Güncelleme:
05.03.2007
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Lübnan’da değişim isteyen yüzbinler sokakta..

Lübnan BOP’a mezar olacak!



Yaz aylarında İsrail'in işgaline maruz kalan Lübnan halkı şimdi de ABD-İsrail destekli hükümete karşı ayakta. Lübnan'ın geçmişinde büyük bir iç savaşa neden olan dini-mezhepsel bölünmüşlüğe dayanan sisteme karşı sıradan insanlar; Şii, Sünni, Hıristiyan, Dürzi demeden bir araya gelerek büyük eylemler yapıyorlar. ABD-İsrail destekli Sinyora hükümeti büyük bir kriz içinde. Liderliğini Hizbullah'ın yaptığı hareket, dini ayrımcılığa karşı yeni bir anayasa ve politik sistem talep ediyor. Elbette sadece bu da değil; Türk ordusunun da dahil olduğu işgalci orduların derhal Lübnan'ı terk etmesi ve ABD-İsrail destekli hükümetin uygulamaya koyduğu neo-liberal programın ortadan kaldırılması da öncelikli talepler arasında. Ülkenin önde gelen Sünni liderlerinden Fethi Yeken, eylemlerin 8. günü olan 8 Aralık'taki gösteride "Lübnan Büyük Ortadoğu Projesi'ne mezar olacaktır" diyordu. Kısaca ABD ve dostlarının kan gölüne çevirmeye çalıştığı Ortadoğu'da Lübnan, önümüzde ışık gibi parlıyor..

Lübnanlı sosyalist Ghassan Makarem, ülkedeki son gelişmeleri ve başkenti sarsan büyük protestoları anlatıyor.

Beyrut, ABD destekli politik sisteme meydan okuyan yeni hareketin odak noktası haline geldi.
Bu hareket şehrin tarihindeki en büyük gösterilerle oluştu. Bir milyondan fazla insan (Lübnan'ın nüfusu 4 milyon) geçen hafta cuma günü ulusal birlik hükümetinin kurulması talebiyle başkente yöneldi.

Fakir mahallerden yürüyen aileler başkenti inletirken; kamyonlar, otobüsler ve arabalar protestocularla doluydu. Şehir merkezinin işgal edilmesi dev bir gösteriyle tamamlandı. Bir kısmı köylülere, diğerleri de mahallelere ve politik partilere ait olan çadır denizi hükümet binalarını kuşatmıştı. Her akşam 50 binin üstünde insan toplantılar, konuşmalar ve tartışmalara katılıyor.

Artık ulusal enstitüler de kampanyaya dahil oldu. Toplantı çadırları politik tartışma merkezleri haline gelirken, üniversiteler çadırlar kurup dersler vermeye başladılar.

Din ve mezhep ayrımcılığı üzerinden politika yapan partilerin koalisyonu olan hükümet, protestolar devam ederse iç savaş başlatma tehdidi savuru-yor. Milyarder patron-politikacı Saad Hariri taraftarları, bir grup göstericiye ateş açtı. Genç bir metal işçisi öldürüldü. Hükümetin eylemlere dini bölünmüşlük zehri enjekte etme çabası bu cinayete rağmen geri tepti; protestolar daha karma hale geldi. Provokasyonlara rağmen protestocular intikam eylemlerine girişmedi.

Hizbullah, diğer Şii partiler, komünistler ve Hıristiyan Hür Yurtsever hareketinin büyük kısmından oluşan eylem örgütleyicileri, muhalefetteki Sünni partilerce bir araya getirildi. Hareket genişlerken Beyrut'taki çoğu Sünni eylemlere katıldı.
İsrail'in ülkeye saldırısına karşı yükselen mücadeleye katılmayan hükümetten tiksinen halkın hayal gücünü harekete geçiren protestolar direnişe olan popüler destek tarafından cesaretlendirildi.

Ancak iktidarın dini gruplar arasında yeniden paylaşımına dönük stratejiler hakkında sorular yükseliyor. Muhalefetin liderleri uzlaşmak istiyorlar ve ulusal bir birlik hükümeti talep ediyorlar. Ama protestoların yarattığı yükseliş, ulaşılmış taleplerin ötesine geçiyor. Ulusal birliğe dönük şarkılar söylemek, dini bölünmüşlüğün ve ona dayalı sistemin sonlandırılması, ücret artışları ve yoksulları vuran yeni verginin kaldırılması çağrılarının önünü açıyor.

