiyle yapılan
ve Temmuz 1987’de Socialist Workers Review’da yayımlanan bu röportajda,
Filistin’de geçirdiği günlerden 87’lere kadar olan 55 yıllık süreci Alex
Callinicos ve Lindsey German’a anlatıyor.
Devrimci olmana yol açan ilk neden neydi?
1932 yılında, sosyalist oldum ve kendimi bir Marksist olarak görüyordum.
Okuduğum iki kitabı çok iyi hatırlıyorum. Biri Komünist Manifesto, diğeri
ise üç ciltlik Kapital’in kısaltılmış bir basımıydı. Bunlar kendimi komünist
olarak görmemi sağladı.
Ancak beni esas motive eden Siyonist bir ailenin çocuğu olmam gerçeğiydi.
Biz orta sınıf bir aileydik. Göreli olarak, özellikle de Arap komşularımızla
karşılaştırıldığında iyi bir yaşam standardımız vardı. Arap çocuklarını
ayakkabısız görmenin şoku beni bu fikirlere iten ilk şey oldu. Ailem Arap
çocuklarının ayakkabısız olmasını verili bir durum olarak kabul ediyordu
ve ben hiç böylesi bir yoksunluk yaşamamıştım. Tabii ki o zaman, her ne
kadar bunu bilmiyor olsam da, bir Stalinisttim.
Kısa bir süre sonra çok önemli bir dönüm noktası yaşandı: 1933’ün başlarında
Almanya’da Hitler’in zaferi. Bu, hayatımın geri kalanını değiştirdi. 1917
Ekim zaferi tarihsel olarak devrim açısından ne kadar önemliyse Hitler’in
zaferi de karşı devrim açısından o kadar önemliydi.
Etkisi tam anlamıyla çok büyüktü. Bugünün sosyalistleri nasıl bir dönem
olduğuna ilişkin herhangi bir fikre sahip değil. Stalin sosyal faşizm
politikasına öncülük etti ve bu durum Hitler’in zaferine yardımcı oldu.
O zaman bunu bilmiyordum, ama daha sonra Troçki’den okudum. Uluslararası
düzeyde Stalinizm Alman işçi sınıfının yenilgisi üzerinden güçlendi. Hitler’den
sonra, uluslararası işçi sınıfı Stalin’e çok daha bağımlı hissetti. Çoğu
işçi için sanki bir din haline gelmişti, kalpsiz dünyanın kalbi, güvenebilecekleri
tek şey.
Yıllar sonra bir arkadaşım Rusya’dan bir çift bot sahibi oldu ve botları
öptü. Bu, durumu özetliyor. Bir yanda milyonlarca askeri ile Hitler, öte
yanda milyonlarca askeri ile Stalin vardı. Büyük bir çekim gücüydü.
Troçkistler için bu en temel sorundu. Troçki’nin fikirlerinin, iyi veya
kötü olsun fark etmez, çekim gücü çok çok küçüktü. 1934 veya 35’de Filistin’de
mülteci olan bir Alman Troçkistle karşılaştığımda yaşadığım şoku hatırlıyorum.
Ona, Almanya’da kaç Troçkist olduğunu sormuştum. Hitler'in iktidara geliş
arifesinde 100 kişi olduğunu söyledi.
Troçki’nin Almanya üzerine yazıları muhtemelen yazdıkları arasında en
iyileri. Keskin, sert ve net, mükemmeller. Ancak bu fikirler pratiğe çevrilmedi.
Eğer Almanya’da mesela 10.000 kişilik bir örgütü olsaydı, o zaman 10.000
kişi büyük ihtimalle birleşik bir cephe oluşturmayı başarabileceklerdi.
8 milyon destekçisi olan SDP (Sosyal Demokrat Parti) veya 6 milyon destekçisi
olan Komünist Partisi’yle değil ama 60.000 Sosyal Demokratın veya 20.000
Komünistin desteklediği bir birleşik cephe oluşturulabilirdi. Eğer 100.000
kişiyi harekete geçirebilirseniz, o zaman birleşik cephe fikrinin ne kadar
anlamlı olduğunu pratikte kanıtlayabilirsiniz.
Sorun şu ki, yüz kişi ile iyi propaganda, somut propaganda yapılabilir
ancak fikirlerin doğruluğunu ispatlayamazsın. Ben Troçkist olduğumda Troçkist
olmak, Stalin’in o büyük çekim gücü nedeniyle, tam anlamıyla acı vericiydi.
Hemen hemen herkes Moskova duruşmalarını destekliyordu.
Tüm bunlar benim politik gelişimimi şekillendirdi. Bir ucundan başlayarak
örgüt inşa etmenin zorunluluğunu kabul etmekten başka alternatif yoktu.
Troçki buna kadroların ilkel birikimi adını veriyordu.
Seni Stalinizmden koparan ve Troçkist yapan özellikle hangi düşünceydi?
4. Enternasyonal’i desteklemeye yönelten neydi?
Hitler’in zaferi dünyada olup bitenler hakkında gözümü açtı. Uluslararası
politika üzerine yazdığım ilk makale Komünist Enternasyonal’in yedinci
kongresi üzerineydi. Halk cephesini deşifre ettim. Makaledeki eleştirimin
aşırı sol olduğuna iddiaya girmeye hazırım. Mükemmel olduğunu söylemeye
çalışmıyorum, tam aksine. Ancak, Halk Cephesi fikrine karşı içten gelen
bir tepkiydi.
Troçki’nin Rus Devrim Tarihi ve otobiyografisini okudum. 1934 yada 35’de
Almanya üzerine yazdıklarını okudum. Bayağı bir şeyler daha okudum.
Ben Troçkist olmaya karar verir vermez, kadroların ilkel birikimi sorunumuz
vardı. Filistin’de bu çok daha zordu. 1936 veya 37’ye kadar, belki daha
da uzun bir süre ben yarı Siyonisttim. Siyonist olduğumu düşünmüyordum.
Arapları savunma taraftarı ve anti-Siyonisttim. Ancak yoksul Yahudi mültecilerin
Filistin’e gelmelerine izin verilmesi gerektiğini ve dışlanmamaları gerektiğini
tartışırdım. Adil olmayan bir uzlaşma olduğu, dönüp baktığınızda görülüyor.
Zorluklardan biri de, neredeyse tek başına başlamak zorunda olmaktı. İngiltere
gibi, hataları ne olursa olsun, Marksist hareketin yüz yıllık bir geleneği
yoktu. Filistin’de hiç böylesi bir şey yoktu. Yahudiler ve Araplar arasındaki
bölünmüşlük nedeniyle her şey çok daha karmaşıktı. Çok daha karmaşıktı,
çünkü Siyonist olan bir çok Yahudi kendini sosyalist olarak görüyordu.
Lenin öldüğünde, Ben Gurion, Lenin’e saygı için bir günlük grev çağırmıştı.
Tüm bu nedenlerle kadro inşa etmek demek Araplar arasında da kadro inşa
etmek demekti. Bu son derece zordu. İngiltere’de bir Yahudi olmanız yada
olmamanız pek bir şey değiştirmez. Aynı mahallede oturursunuz, aynı dili
konuşuyorsunuz ve çocuklarınız aynı okula gider. Filistin’de durum karşılaştırılamayacak
kadar daha zordu. Bir Filistinli Arapla aynı evde ilk kez 1947’de Dublin’de
kaldım. Diller farklı. Dolayısıyla kadro inşası gerçekten çok zor bir
iddiaydı.
Örgütü inşa etmek için neredeyse on yıl çalıştım. 1946’da Filistin’i terk
ettiğimde otuz kadar Yahudi ve yedi Arap’tan oluşuyorduk. Çok zor olduğu
için ya bırakacaktık ya da çok kararlı olacaktık. Kestirme yol yok! Ama
aynı zamanda da çok şey öğrendim. Ben onlara öğretmekten ziyade onlar
bana öğretiyordu.
Araplar hakkında çok az şey biliyordum. Komünist Parti’nin yasal gazetesinin
editörü ve aynı zamanda iyi bir entelektüel olan Jabra Nicola isimli bir
adam vardı. Komünist Parti illegaldi ancak yasal bir gazeteleri vardı.
O geceleri çalışıyordu. Gündüzleri tartışıyorduk. Birkaç ay boyunca beş
altı saatlik tartışmalar yaptık. Sonunda onu Troçkizme kazanmıştım.
Adamın yaşam koşulları inanılmaz derecede zordu. Tek odalı bir ahşap evde
eşi, kızı, kız kardeşi, onun büyük kızı ve acı içinde kanserden ölmek
üzere olan annesiyle birlikte yaşıyordu.
Bu koşullarda yazmak zorundaydı ve çok iyi bir işçi entelektüeliydi. Bu
adam benim duruşumu biçimlendirdi. Çünkü mesele Marksistlerin işçilere
öğretmesi değildi; işçiler Marksistlere öğretmeliydi. Arap Komünist Partisi,
Suriye Komünist Partisi ve Ortadoğu hakkında bana çok şey öğretti.
Filistin’deki baskı koşulları çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Karşımıza çıkan asıl zorluk baskı koşulları değildi. Bir çoğumuz hapse
atıldı ancak bu asıl problem değildi. Asıl zorluk işçiler arasında kök
salabilmekti. Tabii ki illegaldik. Savaş başladığında savaşa karşı bir
bildiri çıkardığım için tutuklandım. Bildiride ‘düşmanımız 1939’un saldırganları
değil 1917’nin saldırganlarıdır. Düşmanın Almanlar değil, 1917’de Filistin’e
giren İngilizler olduğunu anlatıyorduk.
Emperyalist savaşa karşı gerçekten de iyi bir bildiriydi. Akılsız başın
cezası misali orijinal elyazması odamda kalmıştı. Her ne kadar kardeşimden
temizlemesini istemiş olsam da sonuçta tutuklandım.
Bir grup inşa etmek orta doğu üzerine çok fazla araştırma yapmak anlamına
geliyordu. 1935 yılında Mısır’ın Tarımsal Sorunları’nı yazdım; bugün bile
o gün yazdıklarımdan gurur duyarım. Problemleri anlayabilmek için gerçekten
çok çalışıyorduk. Sadece slogan savurmadık ya da Troçki’nin bize tüm cevapları
hazır olarak verebileceğini söylemedik. Marksist olduğumuzu söylüyorduk.
Marksizm bir eylem kılavuzudur bu nedenle yerel koşulları anlamak zorundaydık.
Hitler’in zaferinden 2. Dünya Savaşı’nın sona erişine kadar geçen süre
içerisinde hep şunu gördüm ki, Troçki tamimiyle haklıydı, Stalinizmin
hiçbir geleceği yoktu, reformizmin geleceği yoktu ve bizim kadrolarımız
1. Dünya Savaşı’nın sonunda varolan devrimcilerden daha güçlüydüler.
Savaşın tam ortasında Troçki’nin ölümü geldi. Bu gerçekten hepimiz için
korkunç bir şoktu. Troçki’nin makalelerini okumak için her hafta Amerikan
Militant’ı alırdım. Aynı zamanda ABD’den New International’da gelirdi.
Bu olağanüstü makalelere sahip olabileceğin bir yerler olduğunu bilmek
müthiş bir zevkti.
