|
Toplumla Mücadele Yasasını
Durduralım!
Türkan Uzun
AB'ye uyumdan demokrasi ve refah yerine 'terörizmle mücadele' anlayışı
çıktı. Meclis'e gelen Terörle Mücadele Yasa tasarısı, var olan bütün kazanımlarımızı
hedef alıyor.
Tasarı her yönüyle demokrasi düşmanıdır.
Tasarı, her türlü muhalif hareketi 'terörizm' kapsamına almaya uygun olduğu
için sivil halkı hedef almaktadır. Dolayısıyla tasarı asıl olarak Toplumla
Mücadele Yasası olarak algılanmalı, muhalefeti terörize etme girişimi
olarak mahkum edilmelidir.
Tasarı, TCK' da düzenlenen suçların yüzde 30'unu terör suçu haline getirirken
tümüyle yeni suç kategorileri icat edip bunları terör tanımı içine almaktadır.
Tasarıya göre terör kapsamına alınan herhangi bir faaliyeti teşvik eden,
öven veya propagandasını yapan basılı veya görsel tüm yayınlara sınırsız
cezalar verilebilir.
Yasa tasarısı, 'genel grev yapılmasını savunmak', 'ana dilde eğitim',
'genel af için çabalamak', 'faili meçhullere', 'gözaltında işkenceye’
ve ‘F-tipi cezaevlerine karşı olmak', savaşların sonucunda yoksulların
kurban olduğunu söylemek, Irak halkının ABD'ye tepkilerinden yana olmak,
sınıfsal sömürüye karşı durmak, din, dil, ırk ayırmayan bir demokrasi
talep etmenin "suç" sayılabileceği koşullar oluşturmayı hedefliyor.
Yargısız İnfaz
Tasarı, kolluk güçlerinin duraksamadan ateş etme yetkisini geri getirerek
yargısız infazların önünü yeniden açmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan
da suç işleyen kolluk güçlerinin tutuksuz yargılanmasına izin vererek
bir kez daha yargısız infazları teşvik etmektedir.
TMY kapsamında suçlananların kendini savunmasına ise tümüyle hukuk ve
adalet anlayışına ters düşen bir şekilde sınırlar getirilmektedir. Tasarı,
şüphelilerin avukat ile görüşmesini 24 saat erteleyebiliyor. Ayrıca sadece
bir avukat tutma hakkı tanınıyor. Dahası şüphelinin avukatı ile görüşmelerinde
kolluk güçlerinin bulunmasına olanak veriyor. Yine bu kapsamda avukatın
dosya incelemesi veya belgelerden örnek alması kısıtlanabilecek, şüphelinin
avukata verdiği ya da avukatın şüpheliye verdiği belgeler incelenebilecek.
Böylece avukatların işlevi engellenerek savunma, devletin baskı ve denetimi
altına alınmak istenmektedir.
Yasanın amaçlarını en açık biçimde yansıtan yanı muğlâklığıdır. Yasanın
birçok yerinde kullanılan sıfatlar tümüyle keyfi uygulamaların önünü açmaktadır.
Dolayısıyla herhangi bir faaliyet terör suçu sayılabilir.
Toplumsal muhalefetin terörizasyonunu hedefleyen bu yasaya karşı tüm sendikacı,
örgüt ve/veya sivil toplum kurumları aktivistlerinin; hepimizin birkite
mücadele yürütmeye ihtiyacımız var.
Laik cepheyi değil; Savaş karşıtı mücadeleyi inşa edelim!
Danıştay saldırısı üzerinden generaller, medya ve CHP, AKP hükümetine
karşı yeni bir laik cephe açmaya çalıştılar. PKK tehlikesine İslamcı terör
eklendi, laik-demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin tehdit altında olduğu
iddia edildi. Paşalar, halkı bu cumhuriyete sahip çıkmaya, Anıtkabir'deki
gibi gösterileri tekrarlayıp artırmaya çağırdılar. AKP'ye karşı laiklik
korosuna son olarak TÜSİAD da katıldı.
Laiklik üzerinden ipleri germe çabasına karşı tutumumuz bellidir. Seçimle
işbaşına gelen yine seçimle gitmelidir. Evet; AKP işbaşına geldiğinden
bu yana toplumun çoğunluluğunun aleyhine çalıştı; AKP, AB sürecini işleterek
emperyalizme 'uyum'lulaştı; AKP, 1 Mart 2003'te Irak savaşında rol oynamak
istedi, Büyük Ortadoğu Projesi ve İran konusunda ABD ile uyumlu bir çizgi
izliyor; AKP kendi tabanının taleplerine bile sırt çevirdi; Erdoğan Kürt
sorunu üzerinden verdiği sözlere sırt çevirdi, şahinleşti, generallerle
uzlaştı; AKP, TMY ile toplumla mücadeleye kalkışıyor. AKP'nin savunulacak
hiçbir yanı yoktur; biliyoruz. Ancak savunulması gereken demokratik işleyiştir.
Yeni 28 Şubat'lar istemiyoruz!
Refah Partisi'ne karşı yürütülen gerginlik politikaları 28 Şubat 1997
askeri müdahalesine giden yolu döşemişti. Darbenin demokratik işleyişi
bir kez daha sekteye uğratması sonucunda ise toplumun çoğunluğu büyük
hak kayıplarına uğradı. Bu tür müdahalelerin bizi hangi mecraya taşıdığını
çok iyi bili-yoruz. Erken seçim dayatmalarına, süngü zoruyla bu yollarda
tekrar yürütülmeye karşı çok net bir tutum alıyoruz.
Danıştay saldırısının türban sorunu üzerinden İslamcı bir terörist tarafından
gerçekleştirildiği iddiasının büyük bir yalan olduğu gün geçtikçe belirginleşiyor.
Danıştay saldırısının aile fotoğrafında tanıdık şüpheliler görülüyor:
Susurluk devletinin asker-faşist işbirliğinden oluşan çeteler.
Egemenlerin en azından bir kesimi tarafından önleri açılmasa, göz yumulmasa,
finansman kaynakları oluşturulup silahlar temin edilmese, bu çeteler ortaya
çıkamaz. Çıksa da hızla tasfiye edilir. Kimse bu çetelerin kendinden menkul
olduğunu iddia etmesin.
Çeteleri çok iyi hatırlıyoruz. Bunlar savaşın simgesidir. Batı emperyalizmin
hedefleriyle uyumlu 'komünizme karşı savaş'ın çeteleri, 15-16 Haziran
1970 Direnişi sonrası işçilere karşı savaşın çeteleri, Kürtlere karşı
savaşın çeteleri… Yeni nesil çeteleri de Kürtlerin barış talebine karşı
ve İran'a yönelik savaşa güdümlenmiş tetikçileri olarak mahkum etmeliyiz.
Danıştay saldırısı 2005 Newroz'unda düğmesine basılan gerginlik politikalarının
son örneğidir. Bu gerginlik politikalarının hedefi Ortadoğu'da yeni bir
savaşa Türkiye'nin ortaklığını garantilemek için uygun bir zemin hazırlamak,
1 Mart 2003'te savaş çığırtkanlarının uğradığı bozgunun tekrarını önlemektir.
Danıştay saldırısından önce Uğur Mumcu'nun abisi Ceyhan Mumcu'nun yaptığı
bir açıklama son derece dikkat çekicidir. Ceyhan Mumcu, Türkiye'yi İran'a
karşı savaşa sokmak için çok sayıda saldırının düzenleneceği konusunda
bilgilendirildiğini basına duyurmuştu.
Toplumsal muhalefetin odaklanması gerektiği konu ABD'nin Büyük Ortadoğu
Projesi'dir. Gerginlik politikaları ve çetelerini boşa çıkartacak olan
savaş karşıtı mücadeledir.
Esas mesele cumhurbaşkanlığı seçimi değil
2005 Newroz'unda düğmesine basılan, Şemdinli'de Umut kitapevinin bombalanması,
Diyarbakır'da çocukların kurşunlanması ve Danıştay saldırısıyla sürdürülen
gerginlik politikalarının Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığını önlemeye
yönelik olduğu tartışılıyor. Bir an bunun böyle olduğunu kabul edelim:
Seçmenin neredeyse yarısının temsil edilmediği bir Meclis'in seçeceği
cumhurbaşkanının meşruiyeti de tartışma konusudur. Ancak bu meşruiyet
sorunu, hiçbir şekilde seçemedikleri-mize ve onların çetelerine cumhurbaşkanının
kim olacağını belirleme hakkını vermez. Seçim barajları nedeniyle ortaya
çıkan temsiliyet sorununa Susurluk devleti çetelerinin darbeci çözümlerinin
peşine takılma-yalım.
Çankaya'ya kimin oturacağı meselesi ikincildir. Erdoğan 2002'den beri
başbakan. Hükümet, İMF programlarını uygular ve dolu dizgin özelleştirmeler
gerçekleştirirken ne TSK ne de TÜSİAD laikliği hiç mesele etmemişlerdi.
ABD, AB ve yerel statüko ile hep uzlaşan Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığının
da budan farklı olmayacağı son derece açıktır.
Kaldı ki AKP tabanının türbanı kamusal alana taşımaktan ziyade AB üyeliğini
öncelik ettiği gerçeği de son derece açıktır. Kadınların türbanlarını
çıkartarak Atatürkçülüklerini kanıtlamaya yöneldiklerini gördük.
Bunlar ortadayken ipler neden gerili-yor?
Gerginlik politikalarının hedefi toplumu Ortadoğu'da yeni bir savaşa hazırlamaktır.
Milliyetçi histeri ile İran'daki PKK kampları savaşın bahanesine zemin
oluşturulmaya çalışılırken; İran Kandil'deki kampla-rı bombaladı. Milliyetçi
kart bir ölçüde boşa çıktı. Danıştay saldırısı üzerinden İslamcı terör
odağı olarak İran yine hedef tahtasına konulmak istendi.
AKP liderliği, TSK ve ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi ile uyumlu olmakla
birlikte İslamcı taban dahil toplumun çoğunluğu ABD'nin peşi sıra savaşa
sürüklenmek istemiyor. Bu da AKP'yi daha ihtiyatlı davranmaya, diplomatik
yollar aramaya zorluyor.
Gerginlik politikaları çoğunluğu sindirmeye ve devletin çıkarlarının peşine
takmayı hedefliyor. Böylesi gergin bir ortam, zaten BOP'çu Erdoğan ve
Gül'ü savaş karşıtı tabanın basıncından uzaklaştırır, ABD ve İsrail'nin
hedeflerine iyice yaklaştırır. 2002'den bu yana şahinleşen bir AKP'ye
savaşı önlemesi için güvenemeyiz. Türkiye egemen sınıfının BOP yolunun
yolcusu olmaktan başka seçeneği yoktur.
Gerginlik politikalarını boşa çıkartarak, barış ve demokrasi yolunu inşası
toplumsal muhalefetin sorumluluğudur.
1 Mart'ta savaş çığırtkanlarını bozguna uğrattık, yine yapabiliriz.
Demokrasi ve özgürlük mü dediniz!?!
Mesut Çelebioğlu
Avukat Eren Keskin, 2002’de Almanya’da katıldığı bir toplantıda, Kürt
bölgelerinde asskerin ve polisin kadınlara cinsel tacizde bulunduklarını
belirten bir konuşma yaptı.
2005’te gazeteci Perihan Mağden, vicdani reddini açıklayarak askere gitmeyi
reddeden ve bu yüzden aylarca hapis yatan (hala daha yargılanıyor) Mehmet
Tarhan’ı desteklemek için ‘her türk asker doğmaz’ dediği bir yazı yazdı.
Kırılgan ordumuz darılmasın
Şimdi ikisi de ‘ordunun manevi şahsiyetine hakaret’le ve ‘halkı ordudan
soğutmak’la suçlanıyorlar. Mahkeme, Eren Keskin’in 10 ay cezaevinde yatmasını
hükme bağladı; Mağden’in ilk duruşması ise 8 Haziran’da yapıldı.
Tanıdık simalar
Danıştay saldırısını yapan çetenin ‘yüzbaşısı’ ve avukatı (her demokrasi
diyene dava açan faşist) da Mağden’in yargılandığı mahkemeye koşup protesto
ettiler!
Türkiye’de ne kadar demokrasinin olduğunu bu iki davadan da anlayabiliriz.
Eren Keskin ve Perihan Mağden değil, çeteler yargılanmalıdır!..
Baykal nereye koşuyor?
CHP liderli Deniz Baykal merkez sağa açılarak 'sosyal demokrasiyi' iktidara
taşıyacakmış. Sosyal demokrat değerlere sırt çevireli çok oldu. Bu nedenle
merkez sağ ile birleşme çabası birçok kesim tarafından yadırganmıyor.
Başkaları da merkez sağda çok sayıda parti olduğu için bu yönelimin de
Baykal'ın sayısız batık projeleri seceresine katılacağı söylüyor.
Baykal bu dönemde devletin 'has parti' arayışlarına yanıt oluşturmaya
çalışıyor. Bu yönelim son dönemde milliyetçilik ve laikliğin körüklenerek
oluşturulmak istenilen savaş zeminin siyasal ifadesi olacaktır. Bu yönelimle
CHP'nin toplumu götüreceği yer ancak yıkım ve yoksulluktur. Geçit vermeyelim.
sayfa başına dön
|