Protestolar ikinci haftasına girerken hükümet daha da izole hale geldi, ama sistemle uzlaşma girişimlerinin, kitlesel protestoların değişim için yarattığı dev gücü çarçur etme tehlikesi sürüyor.
İngiliz Socialist Worker gazetesinin 9 Aralık 2006 tarihli sayısından çevrildi: http://www.socialistworker.co.uk


Beyrut Barış Konferansı’nın ardından

Emperyalizme karşı hepbirlikte

Beyrut Konferansı’na katılan Türkiye kafilesinde yer alan Türkan Uzun izlenimlerini anlatıyor.

Neden Beyrut'a gittin?

İsrail'in tümüyle insanlık dışı saldırısına maruz kalan Lübnan, birleşik bir direniş sergileyerek İsrail'i püskürttü. Bölgeyi 50 yıldır terörize eden İsrail yenildi. Konferansa, böylesi bir başarı sağlayan direnişle ve Lübnan halkıyla dayanışmak ve bölgedeki mücadele unsurları arasında Ortadoğu'nun genelinde anti-emperyalist mücadelenin oluşturulmasına dönük diyalog sağlamak amacıyla gittik.

Konferansa katılan en kalabalık uluslar arası delegasyonduk. 23 farklı örgüt temsilcisi ve örgütsüz bireyler, konferansa 'Türkiyeli anti-emperyalistler' olarak katıldı.

Ben Halkların Ortadoğu Projesi'nde (bilgi için: http://hopk.wordpress.com) yer alan Antikapitalist'in temsilcisi olarak katıldım.

Konferansta öne çıkan konular nelerdi?

Direniş, geniş bir ittifakla gerçekleştirildi. Sünniler, Şiiler, Hıristiyanlar, İslamcılar ve komünistler arasındaki bu ittifak konferansın havasını da belirledi. Bütün kesimlerin bu ittifakı korumak için yoğun bir çaba harcadıklarını ve birbirlerine sahip çıktıklarını gözlemle-dim. Direniş özneleri, İsrail'e ve ABD'nin BOP'una karşı askeri bir zafer kazandıklarına, ancak bunun henüz politik düzlemde sonuçlanmadığına vurgu yapıyorlardı.

Atölye çalışmaları şeklinde örgütlenen konferansta medya atölyesine katıldım. Burada holding medyasının Ortadoğu, ABD-İsrail, savaş ve direniş konularındaki yalanlarına karşı ve tüm direnenleri kapsayacak internet üzerinden bir bilgi ağı oluşturulması karara bağlandı.

Diğer atölye çalışmalarında da ilk olarak İsrail'in yargılanacağı uluslar arası bir savaş suçları mahkemesinin kurulması, bölgesel işbirliğinin gelişti-rilmesi, Irak, Lübnan ve Filistin direnişlerinin desteklenmesi, ABD ve İsrail'e karşı boykot uygulanması, başta İsrail'in elindekiler olmak üzere bölgedeki bütün nükleer silahların imha edilmesi için mücadele edilmesi kararlaştırıldı.

İsrail saldırısının yıl dönümü olan 12 Temmuz 2007'de uluslar arası düzeyde Lübnan halkıyla dayanışma eylemleri çağrıldı.
Konferansın yapıldığı günlerde bir hükümet krizi ortaya çıktı. Direniş, İsrail ve ABD ile işbirliği yapan Sinyora hükümetinin istifasını talep ediyor. Biz oraya giderken direnişin içindeki örgütlere mensup 5 bakan seçime gidilmesi talebiyle hükümetten ayrıldılar. Şu anda da bu talep etrafında kitlesel bir eylemlilik süreci yaşanıyor.

Lübnan'da geçmişte kanlı bir iç savaş yaşandı. Sence bu hükümet krizi yeni bir mezhepsel çatışmaya mı gebe?

Konferansın tüm havasını belirleyen şey, (Şii-Sünni veya Müslüman-Hıristiyan) mezhep çatışmalarına karşı ortak tutumdu. Son günlerde de Hizbullah lideri Nasrallah'ın açıklamalarına bakarsak direniş kanadının bir mezhep savaşına karşı net bir duruş sergilediğini görüyoruz. Ancak Hıristiyan Bakan Cemayel'in öldürülmesi ve gösterilere katılan genç bir metal işçisinin katledilmesi birilerinin mezhep savaşı istediğine işaret ediyor. Bu, Cemayel suikastının tetikçilerinin kim olduğu değil, kimin bu gerginliklerden yarar sağlayacağı sorunudur. Bu noktada Sinyora hükümeti, İsrail ve ABD akla geliyor. Zaten suikastın, direnişin sokağa çıkmaya hazırlandığı bir anda yapılması kendi sorusunu cevaplıyor.

Konferansın küresel savaş karşıtı harekete bakışı nasıldı?

Direnişi gerçekleştiren özneler küresel düzeyde bir mücadele hattının oluşturulması gerektiğine dikkat çekiyorlardı. Konferansta sık sık Châvez'den, savaş karşıtı Amerikalı ve Avrupalılarla aynı mücadele içinde olmaktan bahsediliyordu.

Türkiye delegasyonunun konferansa yaptığı katkılar nelerdi?

Türkiyeli anti-emperyalistler olarak Lübnan'da Türk askerlerinin bulunmasını kınayan ve Türk ordusunun geri çekilmesini isteyen bir basın açıklaması yaptık. Konferansta Leman dergisinin savaş karşıtı karikatürlerinin yer aldığı bir sergi düzenledik. HOP bileşenleri bölge çapında birleşik mücadele çağrısı yaptı.

Konferansın eksik tarafları var mıydı?

Konferansta Filistin ve Irak direnişinin temsilcileri yoktu. Önümüzdeki süreçte bölgede yaratılmaya çalışılan Şii-Sünni çatışmasına karşı, bu temsiliyetin sağlanması önemliydi. Konferansın örgütleyicileri de bu eksikliği açıkça ifade ediyorlardı. Örgütleyiciler konfe-ransa katılmaları için Kürt gruplarına da çağrıda bulunmuşlardı; ancak onlar da yoktu.

Bu konferans önümüzdeki dönem Türkiye'deki mücadeleye neler katabilir?

Türkiye, Ortadoğu işgalinde kilit konumunda. Ordusu, Afganistan ve Lübnan'daki işgal ordularının bir parçası. Irak ve İran pastasından pay kapma derdinde; kısaca bölgesel gücünü artırma peşinde. Böyle bir ortamda direniş ve muhalefet güçleri arasında diyalog çok önemli bir rol oynayacaktır. Konferanstaki mücadele ve direniş birliği havasının Türkiye'deki muhalefetin derlenip toparlanmasında olumlu bir etkide bulunacağını umuyorum.

Bunun yanında dini bir damardan beslenen Hizbullah hareketinin örgütleyicileri arasında yer aldığı bir konferansa Türkiye'den çok çeşitli kurumların katılmış olması kendi başına bir önem taşıyor. Toplumu, Türkiye'nin Ortadoğu'daki işgallerin parçası olması yönünde ikna etmeye çalışanların ideolojik olarak laik cepheciliği pompa-ladığı bir ülkeden böyle bir konferansa geniş katılım ciddi bir açılımdır.

Ben, laik-antilaik ayrımına karşıyım. Ortak hedefler etrafında birlikte mücadele etmenin mümkün ve başarılı olduğunun en güzel kanıtı Lübnan'dır.

Konferansa birlikte katılan yapıların önümüzdeki süreçte bir dizi etkinliği birlikte örgütleme kararını vermiş olmaları konferansın olumlu bir katkısıdır. Hem basına hem de halka yönelik konferans izlenimleri ve Lübnan'ın maruz kaldığı saldırıya tanıklık toplantıları düzenleyeceğiz. Ayrıca direnişin 'temiz hükümet' talebine destek etkinlikleri yapacağız.


Yaralı kaplan’ köşeye sıkıştı

Cem Uzun

ABD Başkan'ı Bush üç buçuk yıl önce Irak'ta "görevin tamamlandığını" duyurmuştu. Ondan önce de Afganistan'da zafer ilan etmişti. Ne var ki Kasım 2006'da, Irak kukla hükümetinin başbakanı Maliki ile Bağdat'ta görüşmeyi bile göze alamadı. Dahası Amman'da iki gün sürmesi planlanan buluşma da bir kaç saatle sınırlandırıldı. Maliki'nin Bush'la buluşmayı kabul etmiş olması bile Irak kabinesinin önemli bir parçası olan Şii Mukteda el-Sadr bloğunun istifa etmesine neden oldu.
Afganistan'da da ABD destekli hükümetin Kabil dışında hiç bir gücü yok. Taliban yükselişte ve Bush Ortadoğu gezisi sonrası Riga'daki NATO zirvesine giderek Letonya ve Estonya gibi küçücük ülkelere Afganistan'a daha fazla asker göndermeleri için yalvarmak zorunda kaldı.

ABD yılda 400 milyar dolarlık silahlanma bütçesiyle dünyadaki toplam silahlanma harcamasının neredeyse yarısını yapıyor. Dünyanın bu en büyük askeri gücünün yaşadığı askeri yenilgilerin ciddiyeti gün geçtikçe ağırlaşıyor. Dahası ABD tarafından desteklenen ve silahlandırılan İsrail, küçücük bir ülke olan Lübnan tarafından yenilgiye uğratıldı.

ABD ve İsrail'in askeri yenilgilerinin önemi ortada fakat 'zafer' ilan etmek için henüz erken.

ABD yönetici sınıfı yenilgiden yenilgiye koşuyor, ama geri çekilmesi de çok zor. Bunun nedeni Afganistan ve Irak işgallerinin, ABD yönetici sınıfı açısından çılgın bir maceradan ibaret olmamasıdır. ABD, Afganistan ve Irak'a saldırarak zayıflayan ekonomik gücünü askeri üstünlüğünü kullanarak yeniden artırmayı umut etmişti. ABD ekonomisi şu anda Avrupa Birliği ekonomisiyle ancak aynı büyüklüğe sahipken, büyük bir dış (3 trilyon dolar) ve iç borç yüküne sahip. Bu borç yükünü de ancak dev cari ve bütçe açıklarıyla finanse ediyor.

Henry Kissinger gibi bazı Amerikan şahinleri hâlâ ABD'nin Irak'ta kaza-nabileceğini iddia ederken çekilme senaryoları daha fazla konuşulur oldu. ABD'nin Afganistan ve Irak'tan çekilmesi, Vietnam sonrasında olduğu gibi bu kez bir 'Irak sendromu' yaratarak başka alanlarda da askeri mevzi kaybına yol açma riskini ortaya çıkartır. Böylesi bir gelişme ABD'yi K. Kore, Venezüella, Rusya ve Çin karşısında zayıflatacaktır. Dolar da bu durumdan nasibini alır. Diğer ülkeler döviz rezervlerini dolar olarak tutmaktan vazgeçerse ABD ekonomisinden bir kaçış tetiklenebilir. Dolayısıyla ABD açısından Irak'tan çıkış hem askeri hem de ekonomik alanda büyük riskler barındırıyor.

ABD'de her ne kadar Demokratlar, savaş karşıtı bir görüntü ile ara seçimleri kazanmış olsalar da yönetici sınıf açısından kabul edilebilir bir 'çıkış stratejisi' geliştiremiyorlar.

Her kaybeden kumarbaz gibi ABD de bahsi ya iki katına çıkartma ya da oyundan çekilme seçeneği ile karşı karşıya. ABD egemenleri Vietnam'da savaşı kaybetmeye başladıklarında, Tayland ve Kamboçya'yı işgal ettiler. Kissinger'ın ifade ettiği gibi 'taş devrine geri götüren' bir şekilde Kamboçya'yı bombaladılar. Daha sonra en az üç milyon Kamboçyalı'nın öldürülmesinin sorumlusu olan Pol Pot rejimini desteklediler.

ABD nihai olarak Irak'tan çıkmaya zorlanabilir. Ancak bu yine dünya çapında savaş karşıtı mücadeleye bağlı olacaktır. Ancak o güne kadar ABD egemenlerinin İran veya Suriye'ye saldırması yada bu işi İsrail'e yaptırması gibi çok gerçek bir riskle karşı karşıyayız.

ABD egemen sınıfının karşı karşıya olduğu her iki seçenek de -askeri müdahaleleri arttırma yada geri çekilme- Türkiye gibi bölgesel güçlerin önemi artıracaktır. Türkiye yönetici sınıfı içinde bölgeye yönelik daha yayılmacı hedefleri olan kanadın eli güçlenecektir. Bununla birlikte bölge ülkeleri arasında savaş çıkma riski de azımsanmayacak ölçüde artmış durumdadır.
Bu nedenle dünya savaş karşıtı hareketi, zayıf ve yaralı ABD yönetici sınıfının buna benzer askeri maceralara soyunmasını engellemek gibi çok hayati ve yeni bir görev bekliyor.

Türkiye'de ise yönetici sınıf bölgeye yönelik yayılmacı emellerini Kürt sorunu kullanarak inşa ediyor. Tam da bu nedenle sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar, ateşkes sürecinin arzu edilen sonuçları sağlaması vb konular savaş karşıtı hareketin üzerinden atlayamayacağı gündemlerdir.


sayfa başına dön


 
gazete arşivine git kütüphane