Bugün okuduğunuzda bu makalelerin o gün verdiği havanın kıymetini anlayabileceğinize
inanmıyorum. Geri bir ülkede gerçekten de izole edilmiş bir ortamda; aniden
bir fikir kaynağı ile karşılaştığınızı düşünün. Ve bunlar sadece genel
fikirler değildi; hedefi her zaman asıl noktaya vuruyordu. Troçki çok
somut yazardı bu nedenle onu kaderci olarak değerlendirenleri asla anlayamamışımdır.
Ölümü şok ediciydi. Yetişkin olmama rağmen neredeyse ağlayacaktım. Çok
korkutucuydu, yaşanan en kötü olaylardan biriydi.
Filistin’den ayrılmana ve Avrupa’ya gelmene neden olan şey neydi?
Savaşın sonu gelmişti. Filistin’den ayrılma kararımın nedeni Ortadoğu’daki
bir devrimci faaliyetin Mısır merkezli olması gerektiği sonucuna varmamdı.
Mısır Arap işçi sınıfının merkezidir. Siyonistler ile Arap Filistinliler
arasındaki güçler dengesi Arapların asla kendi başlarına kazanamayacaklarını
gösteriyor. Ne var ki benim için Mısır’a gidebilmek fiziksel olarak mümkün
değildi. Orada yaşabilmemin yolu yoktu. ABD, Fransa gibi bir dizi ülkeye
gitmeye çalıştım ancak İngiltere’ye bir ziyaretçi olarak kabul edildim.
Avrupa’ya gelmek istememin bir nedeni, Doğu Avrupa üzerine bir kitap yazmaktı.
Benim açımdan teorik olarak bazı şeylerin doğru olmadığı açıktı. Altı
ülke daha Stalinist rejimlerle yönetiliyordu. Troçki, Stalinist bürokrasinin
karşı devrimci olduğunu söylüyordu ve yazmayı planladığım bu kitap, dejenere
işçi devleti teorisinin Doğu Avrupa’ya uygulanabilir olduğunu ve Troçki’nin
haklı olduğunu ispatlayacaktı.
Paris’te Mandel’le buluşup 4. Enternasyonal dokümanlarını ele geçirdiğimde
hayatımın şokunu yaşadım. Rusya’yı dejenere işçi devleti, Doğu Avrupa’yı
ise kapitalist olarak karakterize ediyorlardı. Bu açıklama hiç de uygun
gelmedi. Böylece ben de hepsinin dejenere olmuş işçi devletleri olduğunu
kanıtlamaya giriştim. Apaçık benzerlikler vardı aralarında; kontrol aynı
orduda ve ekonomik yapılar aynı.
Troçki’nin haklı olduğunu kanıtlamak için kitap üzerinde altı ay çalıştım.
Amacım yeni bir şey üretmek değildi. Ne var ki ilk bir iki ay gerçekten
kaygılıydım. Sonunda teorik bir sorun olduğu sonucuna ulaştım. Çünkü eğer
bu ülkeler işçi sınıfının kendi eylemi olmaksızın, devlet mekanizmasını
yıkmaksızın, devrimci bir parti olmaksızın işçi devletleri oldularsa bu
durum Marksizmle nasıl açıklanabilirdi? İşte böylece devlet kapitalizmi
teorisine ulaştım.
O sıralarda beni sarsan bir başka şey daha vardı: İngiltere’deki işçilerin
yaşam standardı yüksekti. İlk kez bir İngiliz işçisinin evini -sıradan
bir evi- ziyaret ettiğim zamanı hatırlıyorum, mesleğini sormuştum o da
‘engineer’( İngilizce’de iki anlama sahip; mühendis ve makine işçisi)
olduğunu söylemişti. İngilizcem pek iyi değildi bu yüzden onun üniversite
diplomalı bir mühendis olduğunu söylediğini sandım. Oysa o sadece yarı
vasıflı bir makine işçisiydi. Bu benim için tam bir şoktu! Çocuklar, 1930’ların
çocuklarından çok daha iyi bir haldeydiler. Avrupa’da ayakkabısı olmayan
bir çocuğu gördüğüm tek yer Dublin’dir. Buralarda çocuklar raşitizm hastalığından
ölmüyorlardı. Bu durum nihai krizin hemen köşede olmadığını fark etmeme
yardımcı oldu.
Peki teorilerin nasıl gelişti?
Devrimciler için her zaman en büyük zorluk bir probleme çözüm bulmak değil;
doğru soruyu sormaktır. RCP (İngiltere’deki 4. Enternasyonal) böyle yapmadı.
Örneğin şöyle yazıyorlardı ‘yakın gelecekte sadece 3 milyon işsiz olacağına
inanan herkes reformist hayallerden muzdariptir.’ 1945 Kasım’ında şunu
da yazdılar: “Attlee Hükümeti 1917 Rusya’sındaki Kerensky hükümetine benziyor;
tek farkı o kadar uzun süre yaşamayacak olması.” Bu gerçekten aptalcaydı.
Böyleydi çünkü şeyleri gerçekte oldukları gibi görmüyorlardı. Tabii ki
bunu soyutlama düzeyinde yaptılar. Marks ve Lenin’den komünistlerin sınıfa
hiçbir zaman yalan söylemeyeceğini alıntılamak veya gerçeklerle yüzleşme
yeteneğinden ve şeyleri oldukları gibi tespit etmek zorunluluğundan bahsetmek
kolay! Ne var ki somut koşullar çok farklı. Bu bana asla hiç zor gelmedi
çünkü ben kendime yalan söyleyemiyorum. Bu nedenle de göz göre göre tersi
yaşanırken işçilerin korkunç bir yoksulluk içinde olduğunu söyleyemedim.
İnsanlar, Lenin’den reformun devrimci mücadelenin bir yan ürünü olduğu
ifadesini aktarıyorlar fakat durum har zaman böyle değil. Devrimci mücadele
olmaksızın çok sayıda reform gerçekleşti. Bazıları yavaş yavaş geldi.
Savaş sonrası reformlar devasa büyüklükteydi. Dolayısıyla bir problemle
karşı karşıyaydık. Bir yanda 1930’lardaki durumun devam edeceğini, işsizliğin
artacağını düşünenler vardı ve 30’larda her şeyin giderek daha kötü hale
geleceğini düşünen GDH’den Gole ve John Strachey gibi insanlar da vardı.
50’lere geldiğimizde ise aynı kişiler bunun tam tersini söylüyorlardı,
kapitalizmin giderek daha iyi hale geliyordu ve tüm problemleri reforme
edilebilirdi. Kapitalizm daha rasyoneldir.
Dolayısıyla iki seçenek vardı. Hiroşima ve Nagazaki’den sonra sistemin
aniden daha rasyonel hale geldiği analizini kabul etmek, ki bu analizde
Marksizmin en ufak bir zerresi bile yoktu. Diğer alternatif gerçekleştirilen
tüm reformları yadsımaktı. Biri dogmatik diğeri ise fırsatçıdır.
Kapitalizmin her zamanki gibi akıldışı ve israfkar olduğunu ama aynı zamanda
da zenginlik yarattığını anlatabilme ihtiyacı ‘sürekli silahlanma ekonomisi’
teorisinin temelini oluşturdu. Ekonomik genişleme bir bombanın ucundaydı.
“Sürekli Silahlanma Ekonomisi” makalesi 1957’de Socialist Review’da yayınlandı.
İyi bir makale olmamasına rağmen sorunu doğru ortaya koyuyordu. Önemli
olan da buydu.
Bu teoriler RCP’de nasıl bir etki yarattı?
Eylül 1946-Eylül 1947 arasında Britanya’daydım. Sonra ayrılmak zorunda
kaldım. O yıl RCP üyesiydim. Oy hakkım olmamasına rağmen RCP’nin Polit-Büro
toplantılarına katılıyordum. Bir ekonomik genişleme olduğunu kabul ettiler.
Hepimiz savaş sonrası yeniden yapılanma nedeniyle bunun geçici olduğunu
düşünüyorduk. “Parlayan Her Şey Altın Değildir” makalem bu varsayımdan
yola çıkıyordu. Bu makale silahlanma ekonomisinden hiç bahsetmez. Dolayısıyla
bu yoldaşlarla birlikte çalışmamız gayet iyi gidiyordu.
Ancak hiç net değillerdi, fikirlerle oynuyorlardı. 1948’de Stalinistler
Çekoslovakya’yı ele geçirince Socialist Appeal’in manşeti işçi sınıfının
zaferi, burjuvazinin yenilgisinden bahsediyordu.
Bu manşeti görünce grubun bittiğini anladım. RCP liderliğinde her kafadan
bir ses çıkıyordu. Aralarında en yetenekli olanı Jock Haston Stalinizme
kaydı. Sonra da Kore Savaşı sırasında Amerika’yı destekledi. Almanya’nın
yeniden silahlanmasına karşı çıkan Nye Bevan’a saldırdı. Londra’da işçiler
arasında örgütlenmeden sorumlu profesyonelleri de Komünist Partisi’ne
katıldı. Perspektifleri uymadığı için paramparça oldular.
Asıl trajedilerinden birisi kendileri hakkında bir gerçeklik duyusuna
sahip olmamalarıydı. Savaşın sonlarına doğru verimli bir ortam vardı.
Komünist Partisi’nin karşı çıktığı çok sayıda grevler yaşanıyordu. RCP
grevleri destekledi. RCP çok faaldi ve tanınan bir örgüt haline geldi.
Örgütün toplamı minicikti, 400 kişi, ancak etkisi çok daha büyük görünüyordu.
20 bin işçinin çalıştığı Barrow-in-Furness grevine liderlik etmekle suçlandılar.
Aynı şey 1944’teki çıraklar grevi ve madenciler grevi için de söylenebilir.
1947’de her şey radikal bir şekilde değişti. Kapitalizm genişliyordu ve
Labourism (İşçi Partisi ideolojisi-reformizm) geniş bir taban buldu. Komünist
Partisi de grevleri desteklemeye başladı. Onların üye sayısı ise 40 bindi.
KP grevlere karşı çıkarken RCP etkili olabiliyordu. Ancak 40 bin kişilik
KP grevleri desteklemeye başlayınca 400 kişilik RCP tamamen marjinalleşti.
RCP Polit-Bürosu’nda bulunduğum için örgütün ne kadar küçük olduğunu biliyordum.
Sheffiled’de 7 üyesi, bir düzine de Liverpool’da. İktidara hazırlanmaktan
bahsetmeleri tam bir saçmalıktı. Birden yelkenlerindeki rüzgar da söndü.
RCP’nin içinde küçücük bir gruptuk. 1950’de örgütten atıldığımızda yaptığımız
toplantıda en fazla 40 kişiydik. İkinci toplantıda bu sayı sekize düştü.
Bu dönem çok zor geçti. İnşa etmek çok güçtü ama başka alternatifimiz
de yoktu.
Troçkistlerin İşçi Partisi içinde çalışma konusundaki tutumları
neydi?
RCP’nin çoğunluğu İşçi Partisi’ne katılmaya karşıydı. Gerry Healy çevresindeki
azınlık ise destekliyordu. Healy’nin öngörüsü toplumda dolayısıyla İşçi
Partisi içinde de ciddi bir radikalleşmenin yaşanacağı, bunun da devrimciler
için fırsatlar oluşturacağı yönündeydi.
Bunu kabul edemedik çünkü kapitalizm krizden ziyade genişliyordu. Dolayısıyla
bahsedilen öngörülerle İşçi Partisi’ne katılmaya karşı çıktık.
Dördüncü Enternasyonal Sekretarya’sı Gerry Healy’yi destekledi ve bundan
dolayı RCP’nin içinde bir demoralizasyon yaşandı. İşçi Partisi’ne katılmaya
karşı olan çoğunluğun İşçi Partisi’ne girmekten başka alternatifleri kalmadı.
İşçi Partisi’ne katılımı onayladık. (Aslında bu dönemde İrlanda’da idim)
Sekiz-on kişilik hatta 50 kişilik küçük bir grubun birbiriyle konuşarak
hayatta kalabileceğine inanmıyordum. Grubun dışındaki insanlarla düzenli
politik tartışma zorunluydu. O dönemde bunun tek yapılabileceği yer de
İşçi Partisi idi.
Karşı karşıya olduğumuz asıl tehlike bir sekte dönüşmekti. Asıl problem
Britanya’da sekt olmayan bir Marksist grubun nasıl kurulacağı idi. En
önemli şey gerçekçi olmak ve hayal dünyasında yaşamamaktı.
Bir örnek vereyim. 1956 Macar Devrimi sırasında gelişmeleri tartışmak
üzere yapılan bir toplantıya altı örgüt delege gönderdi.
Macaristan’a silah gönderilmesi yönünde bir karar önergesi sunuldu. Beş
delege kararı destekledi biz karşı çıktık çünkü gönderecek silahlarımız
yoktu. Imre Nagy’yi bulunduğu hapisten çıkartmak için de karar önergesi
sunuldu. Buna da karşı çıktık. “Nagy’nin tutuklanmasını protesto edelim”
deselerdi desteklerdik ama onu nasıl hapisten çıkartacaktık ki?
Macaristan Devrimi’nden sonra New Left Review kuruldu. 800-1000 kişilik
düzenli toplantılar yapılıyordu. İşçi sınıfından bahsediyorlardı. Bir
sendika konferansı çağırdılar sadece yedi kişi katıldı. Bunun dördü bizdendi.
Isacc Deutscher’i dinlemek gibi büyük şeylere gelince 1000 kişiyi toplayabiliyorlardı
ancak gerçek dünyadaki işçilerle ilişki kurmadılar.
Sizin grubunuz işçilerle nasıl bağ kurdu?
Bu kadar küçük bir grup fabrika bildirileri çıkartamazdı. Üyemizin olmadığı
yerlerdeki grevleri rapor edemiyorduk bile. Aylık Socialist Review gazetemizde
ENV grevi üzerine bir kaç makale yazdık çünkü o fabrikada bir yoldaşımız
vardı. Yine içerde bir üyemiz olduğu için Co-op grevi üzerine yazdık.
Bütün mücadeleleri kapsamaya çalışmak rol yapmak olurdu. Somut olmak zorundasın
ve konuşabileceğin insanların tam olarak ne konuştuğu sorusunu sormak
zorundasın.
Dürüst olmak gerekirse bizim ilgilendiğimiz konular hakkında yazıyorduk.
Reformizmin kökenleri, sürekli silahlanma ekonomisi, stalinizmin krizi
hakkında yazıyorduk. Dolayısıyla çok daha genel bir tablo çiziyorduk.
Somut propaganda düzeyine bile ulaşmamıştık. Her şey soyut propaganda
olarak tartışılıyordu. Sadece birkaç düzine insanla diyalog halindeysen
başka bir alternatif de yoktur zaten.
Ancak en ufak bir hareketlenme olduğunda bununla hemen bağ kuruyorduk.
Örneğin New Left Review Klüpleri’nin bütün toplantılarına katılıyorduk.
Bunlardan bazıları Komünist Partisi eski üyeleri ile bir forum örgütlemek
istediğinde bunun bir parçasıydık. Bundan doğru dürüst bir şey çıkmadı
ama belki birkaç kişiyi etkilemişizdir.
Böylesi faaliyetlerden ya doğrudan ya da dolaylı olarak tek tek insan
kazanıyorduk. Evimizde otursaydık bu insanlar bizim fikirlerimizi asla
duyamazlardı.
1950’lilerde sol için genel durumun ne olduğunu biraz tarif eder
misiniz? Rosa Luxemburg hakkındaki kitabı neden yazdınız?
Bir yanda İşçi Partisi işçilerin kitlesel desteğine sahipti. Soğuk Savaş
nedeniyle de Komünist Partisi diğer çekim gücünü oluşturuyordu.
İşçi Partisi’nin solu Komünist Partisi’nin etkisi altındaydı. Nye Bevan
“üçüncü güç”ten bahsettiği zaman aslında bir köprü kurma amacındaydı.
Sloganları “Ne Washington ne de Moskova” değil “hem Washington hem de
Moskova” idi.
Çok sayıda grev oluyordu fakat küçüktü. Bir genelleşmeden bahsedilemezdi
çünkü devlet ile bir çatışma yoktu. Daha sonra tanık olacağımız Gelir
Politikası veya Endüstriyel İlişkiler Yasası dolayımıyla yaşanan bir çatışma
ortamı yoktu. İşçilerin karşısında sadece işveren vardı. Çoğu grev bir
iki gün içinde bitiyordu. Dolayısıyla bunlara müdahale etme olanakları
da çok sınırlıydı. Mücadelenin genelleşme olanakları da aynı ölçüde sınırlıydı.
Bir işçinin bana “Tamam çok şey biliyorsun ama cebinde kaç para var?”
dediğini hatırlıyorum. Çok iyi bir yanıttı.
Fikirlerimizi yayabileceğimiz alan çok sınırlıydı. 1956’da Rusya’nın Macaristan’ı
işgal etmesi üzerine KP 10 bin üye kaybetti. KP’den ayrılanların fikirleri
Rusya’nın reforme edilebileceğini iddia eden Isacc Deutscher ile uyuşuyordu.
Aynı şekilde Rusya’nın işçi devleti olduğunu ve (Batı) devriminin de çok
yaklaştığını söyleyen Gerry Healy’ye daha yakındılar. KP’den ayrılanlar
çok sabırsızdı ve Gerry Healy Sosyalist İşçi Birliği’ni (SLL) onların
bu sabırsızlığı üzerine inşa etti. Bizim böylesi bir çekim gücümüz yoktu.
SLL’in 1958’de düzenlediği taban örgütlenmeleri konferansı çok etkileyiciydi.
KP’den iki yüz kadar çok iyi yoldaş kazanmışlardı. İşçiler arasında tanınıyorlardı
ve dört ayrı taban örgütlenmesi gazetesi çıkarıyorlardı. Aynı zamanda
çok iyi aydınlar da kazandılar.
Ancak gezgin grev gözcülüğünü kendileri üstlendi. Ne zaman bir grev olsa
oradaydılar. Bunun bir kar topu etkisi yaratacağını düşünüyorlardı. Bu
durum çok büyük oranda ikameciliğe yol açtı. Kestirme yollar olduğunu
düşünüyorlardı. O dönemde kestirme yollar bulma basıncı çok yoğundu. Bizim
grubumuz 1958’de SLL’e katılmaya karar verdi. Ben, Jean Tait ve Chanie
Rosenberg kararı desteklemiyorduk ama çoğunluk bunu istedi. Ancak ne şans
ki çok geçmeden fikirlerini değiştirdiler. SLL etkileyiciydi. 1958’deki
konferansına bin kişi katılmıştı. Daha önce KP liderliğinde olan Brian
Behan konferansta konuştu. Muazzam bir çekim gücü yarattı tabii.
O dönemde bir şaka geliştirdim. Britanya’da devrime önderlik edecek partinin
yarım milyon üyeye ihtiyacı olduğunu söylerdim. Biz 499 bin 950 üye kazanmak
durumundaydık. Healy çok daha iyi durumdaydı sadece 499 bin 700 üye kazanması
gerekiyordu.
Ne kadar izole isen o ölçüde de doğru bir sloganın her şeyi halledeceğine
inanırsın. İşte bu, ikameciliğe doğru çeken asıl şeydir. Bir şey yapmaya
niyetin yoksa en ileri sloganı seçersin. Bu SLL’in problem oldu.
Troçki 1930’larda “parti programdır” diye yazdı. Neden böyle dediğini
anlayabiliyorum. Köşeye sıkışmıştı. Gerçekte parti program değildir. Parti
bir programı olan insanların birliğidir.
Rosa Luxemburg kitabı bu nedenle ikameciliğe karşı yazılmıştı. İşçi sınıfı
kendiliğinden eylemi konusundaki fikirlerini kurtarmaya çalıştım.
Socialist Review grubu ilk büyük sıçramasını CND’nin (Nükleer
silah karşıtı kampanya grubu) büyümesiyle gerçekleştirdi. Bu süreç nasıl
oldu, anlatabilir misin?
CND büyüdü biz de içinde aktiftik. Bunun anlamı CND gösterilerine giderdik.
1958’de sadece 50 kişiydik dolayısıyla komitelerinde yer alma olanağımız
yoktu.
Biz gösterilere bombaya karşı grev çağıran bir pankartla katılırdık. Bombadan
kurtulmak için işçi sınıfı mücadelesine vurgu yapıyorduk.
İşçi sınıfını bu yönde harekete geçirmemiz mümkün değildi ama pankartımızı
gören birkaç yüz kişiyi belki etkileyebilirdik.
Nükleer bombalar konusunda o dönemde çok tartışma oluyordu. Bizler de
ilkesel olarak bomba karşıtları olarak tanınıyorduk. Başkaları “işçi bombası”
yani işçi devletlerinin elinde nükleer silahların bulunmasını onaylayan
bir hatta sahipti.
Biz pasifist olmadığımızı söyledik. Tabanca insanlar arasında ayrım yapabilir;
ilerici ya da gerici oluşunu onu tutan belirler. Ancak bomba insanlar
arasında ayrım yapmaz. Kitle imha silahıdır. İlerici ırkçılık olamayacağı
gibi ilerici kitle katliamı da olamaz.
İşçi Partisi’nin Genç Sosyalistleri (YS) CND’nin etkisi altındaydı. YS’nin
40 bin üyesi vardı ve çok canlı bir yapıydı. YS içinde üç kanat bulunuyordu.
YS’nin Ulusal Komitesi’nde yedi üyesi bulunan Healy grubu, Ulusal Komite’de
üç üyesi bulunan bizler ve komitede bir üyesi bulunan Militan (Militant)
grubu. Sanırım komitede iki bağımsız da vardı. Asıl tartışma bizimle Healy
grubu arasında geçiyordu. Gençlik arasında Gaitskell’i destekleyenlerin
sayısı çok azdı dolayısıyla Rusya’daki sistemin ne olduğu sorunu çok merkeziydi.
Tabii bomba konusu da.
1960-63 arasında YS’den birkaç yüz insan kazandık-belki 300 kadar. Bu
bizim için çok önemliydi. 1960-64 arasında 50 kişiden 200’e çıktık.
Grupta kalan 200 kişinin içinde çok iyi yoldaşlar vardı. 1964’te İşçi
Partisi hükümete geldi ve bununla birlikte İşçi Partisi’nin muhalefetinin
havası söndü. Michael Foot, Wilson’ın biyografisini yazdı ancak bu daha
çok bir hagiographiye (Ortaçağda azizlerin hayatlarını anlatan resimli
el yazmaları) benziyordu Frank Allaun da Wilson’u Keir Hardie’den bu yana
en büyük sosyalist olarak övdü. Bu noktadan sonra YS’de hayat kalmadı.
İşçi Partisi iktidardaydı hayat ise İşçi Partisi dışında. Healy grubu
partiden atıldı, biz ayrıldık. YS’de mücadele edecek bir şey kalmamıştı.
1964-68 arasında grup varlığını sürdürebilecek düzeye ulaşmıştı. Büyük
şeyler olmadı. 1966’da yaşanan önemli bir gelişme İşçi Partisi’nin Gelir
Politikası’nı yürürlüğe sokmasıdır. Bu, mücadelelerin genelleşmesi konusunda
bir fırsat sundu. Eskiden grevler tekil bir şekilde ilerliyordu. Gelir
Politikası ise bütün işçileri kapsıyordu. Colin Baker ve ben ‘Gelir Politikası,
Yasalar ve İşçi Temsilcileri’ başlıklı bir kitapçık yayınladık. Kitap
işçilere yönelikti ve 10 binden fazla sattı.
1960’ların ortasında Batı Londra’daki ENV’de 12 üyesi olan bir fabrika
şubesi açtığımız için de şanslıydık. Fabrikadaki işçi ücreti bölgedeki
ortalamanın hayli üstündeydi. Dayanışmacı bir fabrika olarak bilinirdi.
Böylece işçiler arasında küçük kökler salmaya başlamıştık.
YS’den kazandığımız yoldaşlar arasında genç işçiler bulunduğu için grubun
kompozisyonu biraz daha gelişmişti. Glosgow’daki YS üyelerinin çoğu işçiydi.
Biz de çok iyi genç işçiler kazandık.
Demek grup 1968’i iyi değerlendirebilmek için hayli mesafe kat
etmiş. Bu süreç nasıl yaşandı?
68’de iki cephede birden ilerleme oldu. 1968-69’da ilk önce düşük ücretli
işçiler isyan etti. Kadın işçiler mücadele cephesine katıldılar, Ford’da
eşit işe eşit ücret grevi yapıldı. Hemşire ve öğretmenler ilk kez ulusal
düzeyde greve çıktılar bu bize genelleştirmek için olanaklar sundu. Bu
grevler etrafında bildiriler çıkarmaya başladık. Londra Belediyesi’nin
evlerinde oturan kiracılara yönelik olarak da 250 bin bildiri çıkardık.
Çalışma yöntemlerimizi değiştirdik. Uluslararası Sosyalistlerin üyesi
olmak demek bildiri dağıtmak demekti.
İkinci önemli gelişme Vietnam Savaşı karşıtı hareketin yükselmesiydi.
Ekim 1968’de 100 bin kişi Grosvenor Meydanı’nda savaş karşıtı gösteri
yaptı. Bizler Dördüncü Enternasyonal’e bağlı IMG grubundan daha tanınmış
değildik. Tarık Ali hepimizden fazla tanınıyordu. Aramızdaki en önemli
fark onların Vietnam’daki mücadele ile Britanya’daki gelişmeleri nasıl
birbirine bağlayacaklarını bilmemeleriydi. 100 bin kişiye konuşabiliyorlar
ama ertesi gün beş kişi ile ne yapacağını bilmiyorlardı. Biz ise biliyorduk.
Pazar günü gösteriye katılacağımızı, Pazartesi ise limanlara veya fabrikalara
gitmemiz gerektiğini çünkü toplumdaki asıl gücün işçi sınıfında olduğunu
çok iyi tartışan bildiriler çıkartıyorduk.
O sıralar London School of Economics’de (Londra Üniversitesi İktisat Fakültesi)
bir aylık bir çalışma yaptım. 40 kadar üye kazandık. Hareket halindeki
herkesi üye yapıyorduk. Nisan 1968’de 400 olan üye sayımız ekimde bine
çıktı.
O yıl iki konferans yaptık. Her türlü tartışma vardı. Küçük bir propaganda
grubu iken grubun yapısı konusunda sorunlarımız yoktu. Ancak mücadeleye
müdahale etmeye başladığında bir yapıya ihtiyacın var. Ciddi zorluklar
yaşadık. Yeni üyelerin çok az deneyimi vardı.
Örgüt içindeki tüm bu gerilimin bir nedeni vardı. Vietnam, Çekoslovakya’nın
Rusya tarafından işgali, 1968-69’daki büyük grevler vs. çok büyük olaylar.
Karşılaştırıldığında alınan sonuçlar küçük görünüyordu. Hala çok küçük
bir gruptuk. Yoldaşlar yeni ve deneyimsiz oldukları için üye kazanmanın
çok kolay olduğunu düşünüyorlardı. Hala hayatın çok zor olduğunu kendi
deneyimleriyle öğrenmek zorundaydılar.
1970’lerin başında Britanya’da sınıf mücadelesi uzun yıllardan
sonra doruk noktasına ulaştı. Devrimciler bu gelişmeyle nasıl bir bağ
kurdular. Mücadelenin sunduğu fırsatlar nelerdi?
Heath’in 1970’te iktidara gelmesi yeni bir durum yarattı. Muhafazakarların
Endüstriyel İlişkiler Yasası’na tepki büyük ölçüde genelleşmişti. Aynı
zamanda gelir politikasına karşı da tepki vardı. Mücadeleler çok daha
genelleşti. Bizler taktiklerimizi değiştirmek zorundaydık, sınıf mücadelesinin
aktivistleri olduk. Neredeyse sadece bu alanda faaliyet yaptık.
1972’de Liman işçileri tutuklandığında onların bildirilerini biz ürettik.
Çok büyük çapta propaganda aracı ürettik. Pentonville Hapishanesinde tutulan
beş liman işçisi serbest bırakılınca Doğu Londra’da bir toplantı düzenledik.
Serbest kalan liman işçilerinin üçü platformda konuştu. Sınıf mücadelesi
ile geliştirebildiğimiz bağın gücünü bu toplantıdan da görebiliriz.
Limanlarda kullanılmak üzere bir taban örgütlenmesi bülteni çıkarttık.
Bülten binlerce işçiye ulaşıyordu. Peterborough’daki Perkins dizel fabrikası
greve çıktı. Bu fabrikadan 50 işçiyi partiye kazandık.
1972 ve 1973’te 50 büyükçe fabrika şubesi inşa ettik. Bu parti örgütlenmelerinde
500 işçi üye bulunuyordu. Coventry, Birmingham, Linwood, İskoçya ve Oxford’daki
otomobil fabrikalarında partinin fabrika şubeleri vardı. Etki alanımız
hayli genişti. Bir düzine kadar taban örgütümüz vardı. 1972’de bin olan
üye sayımız 1973’ün sonunda üç bin 800’e çıkmıştı.
Ancak 1974’ten itibaren sorunlarla karşılaştık. Genelleşen mücadelede
işçilerin ne istemediğini anlamıştık: Gelir politikalarını, Endüstriyel
İlişkiler Yasası’nı ve Muhafazakarları istemiyorlardı. Ancak işçilerin
pozitif anlamda ne istedikleri konusunda net değildik. Onlar “Heath istifa”
diye bağırdıklarında İşçi Partisi’nin iktidara gelmesini istediklerini
anlamıyorduk. Dolayısıyla bir İşçi Partisi hükümetinin etkilerinin ne
olacağı konusunda net değildik.. Hepimiz bir İşçi Partisi iktidarı üzerine
yaşanacak balayının kısa süreceğini farz ediyorduk. Sendikacıların İşçi
Partisi’ne kısa bir süre için şans tanıyacağını ama hızla gerçeklerle
yüzleşip mücadeleye tekrar atılacaklarını düşünüyorduk.
Ne var ki Toplumsal Sözleşme sadece bir balayı dönemi değildi. Etkisi
uzun yıllar hissedilecekti. Grev kırıcılığı bile meşrulaştı. Longbridge
fabrikasındaki iş aletleri bölümü greve çıktı. Komünist Parti’li sendika
fabrika temsilcisi Derek Robinson, diğer bölümde çalışan işçileri grev
gözcüsü hattını geçmeye (grevi kırmaya) ikna etti. (Toplumsal Sözleşme
çalışma hayatında barış karşılığında iş güvencesini öngörüyordu.) Ancak
Robinson kendi işini bile kurtaramadı ve 1979’da işten atıldı. Longbridge’den
sonra Port Talbot fabrikasındaki elektrik işçileri greve çıktı ve yine
diğer işçiler grevi kırdılar. 1977’de dört binden fazla BEA işçisi greve
çıktı. Sektörde örgütlü olan TGWU sendikasının 16 bin işçisi grevi kırdı.
Daha da kötüsü madencilik sektöründe yaşandı. 1977’de yeni bir ikramiye
sistemi ile madenciler bölündü. Nottingham ve Leicestershire madencileri
ülkenin geri kalanından ayrıcalıklı bir konuma yükseltildi. Bunun olumsuz
sonuçları 1984-85 Büyük Madenciler Grevi’nde gördük.
Toplumsal Sözleşme sınıf mücadelesinin geri çekilmesinin başlangıç noktası
oldu. 1974-79 İşçi Partisi iktidarı deneyimi buydu. Bunu anlamamız zaman
aldı. Anlar anlamaz politika ve faaliyetlerimizi değişen politik havaya
uygun hale getirdik.
Artık işçiler hem mücadele edip hem oy vermektense değişimin sadece oy
vermekle elde edileceğini düşünür hale geldiler. Sınıf mücadelesi anlamındaki
geri çekiliş Bennizm formunda politik mücadelenin yükselişi biçiminde
kendisini ifade etti. Aynı zamanda sembolik mücadele anlayışı yaygınlaştı.
1968’de kadınlar eşit işe eşit ücret için mücadele ettiler. 1980’lerin
başında ise kadın hareketi ücretler için değil bilinç yükseltmek için
çalışıyordu.
Söylediklerinizin tümünde ortak bir yön devrimcilerin değişen
duruma uygun davranmalarının gerekliliği. Sınıf mücadelesinin geri çekilmesiyle
de yüzleşmeyi başarmamızın dersi de burada saklı değil mi?
Marksist olmak ilkesel konularda çok keskin ama her dönemin somut durumuyla
bağ kurma konusunda esnek olmak demektir. İşçiler kendilerini değiştiremedikleri
sürece toplumu değiştirmeyi asla başaramazlar. Devrimciler ise kendilerini
değiştirmedikleri sürece işçi sınıfındaki değişimin bir parçası olamazlar.
En önemli halka budur. Herkes en önemli şeyin hata yapmamak olduğunu düşünür.
Ancak hata yapmak onlardan öğrendiğimiz sürece çok da büyük bir facia
değildir. En kötüsü de hata yapma korkusuyla hiçbir şey yapmamaktır.
Aynı zamanda adaptasyon fırsatçılık anlamına gelmemelidir. İlkelere bağlı
kalmalı ama sonra koşullara adapte olmalısın.
55 yıllık devrimciliğim süresince hep bunu yapmaya çalıştım. Çok sayıda
hata yaptım. Ama asıl olarak istikrarlıydım. Her şeye yeniden başlasam
aynı şeyi yapardım, tabii biraz daha az hata ile. Şimdi işe yaramaz bir
Marksist değilim. 16 yaşımdaki kadar da heyecanlıyım.
Kitabı almak için bize yazın..
sayfa başına dön
|