Güncelleme:
06.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


ABD Hegemonyası ve Ortadoğu

Dünya Dengeleriyle Oynuyorlar

Dünya Bankası’nın Başkanlığı’na ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in, Birleşmiş Milletler temsilciliğine de John Bolton’un aday gösterilmesi Beyaz Saray’da, ABD’nin tek taraflılıktan küresel kurumları tümüyle kontrol almaya doğru bir politika değişikliğine işaret ediyor.

Wolfowitz, George Bush kabinesinin Afganistan ve Irak savaşları konusunda en hevesli ve en koyu yeni-muhafazakarlarının başında geliyor. Wolfowitz, sözde kalkınma projeleri ile uğraşmak bir tarafa Irak petrollerinden ABD’nin ne kadar kazanacağını bile hesaplayamamış, ekonomi ile hiç bir ilgisi olmayan bir Şahin. John Bolton ise ABD’nin tek taraflı hareket etmesinden o kadar yana ki Birleşmiş Milletlerden bile nefret ediyor ve bunu açıkça ifade etmekten de geri kalmıyor.

Peki bu adamlar George Bush ve yeni-muhafazakar ekip ile bir şekilde ters düştükleri için mi böylesi görevlere sürüldüler? Tam tersine; Wolfowitz ve Bolton bir süredir Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi adı altında ilerletilen emperyalist hedeflerin bir ileri açılımını gerçekleştirmek üzere görevlendirildiler.

Ekonomik kalkınmaya kaynak sağladığı iddia edilen Dünya Bankası, bir projeye kredi vermeden önce bir dizi koşul koymaktadır. Özelleştirmeler bu koşulların başında yer alıyor. Son dönemde Dünya Ticaret Örgütü’ndeki gelişmelere paralel olarak yerel sermaye ile yabancı sermayeye eşit rekabet koşullarının tanınması kesin bir hüküm olarak getiriliyor. Pratikte bunun anlamı, sermayesi daha güçlü ve dolayısıyla fiyat kırma olanağı daha fazla olan Çok Uluslu Şirketlerin projeleri kapmalarıdır. Wolfowitz’in Dünya Bankası’nın başına geçmesi bütün bu süreçlerin ABD lehine işletilmesini beraberinde getirecektir.

184 ülkeden oluşan Dünya Bankası’nda ABD sermayesi ön planda. Bu nedenle de ABD yüzde 16’lık bir oy hakkı ile Dünya Bankası’nı şekillendirme konusunda güçlü bir konumda. Dünya Bankası’nın İMF’nin ikizi olduğu da göz önüne alındığında, ABD’nin petrol ile birlikte küresel para musluklarını da tek taraflı kontrol etmeye ağırlık verdiği görülür.

BM’ye liderlik

Soğuk Savaş’ın son bulmasından sonra ABD ile Birleşmiş Milletler arasındaki ilişkide çok sayıda gel-git yaşandı. Aidatını ödemediği için Güvenlik Konseyi’nde neredeyse oy hakkını kaybedecek olan ABD ve BM arasında kimim kime borçlu olduğu tartışmaları da söz konusu. Ancak asıl sorun ABD’nin, egemenlik mücadelesini Birleşmiş Milletleri göz ardı ederek mi yoksa kontrolü altına alarak mı sürdüreceğinde yatıyor. Ataması kesinleşirse önümüzdeki yıllarda BM Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığı da yapacak olan John Bolton’un adaylığı ikinci seçeneğe işaret ediyor. ABD, Irak Savaşı’na BM kararı olmadan, tek taraflı ve kendi koalisyonunu kurarak girdiği için de yoğun eleştiriler almıştı. Hatta daha liberal çevreler Beyaz Saray’daki yeni muhafazakarların tek taraflı politikalarına karşı BM gibi küresel “yönetişim” kurumlarının güçlendirilmesini çözüm olarak sunuyorlardı. John Bolton Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yaptığı konuşmada bu öneriye bir başka yaklaşım getirdi: “Birleşmiş Milletlerin oynadığı kritik rol güçlü Amerikan liderliğini gerektiriyor.”

Emperyalist dengeler

Gerek Paul Wolfowitz gerekse de John Bolton Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni hazırlayan yeni-muhafazakar ekibin arasında yer alıyorlar. Bu proje Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni dengelerde ABD erkini tartışılmaz bir şekilde yeniden yapılandırmak üzere 1997 sonrası geliştirilmişti.

ABD, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin çökmesiyle galip çıkmıştı. Ancak Doğu Blok’unun dağılması, Batı Blok’undaki ilişkilerde de nitel bir değişim meydana getirdi.

Soğuk Savaş yıllarında ABD liderliğine boyun eğen Almanya ve Japonya artık rakip olarak güçlendiler.

ABD tarihsel olarak Avrupa devletleri arasında birliği ve 1990’larda AB’nin genişlemesini özendirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu adım SSCB’ye karşı Avrupa’yı ABD’nin küçük ortağı olarak istikrara kavuşturma amacını taşıyordu. 1989 sonrasında AB’nin genişlemesi ABD’nin NATO aracılığı ile Avrasya’daki egemenliğine hizmet etti. Ancak bu genişleme AB’nin küresel düzeyde ABD’nin “küçük ortak” olmaktan öteye geçme konusundaki iddiasını da arttırdı.

Yeni Dünya Düzeni’ne entegre olmaya başlayan Çin ise kıyasıya bir rekabete atıldı. ABD’nin devasa diş ticaret açığının en büyük kalemi Çin’den yapılan ithalat’dan kaynaklanmaktadır. Her ne kadar zayıflamış olsa da Rusya azımsanmayacak bir güç olarak iddiasını sürdürüyor. Daha zayıf ölçekte de olsa Brezilya ve Hindistan da kendi bölgelerinde öne çıkmaya çalışıyorlar.

1990’lar boyunca ABD ekonomisi büyüdü, Çin ise döneme göre astronomik büyüme hadleri sergiledi. Almanya ve Japonya’da ise ekonomik darboğazlar ve duraklamalara rağmen, ABD’nin bir Süper Güç olarak zayıflamakta olduğu gerçeği 1990’larda netleşmeye başladı.

Amerikan Yüzyılı Projesi

Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Soğuk Savaş sonrası oluşan çok kutuplu rekabet sürecinde ABD’nin tam egemenliğini sağlama çabası olarak 1997’de oluşturuldu.

ABD küresel düzenin liderliğini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya’dan devralmıştı. ABD, etkin bir şekilde rekabet edemediği durumda “kendi imparatorluğu üzerindeki güneşin batabileceği” gerçeğinin çok farkında. Dolayısıyla ABD’nin özellikle 11 Eylül 2001’den sonra sergilediği askeri saldırganlık George Bush çevresindeki yeni-muhafazakar ekibin deliliği değil, bir emperyalist gücün gerçek bir varoluş nedenine dayanan planlı bir harekattır.

''Bush Doktrini''nin de çıkış noktası olan proje, ABD’nin askeri gücüne dayanarak dünyanın herhangi bir bölgesinde istediği dönüşümü yaptırma, kendine yönelik tüm tehditleri ortadan kaldırma ve kendini korunma hedefleri etrafında tarif edilmiştir.

Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, ekonomik, askeri, siyasi ve jeopolitik bir stratejidir. Bu unsurların her biri de diğer unsurları besleyerek bütünsel bir şekilde Amerikan egemenliğinin sağlanmasına yönelik tasarlanmıştır.

2000 yılında hazırlanan “Amerikan Savunmasını Yeniden İnşa Etmek: Yeni Yüzyıl İçin Strateji, Güçler ve Kaynaklar” dokümanı askeri üstünlüğün bunu geliştirmek için nasıl kullanılacağını ifade ediyor:

Askeri harcamaların Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 3.8’ine çıkartılması
Güney Avrupa, Güneydoğu Asya ve Ortadoğu’da kalıcı askeri üslerin oluşturulması.
Savaş uçakları, denizaltı ve piyade kapasitelerini arttıracak şekilde ABD Ordusu’nun modernize edilmesi
Uzay savunma sisteminin geliştirilmesi (Starwars benzeri bir proje)
Nükleer ve biyolojik silahların yaygınlaşmasının önlenmesi (ABD ve müttefikleri dışında)
Cyberspace’in kontrol edilmesi (internet iletişimi dahil)
Bush savunma bütçesini hedeflenen oranda yükseltti ve Kongre’den sürekli ek kaynak kararları çıkartmaya çalışıyor. Afganistan savaşı ABD’ye Çin’in burnunun dibinde üst kurma olanağı sundu. Türkiye’de İncirlik Üssü ve yeni bir NATO Üssünün inşası tartışmalarından da bu bölgedeki konuşlanmasını güçlendirmeye çalıştığını biliyoruz.

11 Eylül 2001’de New York İkiz Kulelerine yapılan saldırıdan sonra bu askeri hedefler Ulusal Güvenlik Stratejisi olarak sunuldu. 11 Eylül 2001 saldırıları ABD açısından Yeni Amerikan Yüzyılı Projesini açıktan yürütmek için bir bahane oldu. Irak’a yeni bir savaş açılması, Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi, Çin ve Rusya arasında askeri üslerden oluşan bir güvenlik duvarının kurulması ve her iki ülkenin, özellikle de Çin’in çevrelenmesi, Ortadoğu ve Avrasya petrollerinin Çin ve Avrupa Birliği’ne karşı kontrol edilmesi vb hedefler çok daha önce belirlenmişti. Bush ve yeni-muhafazakarlar, Amerikan halkı ve işçi sınıfına emperyalist projeyi kabullendirmek için 11 Eylül’ün korku ortamını fırsat olarak değerlendirdiler.

Bunu sürekli tekrarlamak gerekiyor çünkü ABD’nin 11 Eylül sonrası ilan ettiği “terörizme karşı savaş“ Soğuk Savaş yıllarındaki “Komünizme karşı savaş“ gibi bir bahane. Soğuk Savaş iki kutbun emperyalist rekabeti içinde bir yandan ABD’nin Batı’da diğer yandan da Rusya’nın Doğu’da nüfus alanı oluşturmasını sağlamıştı. “Terörizme karşı savaş“ söyleminin hedefi de ABD’nin Çin’i çevreleyerek dünyanın geri kalanı üzerindeki kontrolünü kurmaktır.

Yeni savaşlar

ABD, askeri üstünlüğünü kullanarak ekonomik avantajlar kazanmak, petrol ve diğer doğal kaynaklar üzerinde hem doğrudan çıkar hem de hegemonya elde etmeye çalışıyor. Doğu’da ve Batı’da kendi rakiplerine karşı enerji kaynaklarının musluklarını kontrol etmek, siyasi kontrolü de beraberinde getirecek.

Bu hegemonya projesi, ABD’nin Suriye veya İran gibi ülkelere de savaş açmasına doğru bir süreci işletmektedir. Bunun da ötesinde ABD’nin kendi emperyalist çıkarlarını bu kadar öne çıkartması AB gibi diğer Batılı emperyalist güçleri de daha vahşi bir hale getirmektedir. Çin de ne pahasına olursa olsun ekonomik avantajlarını geliştirirken, ordusunu modernize etmeye başladı ve son olarak da Hindistan ile yeni bir ittifak kurdu. Avrupa Birliği’nin Irak ile ticaret yapmak için ABD’nin empoze ettiği ambargoya son verilmesi konusunda yaptığı baskılar savaşa giden süreci hızlandırmıştı. Bugün de AB’nin Çin’e silah satma isteği ile ambargoya son verilmesi konusunda yaptığı baskılar yeni gerginlikler yaratmaktadır. Bu emperyalist rekabet ortamı demokrasinin değil ancak yeni savaşların habercisi olabilir. Geçen yüzyılda emperyalist dengelerdeki her değişim bir dünya savaşına ortam hazırlamıştı. Bugün tanık olduğumuz süreç tam da bu nedenle çok tehlikelidir.

Ancak halen gündem Irak’tır ve ABD’nin Irak’tan nasıl çıkacağı egemenlik projesinin gidişatını belirleyecektir. Bununla birlikte ABD’nin kısa sürede ekonomisindeki zaafları gidermesi mümkün değil. İthalata, Avrupa ve Japonya’nın doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına bağımlılığı ve doların zayıf pozisyonu, ABD’yi hegemonya mücadelesine iten ekonomik zayıflıkların devam ettiğini gösteriyor. Irak ve/veya ekonomideki bir yeni istikrarsızlık dalgası ABD’nin emperyalist projesini de rayından çıkartabilir.

ABD’nin Irak’tan nasıl çıkacağı da hem Irak’taki direniş hem de küresel düzeydeki işgal karşıtı mücadelelere bağlıdır.

Orta Doğu’dan Ne İstiyorlar?

Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya ile birlikte ABD’nin egemenlik mücadelesinde kilit bir rol oynuyor. En genel anlamda bölge ABD çıkarlarına uygun bir şekilde küreselleştirilmek isteniyor. Bunun bir ayağı Ortadoğu’nun dışa açılarak yeni bir pazar oluşturmasıdır. Ancak ABD için daha da önemli bir konu küresel rekabet ortamında hem Batı’da hem de Doğu’daki rakiplerinin enerji kaynaklarına erişimi üzerinde kontrolü ele geçirmektir. Bu arada tabii ki petrolü kendi tüketimi için kullanacak ve petrol şirketleri de kar elde edecektir.

Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi olarak geçen ABD emperyalizminin stratejik planlarının bir ayağı da ilk önce Büyük Ortadoğu Projesi olarak açıklanan daha sonra Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’dir. Bu planlar kamuoyuna “Terörizme karşı mücadele” ve “ bölgeye demokrasi götürmek” olarak sunulduğu için gerçek hedefler yeterince net ifade edilmemiştir. ABD’nin bölgede ne yapmak istediği birkaç nokta ile şöyle özetlenebilir.

Bölgenin serbest piyasa düzenine uygun hale getirilmesi ve Ortadoğu’nun ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan küreselleşmesi;
Petrol üretimi, satışı ve taşınmasının kalıcı bir şekilde kontrol edilmesi;
Hazar petrolünün Bakü-Ceyhan boru hattıyla taşınması,
Bu şekilde Rusya’nın bölgedeki etkisinin kırılması;
Ortadoğu ve Kafkas petrolleri üzerindeki kontrol ile Çin, AB ve Japonya rekabetini kıracak şekilde egemenliğin tam olarak sağlanması
İsrail’in Müslüman ve Arap dünyası ile ilişkileri normalleştirilerek bölgedeki izolasyonunun kırılması;
Bölge’de İsrail dışında her hangi bir ülkenin nükleer silah ve kitle imha silahı üretme kapasitesine ulaşmasının engellenmesi;
ABD’nin egemenliğine boyun eğmeyen yönetimlerde “rejim değişikliğine” gidilmesi;
Tehdit oluşturacak kadar direnç göstermeyen rejimlerin de “demokratikleşme” adı altında küreselleştirilmesi;
Tehdit oluşturan muhalefetin bunlara destek veren rejimler ile birlikte ortadan kaldırılması;
El-Kaide ve Hamas örneğinde olduğu gibi muhalefetin bir kısmı İslami kökenli olduğu için özellikle bu grupların kontrol altında alınması;
Buna karşın Türkiye’de AKP örneğinde olduğu gibi neo-liberal küreselleşmeci İslami kökenli grup ve iktidarlara örnek ülke ve “demokratik ortak” olarak kucak açılması ve model haline getirilmesi;
Bazı yazarlar küreselleşme ve bu yeni egemenlik ilişkilerine uygun rejimlerin yaratılmasının yanı sıra bölge petrolleri dışında su kaynakları üzerinde kontrolün de önemli bir rol oynadığını tartışıyorlar. Orta Doğu’nun ciddi bir kısmının su sıkıntısı içinde olduğu düşünülürse Mısır ve Türkiye su havzalarının öne çıkartılmak istendiği görülüyor.

Sistemin Motoru Petrolle Çalışıyor

ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikaları uzun vadeli bir egemenlik stratejisinin parçasıdır. Dolayısıyla amaç sadece Ortadoğu petrollerinden doğrudan çıkar sağlamak değil, petrol üzerinde kontrolü elde ederek Çin, AB ve Japonya’nın enerji kaynakları ve buradan da siyasi ve ekonomik tercihleri üzerine söz sahibi olmaktır.

ABD’nin musluğun başını tutma stratejisini görmezden gelerek, uyguladığı politikaları anlayamayız. Ancak ABD’nin bu petrol rezervlerini kullanma ihtiyacı da bir o kadar önemli.

ABD kendi petrol yatakları olmasına rağmen ihtiyacının tümünü karşılayamıyor ve petrol tüketiminin yüzde 53’ünü ithal etmek zorunda. ABD her gün 10.4 milyon varil petrol ithal ediyor. 2001’de Dick Cheney’nin liderliğinde bir ekibin hazırladığı Ulusal Enerji Planı, ABD’nin 2020’de günlük petrol ithalatının 16.7 milyon varile çıkacağını öngörmektedir. Yani ABD petrol tüketiminin yüzde 65’ini ithal etmek durumunda kalacak.

Enerji Planı, ABD’nin geleneksel olarak petrol ithal ettiği Suudi Arabistan, Venezüella ve Kanada’nın yetersiz kalacağına dikkat çekiyor. (Venezüella ile ilişkiler son dönemde koptu).

Cheney, Hazar (Azerbaycan, Kazakistan), Ortadoğu (Körfez ülkeleri), Rus ve Afrika (Nijerya, Angola) petrollerine işaret ediyor ve bu ülkelerin kapılarını Amerikan petrol şirketlerine açmaları gerektiğini vurguluyor. Cheney’in liderliğinde Enerji Planı’nı hazırlayan ekip, bu ülkelerin sadece petrol satışlarına değil Amerikan petrol şirketlerinin piyasaya girişine direnç göstereceklerinin çok farkındaydılar. Cheney bu nedenle, Amerika’nın tükettiği her üç varil petrolden ikisini ithal etmek zorunda kaldığı bir ortamda serbest piyasa işleyişine güvenemeyeceklerini, ABD yönetimin bu sonucu elde etmek için “kararlı adımlar atması” gerektiğini söylüyor.

Bilindiği üzere dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 60’ı Ortadoğu’da, bunun yüzde 40’ı da Irak’ta bulunuyor. Bir otomobil kontağı çevrildiğinde, fabrikada bir makinenin düğmesine basıldığında, “Bush sen çok yaşa” yazılarının neşredilmek istenmesinde petrol doğrudan veya dolaylı olarak devreye girmekte.

Tam da bu nedenle Ortadoğu’da gerçek bir demokrasi ABD egemenliğine oy vermekten değil bölge halklarının petrol vb. kaynaklar üzerindeki demokratik kontrolünden geçiyor.

Silah Sanayi

Yeni Amerikan Yüzyılına uygun olarak ABD savunma bütçesi GSYİH’nın yüzde 3.8’ine çıkartıldı. Bush’un yönetimi devraldığı 2000’de yıllık bütçe 300 milyar dolar iken bu rakam 2005-2006 bütçe yılı içinde 438 milyar dolara çıktı. Afganistan ve Irak’taki savaş maliyetleri için 200 milyarlık acil fonlar oluşturuldu. Bu miktar işgaller sürdükçe hızla artmaktadır.

11 Eylül, Amerikalılar arasında korkuyu kamçılamak üzere kullanıldı ve ülke güvenliğine dönük harcamalar da ikiye katlanarak 40 milyar dolara çıkartıldı.

Afganistan ve Irak savaşı bir egemenlik planı çerçevesinde gerçekleştirilmiş olmakla birlikte petrol şirketlerinin yanısıra silah şirketleri de bu işten nasibini fazlasıyla alıyor. Geçen yıl Lockheed Martin, Boeing ve Northrop Grumman şirketleri Pentagon’dan toplam 50 milyar dolarlık ihale aldılar. Bu üç büyük şirket Savunma Bakanlığı harcamalarının yüzde 25’ini ceplerine indirdiler.

Bunun dışında Halliburton, Dyncorp, Blackwater, CACI, Titan gibi şirketler iaşe, araç-gereç bakımı, güvenlik, askeri eğitim gibi verdikleri çok sayıda hizmetten de vurgun vurdular. Özellikle ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in bağlantılı olduğu Halliburton şirketinin faturaları şişirdiği ortaya çıktı. Boeing’in ise ihale almak için rüşvet verdiği tespit edildi. Silah şirketleri sadece sistemin gösterdiği normal yollardan yada yolsuzluk yaparak ceplerini doldurmuyorlar, CACI ve Titan şirketlerinin Ebu Gureyb kampında işkence olaylarına karıştıkları ortaya çıktı…

Antikapitalist; Sayı 32; Mayıs 2005

'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön