Güncelleme:
08.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Emperyalist dünya düzeni nasıl işler?
Emperyalizm nedir?

Kapitalizm, sermayeler arasındaki rekabete dayanan uluslararası bir sistemidir. Bu özellik kapitalizmin doğmaya başladığı on altıncı yüzyıldan beri vardır ve giderek daha da belirginleşmektedir.

Sermayedarlar kendi egemenliklerini korumak için siyasi, askeri ve ideolojik bir örgütlenmeye ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaca yanıt veren en önemli kurum devlettir. Devlet, “burjuvazinin ortak icra organı” olarak tanımlanabilir.

Kapitalist rekabet sırasında ancak güçlü olanlar ayakta kalabilir. Zaman içinde küçükler büyükler tarafından yutulur ve tekeller ortaya çıkar. Şirketler ulusal sınırların ötesine yayıldıkça uluslararası tekeller oluşur.

Bu devasa şirketler yatırım yaptıkları ülkelerdeki ayaklanmalardan ve rakip sermaye gruplarından korunmak için de devlete gereksinim duyarlar. BP, Mobil, Shell, Exson gibi petrol devleri körfezdeki çıkarlarını ABD ve İngiliz devletleri aracılığıyla koruyup kollarlar. Bu şirketlerin kendi orduları yoktur.

Bu nedenle şirketlerin uluslararası düzeydeki yatırımları büyüdükçe devletler için bu şirketlerin çıkarlarını korumak daha önemli hale gelir.

Ancak sermayelerin gelişimi eşitsizdir. Bugün Amerikan çokuluslu şirketleri ve onların ortak çıkarlarının temsilcisi ABD devleti ile Portekiz sermayesi ve Portekiz devletinin gücü karşılaştırılamayacak kadar eşitsizdir. Ekonomik olarak güçlü olan kapitalistler güçlü devletlere sahiptirler. Güçlü devletler ise güçlü ordulara. Aksi takdirde temsil ettikleri sermaye gruplarının uluslararası düzeydeki çıkarlarını koruyamazlar.

Bu, şirketlerle içiçe geçmiş devletler hiyerarşisi sistemine emperyalizm denir.

Birbiriyle hem ulusal hem de uluslararası düzetde rekabet halinde olan sermaye grupları ve bunları temsil eden ulus devletler arasındaki ilişkilerde güçlü olanlar daha zayıflar üzerinde etkinlik sağlar. Bu, emperyalist hegemonya ilişkisidir.

Sistemin jandarması

ABD bu piramidin en tepesinde yer alıyor. Almanya, Kanada, Fransa, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist ülkeler hemen ABD’nin altında, Türkiye, İspanya, Yunanistan, Irak, İran, Mısır gibi ülkeler de biraz daha altta yer alıyor. Piramidin daha da altlarında Arnavutluk, Azerbaycan, Ermenistan, Kıbrıs gibi ülkeler, onların da altında Somali gibi en yoksul Afrika ülkeleri var.

Uluslararsı şirketlerle içiçe geçmiş bu devletler arasında sürekli bir rekabet var. Şu anda piramidin en tepesinde bulunan ABD, bu konumunu korumak için dünyanın en büyük ve en donanımlı ordusunu elinde tutuyor. Uzak Doğu’dan, Afrika’ya, Körfez’den Kürdistan’a, Balkanlar’dan Orta Amerika’ya kadar bütün dünyaya müdahale edip gerektiğinde işgallere girişiyor.

Alt-emperyalizm

Emperyalist hegemonya ilişkisi içindeki bütün devletler kendi konumlarını güçlendirmek amacıyla zaman zaman daha büyük emperyalist devletlerle çatışmayı göze alabiliyorlar. İran, Irak, Sırbıstan, Türkiye gibi ülkeler yakın tarihte bu tür girişimlerde bulundular.

Kafkasyadan Kıbrıs’a, Somali’den Balkanlara kadar birçok ülkeye asker gönderen, operasyonlara bizzat katılan ve bölgesindeki tüm halklara zorla kendisini dayatan Türkiye, alt emperyalist bir ülkedir.

Emperyalist Kurumlar

Sermayenin uluslararası dolaşımını düzenleyen, herkesi bu düzenlemeye uymaya zorlayan, kapitalizme yöneltilen saldırıları püskürten, genel olarak sistemin uluslararası düzeydeki işleyişini garantilemeye çalışan IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, NATO gibi kurumlar emperyalist hiyerarşiyi yansıtırlar.

Mesela Türkiye de IMF üyesidir, Almanya da. Ancak Endonezya’ya kredi verilip verilmemesindeki kararda Almanya ve Türkiye’nin etkisi çok farklıdır. Tıpkı Rahmi Koç ile İstanbul yolu üzerinde birkaç yüz kişinin çalıştığı bir fabrika sahibinin Türkiye’nin yönetimindeki etkisi arasındaki fark gibi. Her ikisi de sermayedar olmasına karşın Koç, sahip olduğu sermaye birikimi daha fazla olduğu için tartışmasız olarak daha etkili bir konuma sahiptir.

Küresel sermayeye karşı küresel direniş

Dünyanın en zengin 8 ülkesinden oluşan G8’in Almanya’nın Köln kentinde 18-20 Haziran’da yapılan toplantısı sermaye karşıtlarının hışmına uğradı.

Kapitalist sistemin kâr önceliğine karşı çıkan, “Yoksulluğa, Irkçılığa ve Savaşa HAYIR”, “Fakir ülkelerin borçları silinsin”, “Küresel sermayeye karşı küresel direnişi yaymalıyız” diyen 30 bin gösterici, Almanya’da 9 kilometrelik bir insan zinciri oluşturdu. “Yeni bin yıla girerken, IMF ve Dünya Bankası’na Hayır” diyen ve 17 milyon kişinin imzasını taşıyan dilekçe toplantının ikinci günü Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’e sunuldu.

İngiltere’de de başkent Londra’nın merkezinden başlayan gösteri borsa ve bankalar merkezine yöneldi. Borsayı basan göstericilerle polis arasında saatler süren çatışmalar oldu. İngiliz basını, yoksul ülkelerle dayanışan bu göstericileri “aşağılık çeteler” diye damgaladı.

10 bin bebek ölüyor

Dünyada 1.3 milyar insan günde sadece 1 dolarla yaşamak zorunda. Birleşmiş Milletler’e göre, dünyada 850 milyon insan aç. G8 toplantısının yapılığı üç günlük sürede 30 bin bebek yoksulluk nedeniyle öldü.

IMF’nin kredi vermek için dayattığı yapısal değişiklik programları dünyanın her yerinde aynı. Bunlar kamu harcamalarının özellikle eğitim ve sağlık alanında azaltılması, özelleştirmeler yapılması ve fiyat kontrollerinin kaldırılmasını istiyor. Bu programı uygulayan hükümetlere kredi açılıyor. Türkiye’de de olduğu gibi ülke ekonomisi rantiyeciler ve IMF kasalarını doldurmak için çalışır hale geliyor. Bütün örnekler, IMF programlarının giderek daha fazla borçlanmaya ve yoksulluğu artırmaya neden olduğunu kanıtlıyor.

IMF İsyanları

Borç bataklığı ve yoksullaşma dünya emekçileri için bir kader değil. Üretimden gelen gücümüzle bu programları çöpe atabiliriz. 1974 ve 1977’de Mısır’da, 1980’ler boyunca Fas, Tunus, Ürdün, Lübnan, Cezayir’de, 1990’larda da Malavi, Nijerya, Kenya ve Zimbabve’de IMF programlarına karşı büyük kitle hareketleri yaşandı. Kimi yerlerde hükümetler düştü. Bunlar tarihe IMF İsyanları olarak geçti. Son olarak Endonezya halkı “IMF’ye hayır” dedi ve 32 yıllık diktatör Suharto diktası yıkıldı. Güney Kore’deki kitlesel mücadeleler de Kim Dae-jung’un egemenliğini tehdit ediyor.

Türkiye’de de sadaka zamlara, özelleştirmelere, mezarda emekliliğe karşı vereceğimiz mücadelelerle IMF programlarını çöpe atabiliriz.

Türkiye IMF’ye bağımlı mı?

IMF’nin Türkiye’den istediği şeylerin başında emeklilik yaşının yükseltilmesi, ücret artışlarının düşük tutulması, özelleştirmelerin hızlanması geliyor.

Dünya emperyalist sisteminin bir aracı olan IMF Türkiye’nin bu programı uygulamasını ve bizim yaşam standardımızın düşürülmesini istiyor.

Ancak Türk yönetici sınıfının rızası olmadan IMF bu programı uygulayamaz. IMF kendisinden kredi isteyen Türk Devleti’ne “bu programı uygularsan para veririm” diyor.

Yani Türkiye bu reçeteye rahatlıkla “hayır” diyebilir. Ne varki IMF’nin istedikleri Türk yönetici sınıfının da gözlerini parlatıyor.

Emekçilerin yaşamını zorlaştırıp patronları rahatlatmayı amaçlayan ve “IMF dayatması” olarak sunulan bu program Türk yönetici sınıfının da programı.

Türk yönetici sınıfı da, IMF de ekonomik krizin bedelini bize ödetmek istiyor. Biri kapitalizmin uluslararası düzeydeki ortak çıkarları için, öteki direkt kendi çıkarı için…

IMF’nin söylediklerini yapmak için çok hevesli olan Türkiye’deki egemenlerin tek endişeleri bu programın sonuçlarına karşı oluşacak tepkinin kitlesel bir harekete dönüşmesi.

Avrupa ülkelerinde “kapitalizme hayır” sloganıyla, dünyanın en fakir ülkelerinin 70 milyar dolarlık borçlarının silinmesini sağlayan hareket, gelişmekte olan ülkelerde kendi patronlarını hedef alan işçi hareketiyle birleşince dünya patronları kendilerine kaçacak delik arayacaklardır.

Türkiye bir sömürge mi?

Türkiye’nin ABD ve batılı güçlerin bir sömürgesi ya da yarı-sömürgesi olduğunu savunan anlayış, devletler arasındaki hiyerarşiyi bir sömürge-bağımlılık ilişkisi olarak tanımlar.

Bu fikrin savunucuları ABD’yi neredeyse tek düşman ilan ederler. Oysa dünyayı ahtapot kollarıyla sarmış tek emperyalist güç ABD değildir.

Dev tekeller, uluslararası şirketler ve devletlerin içiçe geçtiği dünyamızda, her devlet temsil ettiği ulusal sermaye grubunun gücünü yansıtır.

Kapitalist devletler arasındaki ekononomik, politik ve askeri hiyerarşi-hegemonya ilişkisi tek taraflı değildir. Bütün sermaye grupları ulusal ve uluslararası düzeyde birbiriyle rekabet halinde olsalar da birbirlerinden karşılıklı olarak yararlanmaya çalışırlar. Zaten kapitalist üretim tarzı başka tür bir ilişkiye olanak vermez. Ulusal, sektörel, coğrafi olarak işbölümü ve uzmanlaşma kaçınılmazdır.

Devletleri şirketlere benzeterek emperyalist hiyerarşinin nasıl işlediğini basitleştirerek açıklayalım:

Büyük firma büyük bir iş alır. İşlerin çeşitli bölümlerini daha küçük şirketlere yaptırır. Siparişi veren büyük firmanın küçükler üzerinde bir hegemonyası vardır. Ancak bu durum büyük firmanın küçük firmayı sömürdüğü anlamına gelmez. Çünkü sömürünün kaynağı “artı-değer”dir. Artı-değer yaratan güç ise “firma” değil işçi sınıfıdır. Yani sömürülenler sadece işçilerdir.

Küçük firmalar ile büyük firmalar arasındaki bağımlılık ilişkisi de tek taraflı değildir. Bu ilişkide de büyük firma daha avantajlı konumdadır ama bu durum küçük firma sahibinin bağımsız olmadığı anlamına gelmez. Küçük patron kendi işyerinin hakimidir.

Bu patronlar rekabetin doğal sonucu olarak sürekli birbiriyle didişirler. Küçük, büyüğün yerine göz diker, büyük de durumunu korumaya çalışır.

Böyle bir ilişkide küçük patronun büyüğe başkaldırısı, küçük firmada çalışan işçilerin destekleyeceği bir “bağımsızlık savaşı” değildir. Büyük patrona karşı mücadele, ancak kendi patronlarına karşı mücadeleyle birlikte yapılıyorsa işçilerin çıkarına olabilir. (Büyük firmanın işçileri kendi patronlarına karşı her hareketi desteklemelidirler.)

Kapitalist ülkeler hiyeraraşisinde altlarda olan ülkelerin işçileri kendi devletlerini savunarak emperyalizme karşı mücadele edemezler. Çünkü o devletler ulusal sermayeyi yani kendi patronlarını temsil etmektedir. Bizim çıkarlarımız kendi patronlarımızla değil diğer ülkelerin işçi sınıflarıyla birlik olmak, dayanışmaktadır. Yani enternasyonalizmdedir.

Emperyalizme karşı mücadele, ulusal temelde değil anti kapitalist ve enternasyonalist temelde olmalıdır. Gözümüzü tüm dünyaya dikip sosyalizm için mücadele etmeliyiz.

Türkiye kurtlar sofrasında

Azeri, Türkmen ve Kazak petrol rezervlerin dünya piyasasına nasıl açılacağı konusundaki rekabet alabildiğine kızıştı. Türk yönetici sınıfı da uluslararası düzeyde patronların iştahını kabartan bu pastadan pay almaya çalışıyor.

Cumhurbaşkanı Demirel, “Türkiye’nin yeni bölgesel ve küresel rolü, Avrasya’da oluşan yeni enerji denklemlerindeki belirleyici konumuyla daha da belirginleşiyor“ derken konunun Türk egemen sınıfı açısından önemini ifade ediyor.

Böylesi bir kaynağın akışını kontrol edenler ekonomik ve stratejik olarak çok önemli bir mevzi kazanacaklar. Petrolün taşınması için sekiz boru hattı önerisi tartışılıyor. Ancak hatların geçebileceği ülkelerin hemen hemen tamamında savaş var. Ermenistan Azerbeycan ile, Gürcistan Abhazya ile savaş halinde. Balkanlar dağılma süreci içinde kaynayan kazan. Türkiye’de 15 yıldır süren bir savaş var.

Bölgedeki istikrarsızlık petrol şirketleri için güvenli bir taşıma hattı sorunu yaratıyor. Petrol şirketleri açısından en ekonomik hattın İran’dan geçmesi işleri daha da karıştırıyor.

En şanslı adaylar olarak görülen Türkiye, Yunanistan ve İran birbirleriyle rekabet halinde. Batılı büyük emperyalist güçler de bu mücadeleye seyirci kalmıyor elbette. Türkiye, İran, Yunanistan gibi alt-emperyalist ülkelerin bu bölgedeki hegemonya mücadelelerinde kendi çıkarlarına uygun olarak tutum alıyorlar.

Türkiye pastadan pay alabilmek için, tıpkı diğer emperyalist güçler gibi, Orta Asya ülkeleri siyasetine müdahale ediyor. Bu ülkelere çeşitli mali yardımlar yapan Türkiye, Azerbaycan’da darbe yaptırmaya teşebbüs edecek kadar ileri gidebiliyor.

Türkiye Neden Silahlanıyor?

Türkiye, 1993-97 yılları arasında dünyada en çok silah satın alan üçüncü ülke.

Silahlanmanın bahanesi olarak da çevremizdeki “düşman ülkelerin silahlanması” gösteriliyor. Oysa Türkiye 1997 yılında, Yunanistan, Suriye ve İran’ın askeri harcamalarının toplamı kadar silahlanma harcaması yaptı.

Komşulara korku

Türkiye, ordusu ve silah gücüyle bulunduğu bölgede en fazla tedirginlik yaratan askeri güç haline geldi. Türk uçakları Sırp sivilleri bombalarken Orgeneral Kıvrıkoğlu, “Türkiye dost ve düşmana korku salmaktadır” diyerek bu durumu teyid ediyordu.

Türkiye bu gücü aracılığıyla bölgenin jandarmalığına soyundu. ABD dışında F-16 savaş uçağı üretme lisansına sahip tek ülke. Sık sık Irak’ın kuzeyine büyük birlikler yolluyor. Arnavutluk, Bosna, Kosova gibi çatışmalı bölgelere büyük bir hız ve istekle askeri birlik yollayan Türkiye, Somali’den Kore’ye kadar her yere müdahale edebileceğini kanıtlamış ve çeyrek yüzyıldır Kıbrıs’a yerleşmiş durumda.

Türkiye’nin askeri müdahaleleri

“İnsani nedenler” ya da “tarihsel bağlar” öne sürerek çeşitli ülkelere askeri müdahalelerde bulunan Türkiye, ABD’nin bölgedeki en önemli dostu.

Türkiye’nin Kore’yle başlayan emperyalist müdahaleler listesi oldukça kabarık. Kore’ye 25.000 kadar asker yollayan ve 3,000’e yakınının ölmesine neden olan Türkiye yönetici sınıfının bu saldırganlık ve cesaretinin uluslararası düzeydeki “ödül”ü 1952’de NATO’ya tam üyelik oldu.

Emperyalizmin bölgedeki en güvendiği kalelerinden biri olan İran’daki şah rejimi 1979’da devrildiğinde Türk egemen sınıfı ABD emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını bekleyecek güçlü bir “alt-emperyalist” olmayı hedefliyordu. Bu amacını 12 Eylül 1980’den itibaren daha açık ve kararlı bir şekilde gösteren Türkiye’ye o dönemde 30 milyar dolar kredi verilmesi boşuna değildir.

Birleşmiş Milletler ordusu Somali’den arkasında 10.000 sivilin cesedini bırakarak çıkarken “Barış Gücü’nün” komutanı Türk generali Çevik Bir’di. Arnavutluk’taki banker ayaklanmasına karşı devleti korumak üzere gönderilen “Barış Gücü” içinde de Türk askerleri vardı.

Silahlı rekabet

Kapitalizm ortaya çıktığından beri sermayeler arasında uluslararası düzeyde bir rekabet var. Sermaye daha fazla birikim ve kâr için “globalleşmekte”, yani ulusal sınırlar dışına çıkmaktadır. Ulusal sermayelerin uluslararası düzeydeki rekabeti ekonomiyle sınırlı kalmaz. Her ülke burjuvazisi kendi çıkarlarını koruyacak silahlı güçlere de ihtiyaç duyar. Yönetici sınıflar içte ve dışta kendi egemenliklerini korumak için ordular beslerler.

Silahlanmaya harcanan her lira, yönetici sınıfın uluslararası rekabetteki konumunu korumak ve geliştirmek amacına hizmet eder.

Fedakârlık emekçiden

Yönetici sınıflar kendi kârlarını koruyup artırmak için birbiriyle çatışırken faturayı kendi ülkelerinin emekçilerine çıkartmaya çalışırlar. Bunu başarabilmek için de “milliyetçilik”, “vatanseverlik” ve bazen de “bağımsızlık” nutukları çekerler. Biz emekçileri daha düşük ücretlere, mezarda emekliliğe zorlayan yöneticilerimiz, zaman zaman da başka ülkelerin topraklarında “vatan için ölmemizi” emrederler. Birbirleriyle kavga ederken bizi kullanmaya çalışırlar.

Oysa uğruna her türlü fedakârlığa katlanmamız istenen “vatan” yönetici sınıfın çıkarlarını temsil eder. İşçilerin çıkarları ise yönetici sınıfın çıkarlarıyla uzlaşmaz bir çelişki içindedir.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 6; Temmuz 1999

'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön