Güncelleme:
04.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Sandıkta ve Sokakta Alternatif Olmak

Sosyal liberalizme sandıkta ve sokakta alternatif oluşturma çalışmaları yer yer ivme kazanırken, bazıları da alternatifsizliğe güç katıyor.

Dünya çapında sosyal demokrasinin sosyal liberalizme kayışı ve neo-liberalizm karşı hem sınıf mücadelesi hem de sosyal hareketler olarak kendini ifade eden toplumsal gerginlik işçi sınıfının politik “evi” konusunda bir temsiliyet krizi yarattı.

Dünyanın her yerinde sosyal demokrasinin solunda farklı geleneklere sahip, zayıf yada da güçlü radikal veya devrimci partiler bulunmaktadır. Bu partilerden herhangi birinin şu anda tek başına sosyal liberalizme alternatif olmasının nesnel koşulları bulunuyor. Ancak krizin derinliği yeni Sol alternatifleri hem zorunlu hem de olanaklı kılıyor.

İşleyen dinamik, neo-liberalizme ve savaşa karşı emekten ve ezilenlerden yana hem seçim sandığı hem de mücadele alanları eksenli yeni siyasi ittifak ve oluşumları ortaya çıkardı. Son olarak Almanya’da İş ve Sosyal Adalet Partisi(ASG) kuruldu. Yakın dönemde Brezilya’da İşçi Partisi’nin (PT) İMF ile anlaşması üzerine P-Sol; İngiltere’de ise Respect Koalisyonu oluşturulmuştu. Fransa’da Devrimci Komünist Birliği (LCR) ve İşçi Mücadelesi (LO) arasında Haziran ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde tanık olduğumuz bir ittifak çalışması yapıldı. Danimarka, İspanya ve Portekiz’deki ittifaklar da birkaç yıllık deneyime sahipler.

Sağa kayış mı?

Bu ittifak çalışmaları birbirinden çok farklı özelliklere sahipler ama öncellikle radikal ve devrimci Sol’un seçimlere katılmasının peşinen sağa doğru bir kayışı anlamına gelmediğini tespit etmek gerekiyor. Bu tehlike tabii ki bütün girişimler için söz konusudur ancak seçimlere katılma adımının kendisi reformizm anlamında gelmiyor.

Geleneksel reformist partiler işçi sınıfı mücadelesinde ikameciliği ve dolayısıyla ataleti temsil eder. 4-5 yılda bir yapılan seçimlere bir dizi vaat sunarak işçiler ve toplumsal olarak işçi sınıfı etrafında kümelenmiş sosyal gruplardan oy isterler. “Bize oy verin biz de durumunuzu düzeltelim” derler. Burada seçmenden sadece sandığa gitip oy vermesi beklenir. Reformist akım asıl olarak aktif katılımdan hoşlanmaz ve bunu kendi konumuna tehdit olarak algılar.

Sosyal liberalizmin solunda kurulan ittifakların hedefi ise tam tersi yönde. Yükselen mücadele dalgası ile birlikte ortaya çıkan ve bununla ilişkilenerek ilerleyen oluşumlar, sistem mağdurlarının “etkinleşmesi”nin önünü açma ve örgütlülüğünü sağlama merkezli duruyorlar. Seçim döneminde de neo-liberalizm ve savaş karşıtı “mücadeleden yana” oy talep ediliyor. Kapitalizm içi bir iktidar hedefi yerine, parlamentonun da sisteme karşı mücadelede aracı olarak değerlendirilmesi üzerinde duruluyor.

Son dönemde kurulan ve seçimlere de katılan ittifakları işçi ve ezilenlerin mücadelelerinin sadece yanında değil örgütleyici güçleri arasında görüyoruz. Kapitalist sistemin yarattığı ve reformist akımların sürdürdüğü ekonomi ve politika arasındaki kopukluğun giderilmesi üzerinde duruluyor.

Sosyal liberalizme kayışın yarattığı temsiliyet krizini, seçimlere katılma oranlarındaki azalmada da görüyoruz. Devrim sürecinde burjuva demokrasisinden kopuş anlamına gelen bu gelişme neo-liberal saldırılar altında tehlikeli bir depolitizasyona doğru da gidebilir. Sandıkta da alternatif inşa etme mücadelesi, siyasi karamsarlığa ve depolitizasyona karşı gerekli ve önemli bir adım olarak görülmelidir.

Mücadele testi

1970’lerin ortalarından bu yana dünya işçi sınıfı ve diğer sistem mağdurlarının yaşadığı yenilgi durumunun aşılması, ancak aktif ve etkin mücadeleler ile gerçekleşebilir. Bu mücadelelerin örülmesinde de siyasi öznelerin ve bunların büyük kitleler tarafından “alternatif” olarak görülüp görülmemesinin önemi ortadadır.

Örneğin, SEKA’daki direniş her ne kadar siyasi öznelerin istemi üzerine gerçekleşmeyecek olsaydı da öznelerin olan direnişe yaklaşımı ve bunların ne denli “alternatif” olduğu kritik bir öneme sahip. SEKA ile dayanışmanın her kentte her ilçede örgütlenmesini sağlayacak, gerektiğinde sendikal bürokrasiden bağımsız davranabilecek siyasi öznelerin varlığı direnişin gidişatına ciddi bir etki yarattığı gibi dayanışma çalışmalarının kendisi de başka çevreleri etkinleştirir. Bunu gerçekleştirebilecek güçler var. Ancak burada siyasi yönelimler önem kazanıyor. “Devlet kağıt üretmez”, “SEKA zaten statükoyu temsil ediyor, kapatılsın”, “SEKA’yı bırak AB’ye bak” gibi neo-liberal veya “zaten hiç şansları yok” şeklindeki peşinen yenilgici yönelimlere sahip olanlar dayanışma faaliyetlerini ciddiye almayacaktır. Dayanışma faaliyetlerinin örgütlenmesi süreci “SEKA nasıl kazanır?”, “devlet nedir?”, “neo-liberalizme karşı sınıf dengeleri nasıl değişir?”, “AB demokrasi mi yoksa daha fazla neo-liberalizm mi getirir?” gibi tartışmaları kaçınılmaz kılacaktır.

İşçi sınıfı ve diğer sistem mağdurlarının 4-5 yılda bir oy veren edilgen kitlelerden çıkıp tarihi belirlemesi ve kendisi için bir sınıfa dönüşme süreci bu mücadelelerden olduğu kadar tartışmalardan da geçecektir.

Dolayısıyla “alternatif” olduğunu iddia eden bir ittifakın, mücadeleye ve Sola mı; yoksa reformizm ve liberalizme mi çektiği bu anlarda test edilecektir.

Sol parçalanıyor mu?

Bir dizi yeni Sol alternatif girişim liberalleşmiş sosyal demokrat partilerin bölünmesi sonucu ortaya çıktı ve gelişim süreçlerinde de bu partiler üzerinde parçalayıcı bir etki oluşturuyorlar. Alman SPD’den ASG’ye, İngiltere İşçi Partisi’nden Respect’e, daha sol sosyal demokrat bir noktadan gelse de sistem ile yaptığı büyük uzlaşma nedeniyle Brezilya İşçi Partisi’nden P-Sol’a doğru bir kayış söz konusu. Bu eğilim, sağ muhafazakar partilerin iktidarda olduğu veya iktidara gelme olasılığı olduğu ülkelerde Sol’un bölünmüşlüğüne ve buradan sağın kazançlı çıkmasına dair bir dizi kaygılar yaratıyor.

Bu soruya yanıt verebilmek için sağ olarak bilinen bir parti ile sosyal liberalizme kaymış sosyal demokrat partinin iktidara gelmesi arasında ne gibi bir fark olacağına bakmak gerekiyor. Ekonomi-politika alanında iki gücün arasındaki fark eridi. İngiltere’de İşçi Partisi’nin saldırganlık düzeyine Muhafazakarların demir yumruğu Margaret Thatcher bile cesaret edememişti. Lula’nın İşçi Partisi, IMF ile anlaştıktan sonra yerel yönetimlerde “katılımcı bütçe” politikalarının demokrasi konusunda hiçbir anlamı kalmıyor. Türkiye’de de Murat Karayalçın ve Bülent Ecevit gibi sosyal demokrat kredisi olanların IMF ve sağ ile yaptıkları uzlaşmalar işçi ve ezilenler üzerinde sadece “yıkıcı” bir etki yarattı.

Dolayısıyla, sosyal liberalizm ve genel olarak da kapitalist sisteme alternatif siyasetlerin gelişimi geleneksel sosyal demokrat partilerin bölünmesine de tekabül ediyor. Bu süreç yaşanmadan işçi sınıfı kendi bağımsız siyasi “evini” kuramaz.

Ancak; kimin seçimi kazandığı neo-liberalizme, savaşa ve genel olarak kapitalist sisteme karşı mücadele edenlerin morali ve mücadeleciliği üzerinde yaratacağı etkilerin göz önüne alınması gerekiyor. İspanya’da Zapatero’nun iktidara gelmesi bir balayı etkisi yarattı ama Avrupa Anayasası da referandumla onaylandı.

Diğer taraftan İtalya’da yıl sonunda yapılacak genel seçimlerde yeniden Berlusconi’nin seçilmesinin ciddi bir şekilde moral bozacağı ve özellikle 2001 Cenova Direnişi’nden sonra yükselen mücadele dalgasını kesintiye uğratma tehlikesi olduğu tartışılıyor. Avrupa radikal Solu’nun en büyük partisi PCR, bu nedenle seçimleri sosyal liberal Zeytin Dalı Koalisyonu’nun kazanması için ittifak yapmanın ötesinde, hükümet ortağı olacağını karara bağladı. Berlusconi’nin tekrar iktidara gelmesinin yıkıcı bir etki yaratıp yaratmayacağı tespitini buradan yapamayız. Bu tespiti bir veri olarak kabul etsek ve Zeytin Dalı Koalisyonu’nun sandıkta desteklenmesi gerektiği sonucuna varsak bile, bu adım ile hükümete katılmak arasında belirleyici bir fark vardır. Birincisi; sosyal liberalizme bir alternatif inşa etme sürecinde mücadelenin hayrı için atılmak zorunda kalınan taktiksel bir adım iken hükümete katılım, bir PCR konferans delegesinin de ifade ettiği gibi “alternatifi inşa etmekten vazgeçmek” ve liberalizm ile iç içe geçmektir. Sol’un liberalizmde birleşmesi ise mücadele açısından ön açıcı olmayacaktır.

Devrim perspektifi?

Sandıkta ve mücadelede neo-liberalizme ve savaşa karşı tarif edilmiş bir zeminde bir araya gelen alternatif ittifaklar devrimci veya radikal Sol gruplar tarafından kurulmuş olsalar da, çoğu kapılarını mücadele içinde radikalleşen ama devrimci kimliği olmayanlara açmış durumda. Fransa’da LCR-LO ittifakı ise devrimci bir programda bir araya gelen ve dışarıya kapalı bir çalışmadır.

İttifakların programlarına veya programı olmasa da öne çıkarttıkları taleplere bakarsak bunların kendi başlarına geleneksel ve sistem içi “reform”larmış gibi görünür. Ancak kapitalizmin “karşı reform” döneminde “parasız eğitim sağlık”, “emeklilik maaşlarının ortalama ücretlerin düzeyine çıkartılması”, “kadınlara, azınlıklara ve eşcinsellere bütün ayrımcı uygulamalara son verilmesi” “emperyalist saldırganlığın durdurulması” “bütün özelleştirmelerin durdurulup hizmetlerin kamulaştırılması” gibi talepler mücadele içinde devrimcileştiren bir etki yaratma potansiyeli taşıyor.

Bu taleplerin arasında duran bir mücadele kapitalist sistemin verili paradigmalarını çatlatmak zorundadır. Son dönemde kurulan ittifakların önemli bir kısmı da mücadele süreçleri içinde devrimci bir kanat oluşturma ve buradan sola çekme hedefini içinde barındırmaktadır.

Bu çalışmaların ne kadar başarılı olacağı ve süreç içinde daha net devrimci partilerin ortaya çıkıp çıkmayacağı mücadele içinde görülecektir. Sol ittifaklar, kapitalist sistemin, sosyal demokrasinin ve mücadele düzeyinin içinde bulunduğu dönemin ortaya çıkarttığı alternatif ihtiyacının ürünüdür. Tarihsel olarak devrimci parti ihtiyacı da bu süreçler içinde test edilerek inşa edilebilir.

İngiltere’de Respect Koalisyonu

“Umudu İnşa Etmeye Başladık”

John Rees (Respect Sekreteri)

Son genel seçimlerde düzen partilerine karşı duyulan yabancılaşma, genel oy hakkı kazanıldığından bu yana seçimlerde görülen en düşük katılıma neden oldu. 10 Haziran 2004’de yapılan Avrupa Parlamentosu ve yerel seçimlerde gerek İşçi Partisi gerekse de Muhafazakarların desteği eridi. İşçi Partisi Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en düşük oyu alırken, Muhafazakar Parti’nin de oy tabanı UKIP’ye (sağa) doğru bölündü. Halbuki İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Britanya seçim sisteminin istikrarı bu iki partinin aldığı kitlesel desteğe dayanmaktaydı.

Bu tür yekpare güçlerin tabanının çözülmesi ise ne bir gecede ne de pürü pak bir halde yaşanır. Milyonlarca işçi, İşçi Partisi’ne bağlılıklarını sürdürüyor. İşçi sınıfının kitlesel örgütlenmeleri de İşçi Partisi’ni nesillerdir destekliyorlar.

Düzen partilerinin yarattığı hayal kırıklığı ve öfke çok farklı yerlere akabilir. Sosyal Demokratların bir kesimi Irak Savaşı’na karşı hissettikleri öfkeyi Liberal Parti’ye oy vererek gösteriyorlar. Başkaları da Muhafazakarlardan hayal kırıklığına uğrayanlara katılarak aşırı sağ UKIP ve hatta Nazi BNP’ye oy verdiler.

Merkeze desteğin çürüme belirtileri gösterdiği bir ortamda Birlik Koalisyonu olan Respect’in (Saygı) varlığı kritik bir önem taşımaktadır. Respect olmasaydı, milyonların Irak Savaşı, özelleştirmeler, sosyal devlet, sendikalar ve emeklilik konusunda hissettikleri kaygının sağa doğru kanalize olma olasılığı yüksekti. Respect ile İşçi Partisi’ne Sol bir alternatif yaratmaya başladık. Respect’in aldığı 250 bin oy ulusal düzeyde oyların yüzde 2’sine tekabül ediyor. Ancak oy dağılımı bu kadar dengeli değil.

Respect Londra Belediye Başkanlığı Seçimlerinde beşinci parti oldu. Yerel seçimlerde de Merkez ve Doğu Londra’da oyların yüzde 20’sini, Preston’da yüzde 30’unu, Birmingham’ın bazı seçim bölgelerinde de yüzde 39’unu aldı.

Respect, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde Yeşiller Partisi’ne ortak liste çıkarma teklifini götürdü. Yeşiller, bu teklifi, Respect’e verilen “Müslüman oylar” nedeniyle geri çevirdi. Halbuki Müslümanlar siyasi olarak bölünmüş durumdalar. Çoğu İşçi Partisine veya Liberal Demokratlara oy veriyor. Respect adayı beyaz sosyalist, Asyalı sendikacı, radikal bir Yahudi ve Afrika kökenli bir kampanyacı olabilir. Respect’e oy veren Müslümanlar bu farklı kökenler arasında bir ayrım yapmıyorlar.

Müslümanlara sadece “dini” bir açıdan bakamayız. Bu “medeniyetler çatışmasının” bakış açısıdır. Respect’in, saldırılar karşısında Müslümanların yanında olması son derece önemlidir ancak yeterli değildir.

Müslüman kökenden gelenlerin çoğu diğer herkes gibi eğitim, emeklilik, işgüvenliği, sağlık hizmetleri veya öğrenci harçları konusunda kaygılılar. Respect adayları arasında sendikacı olanlar da var.

Respect’in üç kurucu kesimi var. Sosyalistler, sendikal hareketteki Sol ve Afganistan, Irak, Filistin’deki savaş nedeniyle radikalleşen Müslümanlar. Respect, Müslümanlar olmadan gelişmek istemez ama sadece Müslümanların desteği ile de gelişmez. Nasıl ki Müslümanlar arasında örgütlenme konusunda sosyalistlerin ve sendikacıların sorumluluğu varsa, sendikalarda örgütlenme konusunda da Müslümanların sorumluluğu vardır.

Sendikalar ve İşçi Partisi ilişkilerindeki kriz yeni bir düzeye ulaştı. İtfaiyeciler Sendikası (FBU), Demiryolları Sendikası (RMT) ile birlikte İşçi Partisi ile olan bağını kopardı. Komünikasyon İşçileri Sendikası (CWU) da İşçi Partisi dışındaki siyasi yapılara bağış yapma ve posta hizmetlerini özelleştirmeye gitmesi durumunda parti ile bağlarını koparma kararı aldı.

Respect’in önünde bir dizi önemli görev durmaktadır. Verili politik sistemden yabancılaşma çok sayıda insanı çaresizliğe sürüklüyor. Sağ popülist UKIP ve Nazi BNP gibi partiler bu çaresizlikten besleniyor.

Respect ise umut politikalarının ve İşçi Partisi’ne kitlesel bir Sol alternatifin başlangıcıdır.

Almanya Sol Alternatif

Almanya’da Sosyal Demokrat SPD sola doğru bölünerek yeni bir parti kurulması tarihsel önemde bir gelişme.

Almanya’da geçen yılın yaz aylarında beri sürdürülen hazırlık çalışmalarının olgunlaşması ile yeni bir Sol parti kuruldu. İş ve Sosyal Adalet Partisi (Arbeit und Soziale Gerechtigkeit-ASG) süreci, Avrupa’nın en köklü sosyal demokrat partilerinden olan SPD ve PDS adını alan eski Doğu Almanya Komünist Partisi’nin bölünmesi üzerine gelişti. ASG, mayıs ayında Kuzey Ren Westfalya eyaletinde yapılacak bölgesel seçimlere katılacağını açıkladı.

Yeşiller ile birlikte iktidarda olan Sosyal Demokrat Parti’nin “kraldan çok kralcı” neo-liberal politikaları parti içinde ciddi huzursuzluklar yaratmıştı. SPD’nin, alternatif politikalar dillendirenleri partiden ihraç etmesi üzerine, IG Metal ve Verdi sendikacılarının girişimlerinin SPD’nin bölünme ve ASG’nin kuruluş sürecinde kilit bir rol oynadığı belirtiliyor. SPD, 1917’en bu yana ilk kez sola doğru ciddi bir bölünme yaşıyor. ASG yöneticilerinden Christine Bucholz, Haziran ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy oranı yüzde 21.5’e düşen SPD’de “kriz havasının hakim olduğuna” dikkat çekiyor. Bucholz, ASG’nin kuruluşunu “tarihi bir an” ve “1930’lardan bu yana işçilerin yaşam standardına yapılan en büyük saldırının ürünü” olarak değerlendiriyor. Geleneksel olarak SDP’li olan sendikacıların bir kısmının partiye karşı sınıf mücadelesini örgütlemediklerine dikkat çeken Bucholz bir başka kesimin ise “artık yeter” diyerek ASG’ye katıldığını belirtiyor.

ASG, bunların dışında savaş, kapitalizm ve ırkçılık karşıtı hareketlerden aktivistleri de bir araya getirdi. Şubat ayı sonunda yapılan ASG toplantısında, parti kimliğinin geliştirilmesi ve bu yıl sonuna kadar farklı grup kimliklerinin sönümlenmesi üzerinde duruldu.

İşsizlik

ASG’nin istihdamı öne çıkarmasının ardında Almanya’da işsiz sayısı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez 5 milyonu aşmış olması yatıyor. Bu rakam işsizlik oranını yüzde 12,1’e çıkartırken, bazı bölgeler için de yüzde 17’den bahsediliyor. Almanya’da Euronun tedavüle girmesinden sonra işsizlik hızlı bir tırmanış gösterdi. İki yıl önce işsizlik oranı yüzde 9.2 olarak açıklanmıştı.

Hükümet geçen yılın işsizlik istatistiklerinin oluşturulması konusunda ciddi bir değişikliğe gittiği için yüzde 12,1 oranı da gerçekliği yansıtmıyor. Artık, işsiz olupta yeniden eğitim programlarında yer alanlar “işsiz” olarak sayılmıyor.

Diğer taraftan da gizli işsizlik oranını düşürme iddiasıyla yürürlüğe sokulan Hartz IV önlemleri nedeniyle farklı sosyal yardım ödeneklerinden faydalananlar artık “çalışabilir” olarak kabul ediliyor dolayısıyla da işsizlik istatistiklerinde yer almıyor. Bu şekilde işsizler arasında sayılmayanların 200 bin kişi olduğu açıklandı.

Ancak aynı önlemler çok sayıda insanı sadece“işsizlik” istatistiklerinin dışında tutmakla kalmıyor her türlü işsizlik yardımından da mahrum bırakıyor. Çalışan bir yakını veya satılabilir herhangi bir eşyası olanların işsizlik başvurusu yapması yasaklandığı için herhangi yardımı bağlanmıyor.

Rekor büyüklükteki işsiz ordusunun bu yıl içinde daha da büyümesi bekleniyor. Volkswagen, Siemens, Deutsche Bank, T-Mobil, Walter Bau gibi büyük şirketler on binlerce çalışanını işten atacaklarını açıkladılar.

Siemens ise önemli bir örnek. Hatırlanacağı gibi Siemens geçen yılki toplusözleşme döneminde çalışma saatleri arttırılmadığı taktirde yaygın işten atılmaların yaşanacağı tehdidinde bulunmuştu. Bunun sonucunda sendika haftalık 40 saatlik çalışma süresi üzerine sözleşme imzalamıştı.

Danimarka: Sol Mevzi Kazandı

Danimarka’da 8 Şubat’ta yapılan Genel Seçimlerde Kızıl-Yeşil Birlik son 20 yılın en iyi sonucunu elde etti. Liberal-Muhafazakar koalisyonun yeniden iktidara geldiği Genel Seçimlerde Kızıl-Yeşil Birlik yüzde 3.4’luk oyu ile altı milletvekili çıkardı.

Seçimlerden üçüncü sırada çıkan aşırı sağcı Halk Partisi’nin desteği ile kurulan yeni hükümet, neo-liberal politikaların yanı sıra, yabancı düşmanlığı ve “terörizm korkusunu” kamçılıyor.

İşsizlik, savaş ve ırkçılığa karşı kampanya yürüten Kızıl-Yeşil Birlik, resmi olarak ittifakta yer almayan sosyalist ve radikal Sol grupların da desteğini aldı. 1989’da sosyalist gruplar arası bir ittifak olarak kurulan Kızıl-Yeşil Birlik, sosyalistlerin ortak partisi olmaya doğru adım atıyor.

Birlik adayı olarak parlamentoya yeni seçilen Jørgen Arbo-Bæhr, “Sol alternatifi oluşturmak zorundayız. Diğer işçi partileri iktidara gelmek için sağa kayıyorlar. Uluslar arası düzeyde de bu çok önemli çünkü diğer AB ülkelerinde de Sol aynı liberal politikalar ile karşı karşıya.” dedi.

Sol Blok’un Yükselişi

Jorge Costa - Sol Blok (Portekiz)

Sol Blok, Geçen Pazar günü (20 Şubat 2005) yapılan genel seçimlerde şu ana kadarki en iyi sonucu elde etti. Yüzde 6.4’lük oy oranı ile sekiz Sol Blok Milletvekili parlamentoya seçildi. Seçilen Milletvekillerinin dördü kadın.

Sol Blok, seçim çalışmalarını kısa dönemde gerçekleştirilebilecek 10 talep etrafında şekillendirdi. Bunlar istihdam, kamu hizmetleri, vergiler ve kürtaj hakları ile ilgiliydi. Bilindiği gibi kürtaj Portekiz’de hala yasak. Dolayısıyla kürtaj hakkının sağlanması ve kürtaj yaptıran kadınlara uygulanan cezalara son verilmesi temel taleplerimiz arasında yer aldı. Her yıl sayısız kadın sağlıklı olmayan koşullarda yapılan kürtajlar nedeniyle ölüyor. Yakın tarihte de kadınlar kürtaj oldukları için yargılandılar. Hapis cezası verilmemesine rağmen kadınların mahkemeye çıkartılması çok aşağılayıcı bir durumdur. Bunu durdurmak istiyoruz. Sol Blok uzun süredir kürtaj hakkı için kampanya yürütüyor. Bu konuda bir referandum yapılması için 120 bin imza topladık.

Eğitim ve sağlık alanında istihdam yaratılması için bir acil önlem programının uygulanması için çağrı yaptık. Hastanelerin özelleştirilmesine karşı durduk. Seçimleri kazanan Sosyalist Parti ise özelleştirmeleri destekliyor.

Vergi sistemi konusunda savunduğumuz önlemler ise zenginlere uygulanan vergi oranının arttırılmasının yanı sıra vergi kaçağını önlemek üzere bankacılık sisteminin daha şeffaf bir hale getirilmesi yönündedir.

Irak’ta 120 Portekiz polisi bulunaktadır. Bunların hemen geri çağrılması ve Irak işgali ile tüm ilişiğin kesilmesi gerekmektedir. Sol Blok son iki yıldır Portekiz savaş karşıtı hareketini inşa eden en önemli güç olmuştur. Dolayısıyla savaş ve işgal konusundaki görüşlerimiz yaygınca bilinmektedir.

Sol Blok 1999’da radikal Sol güçler tarafından kuruldu ve hızla büyüdü. Sendikalar ve sosyal hareketlerden gelen bağımsızların yanı sıra diğer Sol gruplardan da katılım oldu.

Sol Blok, işçi sınıfının bir kesimini tekrar politikleştirdi. Bu kesim Sosyalist ve Komünist Parti’nin kendilerini temsil etmemesinden dolayı politikadan uzaklaşmıştı.

İşçilerin yaşadığı belli başlı yerleşim bölgelerindeki varlığımız bu seçimlerde ciddi bir şekilde güçlendi. Hem seçim sonuçları hem de yaptığımız toplantılar bunu açıkça gösteriyor. Başkent Lizbon’daki toplantıya 1000 kişi, Porto’da 500, Braga’da da 800 kişi katılıyor.

Neo-liberalizm, savaş ve küreselleşmeye karşı, bir alternatif olduğunu göstermek ve bu konuları tartışmak için radikal Sol açısından çok geniş bir alan yaratmaktadır.

Sağ, bu seçimlerde çok kötü bir sonuç aldı. Sağın aldığı yüzde 36’lık oy oranı, son dönemin en başarısız sonucudur. Ancak insanlar Sosyalist Parti’nin son iktidar döneminde yaptıklarını unutmadılar ve daha solda bir alternatif arayışına girdiler. Dolayısıyla Portekiz’de genel olarak bir sola kayış olduğunu söyleyebiliriz.

İşçi sınıfı içindeki kökleri

Sol Blok 1999’da üç siyasi grup ve herhangi bir partiye bağlı olmayanlar tarafından kuruldu. Kurucu partilerden birisi Troçkist, diğeri Marksist-Leninist, bir diğeri de Portekiz Komünist Partisi’nden ayrılan bir yapıydı.

1999 seçimlerinde yüzde 2, 2002’de yüzde 3 oy alan Sol Bok, sadece sol grupların ittifakının ötesine geçmiş ve çok farklı kesimlere seslenebilmiştir. Emekliler, öğrenciler ve göçmenlerin yanı sıra işçiler arasında da kök saldık. 300 sendikacı Sol Bok için çağrı yaparken Portekiz’in en büyük fabrikası olan Ford-Volkswagen’de işçilerin çoğunluğu partiyi destekliyor.

Antikapitalist; Sayı 31; Mart 2005

'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön