|
Kardeşime
dokunma !
Ozan Ersan
ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi öğrencileri
olarak, bir süredir çocuklar dahil ağır kayıplar veren Diyarbakır'a hem
halkları düşmanlaştırıcı politikalara karşı kardeşliğimizi güçlendirmek,
dayanışmamızı sunmak hem de gelişmeler hakkında ilk elden bilgi almak
için gittik.
Toplam 108 öğrenciydik. Diyarbakır'da bizi karşılayan sivil toplum örgütleriyle
birlikte Büyükşehir belediyesinde bir basın toplantısı yaptık. Büyükşehir
belediyesi başkan vekilinin konuşmasının ardından üniversite temsilcileri
kendi bulundukları alanlardan dayanışma mesaj ve mektuplarını sundular.
Toplantıdan sonra gruplara ayrılarak çeşitli kurumlarla görüşmelere gittik.
Bu kurumlar, İHD, Göç-Der (zorunlu göç mağdurları), Diyarbakır Barosu,
Tuha-Der (tutuklu aileleri), Eğitim-sen, Barış Anneleri idi. Ayrıca çatışmalarda
yakınlarını kaybeden dört aileye (öldürülen bu insanların yaşları 6, 9,
22, 68 ) ve yine olaylar sırasında hayatını kaybeden Devrimci Demokrasi
gazetesi muhabirinin ailesine taziye ziyaretinde bulunduk.
12 Eylül ve OHAL'den daha yoğun bir saldırı
Kurum ve kişilerle yaptığımız görülmeleri daha sonra birbirimize aktardık.
Aşağıdakiler bu aktarımlardan derlenmiştir:
Olayların başladığı gün polis görece daha geri bir pozisyondaymış. Fakat
ikinci gün askerin ve özel timin devreye girmesiyle şehirdeki sivil otorite
(valilik vb.) tamamen ortadan kaybolmuş. Bundan sonra 12 Eylül ve OHAL'de
bile görülmedik yoğunlukta bir saldırı başlamış. İki gün içerisinde 570
gözaltı ve 400 den fazla tutuklama olmuş ve neredeyse tüm bu kişilere
sistematik işkenceler yapılmış (yapılmaya devam ediliyor). Göstericilerin
üzerine hedef belirtilerek 'paralel ateş' açılmış. Onlarca kişi vurulmuş
olmasına rağmen tutuklanma ve işkence tehdidi nedeniyle hastanelere gidememiş.
'Yağmalama' olayı ise medyada aktarıldığı gibi fakir gariban esnafa değil
Kürt sorununa tamamen duyarsız, çoğu AKP'li orta ve üst gelir grubuna
mensup iş sahiplerine yönelik gerçekleşmiş.
Gösterilere katılım birkaç bin değil 50 ila 100 bin kişi civarındaymış.
Polisler sapanlarla, silahlarla önlerine gelen bütün evlerin camlarını
kırmış, içerdeki insanları terörize etmiş.
Çatışmaların en yoğun yaşandığı yer Bağlar belediyesi sınırları içerisinde.
Burası zorunlu göç mağdurlarının ve yoksulların oturdukları bir semt ve
14 yaş altı çocuk nüfusu oranı yüzde 47. Bunlara 18 yaş altındakileri
de ekleyince oran ciddi şekilde yükseliyor. Bu çocukların çoğunun hayata
dair ilk anıları köylerinin, evlerinin, tarlalarının yakılması; anne ve
babalarının askerlerce dövülmesi, gece yarısı yüzleri maskeli insanların
evlerine baskın yapması…
Herkesin önemle vurguladığı devletin bir süredir devam ettirdiği Kürt
sorununa dönük tutumunda büyük bir değişikliğin meydana geldiği yönündeydi.
Konuştuğumuz kişilerden biri "devletin bundan sonra bu soruna bakışını
çok net görüyoruz : Çözümleri imha" diyerek konuyu özetliyordu.
Başka bir vurgu ise geleceğe yönelik güvensizlikti: "Gençler halen
'barış' diyor fakat şimdiki çocuklar ileride barış demeye devam diyebilecekler
mi? Bilmiyoruz." Herkes gerginliğin halklar arasında bir savaşa dönüştürülmesinden
korkuyor:
Onurlu barış
Konuştuğumuz insanların ısrarla söyledikleri şey hep aynıydı: BARIŞ. Fakat
devlete zorla itaate dayanmayan "onurlu bir barış" istiyorlar.
Temel taleplerinin kabul edildiği, eşitlik ve kardeşliğe dayanan bir barış.
Yine konuştuğumuz insanlardan birisi meseleyi şöyle özetliyordu: "20
yıl da sürse 50 yıl da sürse bu iş masa başında bitecek" Bizi şöyle
tanımlıyordu aynı kişi "son 15 gün içinde başımıza gelen en güzel
şey sizsiniz".
Herkesin bizden ortak olarak isteği bir şey vardı: Gidin ve buradakileri,
gerçekleri, anlatın. Çünkü kendi deyimleriyle, onlar anlatınca kimse inanmıyordu.
Biz anlatırsak belki inanabilirlerdi.
Barış annelerinden birinin söylediği gibi "bütün annelerin göz yaşları
aynı renktir". Artık hiçbir anne ağlamasın istiyorlar ve Türkiye'deki
annelere şunu söylememizi istiyorlardı: burada hiçbir paşanın, hiçbir
zenginin, hiçbir bürokratın çocuğu ölmedi, ölenler hep 'bizim' çocuklarımızdı.
'Orada' yaşanları 'buradakilere' anlatmak ve imha politikalarına doğru
bu gidişe dur demek, onurlu bir barışı zeminin oluşması için çaba göstermek
hepimizin sorumluluğu. Türkiye muhalefetinin bu dönemde yapması gerekenler
için bir adım attığımızı hissediyoruz. Dört üniversiteden 108 öğrenci
kardeşleşmek ve insanların ne düşündüklerini öğrenmeye gittik. Ve öğrendik:
İnsanlar onurlu bir BARIŞ istiyorlar. Israrla anlatmaya devam edeceğiz…
Gidişi örgütlemek
Diyarbakır'a gitme fikri Boğaziçi Üniversitesi'nde olayların tartışıldığı
bir derste öğrenciler ve öğretim görevlisinin aklına takılan soruların
cevabına yönelik gelişti. "Diyarbakır hakkında bilmek istediklerimiz"
haftası düzenleyen öğrencilerle haberleşmemiz üzerine ODTÜ'de toplantılar
düzenledik. Her birimizin kafasında sayısız soru işareti vardı ama herkes
gitmek istiyordu…
Ortada çok açıkça yürütülen bir haksızlık vardı. Dayanışma zamanıydı.
Gidişi örgütleme sürecinde birçok tartışma yaşandı. Farklı bir çok grup
ve herhangi bir gruba mensup olmayan pek çok kişi aynı iş için kollarını
sıvamıştı. Tartışmalar bizi ortak bir dilde buluşturdu.
Gitmeden önce tüm ODTÜ'yü haberdar etmek, katılımı sağlamak için bir dizi
etkinlik yapmaya karar verdik. Öğretim görevlileriyle de iletişime geçtik.
İlk etkinlik Boğaziçili arkadaşlarla ortaklaştığımız metni tüm okula dağıtmak
oldu… Ayrıca tüm hafta boyunca, ellerimizde konuya dair dövizlerle kampusta
oturma eylemleri yaptık, "Diyarbakır'ı Tartışıyoruz" başlıklı
bir forum düzenledik.
Haftanın sonunda gitme vakti geldiğinde, (14 Nisan Cuma) bize destek verenlerle
birlikte Kızılay Yüksel caddesinde bir basın açıklaması yaptık ve "Kardeşime
Dokunma" diyerek yola çıktık. Yolculuk sırasında hepimizde az da
olsa bir gerginlik vardı. Boğaziçililer bizi Ankara çıkışında bekliyorlardı.
Onlarla buluşup beraber yola koyulduk.
Diyarbakır'a 30 kilometre kala otobüslerimiz durduruldu ve sıkı bir aramadan
geçirildik. Ciddi bir sorun çıkmadan yola devam ettik ve şehrin girişinde
çeşitli siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileriyle
buluştuk.
"Barış için çocuklarımızın ölmesi mi gerekiyor?"
Özlem Gitmez
Diyarbakır Belediyesi'nde yapılan basın açıklamasından sonra on kişilik
bir ekip olarak Tutuklu Yakınları Derneği'ne gittik. Dicle Üniversitesi'nden
bir öğrenci bize kılavuzluk ediyordu. Derneğin başkanı bize olanları anlatmaya
başladı. Sayılar veriyordu ve bunlar ölümü taşıyordu. Ölümün anlatıldığı
küçücük bir odada dernek üyeleri bize kardeşlik istediklerini söylüyorlardı.
Altı yaşında bir çocuğun nasıl öldürüldüğünü anlatırken bizim verdiğimiz
desteğin öneminden bahsediyordu.
Umutlu olduklarını görebiliyordum. Sorduğumuz her soru, paylaştığımız
her şey onları mutlu ediyordu. Başka bir dernek üyesi oğullarının mücadelesinden
bahsetti. "Barış için çocuklarımın ölmesi mi gerekiyor?" diye
sordu. "Biz kendi dilimizi konuşmak istiyoruz; biz dağdaki gençlerin
inmesini istiyoruz. Batıdaki herhangi bir Türk vatandaşının sahip olduğu
haklara sahip olmak istiyoruz. Siyasi bir güç olarak varlığımızın kabul
edilmesini istiyoruz. Bütün bunlar çok mu? 78 yaşındaki bir adamın, gencecik
çocukların öldürülmesini gerektirecek kadar imkansız mı? Batıdaki insanlar
neden hiç devletlerinin yalan söyleyebileceklerini düşünmüyorlar; hep
biz mi yalan söyledik?"
Etrafımdaki insanlara baktım; bizim için bu soruların cevabı netti ve
biz, zaten döndüğümüzde okullarımızda, arkadaşlarımıza bu soruların cevabını
verecektik.
Başka bir dernek üyesi, Türkçe'yi doğru düzgün bilmediğini ve çok cahil
olduğunu söyleyerek başladı söze. "Ben biliyorum ki, burada Kürt
halkını öldürürlerken, sizin geldiğiniz yerlerde de Türk halkına baskı
yapıyorlar!" Bu adam mı, yoksa gazetelerde her gün Kürtler'in kellesini
isteyen veya öldürülmelerine ses çıkarmayan kimi 'aydınlarımız' mı daha
cahil diye düşünmeden edemedim.
Dinledik, konuştuk, yaşamanın ne kadar zor olabileceğini gördük ve neden
orada, onların yanında olduğumuzu daha da iyi kavrayarak oradan ayrıldık.
Dönüş yolculuğunda herkes çok daha emindi ve bence çok daha umutluydu.
Kanlı elleriyle bir halkı katleden, birada yaşayamayacağımızı haykıran
devletin değil; "Biz düşman değiliz, insanca bir yaşam ve barış istiyoruz"
diyen insanların yanındaydık. Gitmekten korktuğumuz yere, gitmekten korkmamak
için, oraya gittik ve barış söylemimizi buraya taşıyoruz.
sayfa başına dön
|