Güncelleme:
14.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Kapitalizme Alternatif Fikirler ve Hareket:

Antonio Gramsci

Antonio Gramsci çok önemli bir dönemde yaşadı. Rusya'da, Gramsci'nin "insanlık tarihi boyunca üretilen en muhteşem olay" diye adlandırdığı ilk işçi devrimi gerçekleşmişti. Avrupa'da yüzbinlerce kişi sömürüye, savaşa ve kapitalizme karşı savaşıyordu. 1920-21'de İtalya'nın kuzeyindeki şehirlerde işçiler fabrikaları işgal ettiler. Altı milyon insan doğrudan demokratik eylemlere katıldı. "Kapitalist üretim düzeni temellerine kadar sarsıldı ve işçilerin kontrolü altına geçti" diye yazıyordu Gramsci.

Gramsci, hem İtalyan devrimci hareketinin hem de onun en devrimci ifadesinin bir parçasıydı. Doğrudan Turin'deki işçilerden ve hareketin savaş çığlığı olan Ordine Nuovo (Yeni Düzen) adlı gazetesi aracılığıyla edindiği deneyimlerden işçilerin nasıl sistem karşıtlığından daha ileri yeni bir sosyal düzeni hazırlamaya doğru kayabileceklerini gördü.

1926'da onun beyninin çalışmasını engellemekle öğünen Mussolini'nin adamları tarafından yirmi yıl hapse mahkum edildi. Gramsci o yirmi yıl geçmeden ölmüş olabilirdi, ancak hapiste ve sağlığı bozuk olmasına karşın dışarı kaçırmayı başardığı binlerce sayfayı yazarak mücadelesini devam ettirdi. Daha sonra Hapishane Defterleri adıyla yayımlanan bu yazılarında kapitalizmin değişik durumlarda iktidarı nasıl elinde tuttuğunu, nasıl yönettiğini ve buna nasıl karşı çıkılabileceğini anlamaya çalıştı.

Bugün, çoğu insan yeni koşullarda ve yeni fikirlerle kapitalizmin etkilerine karşı tekrardan mücadeleye atılma çabasında. Gramsci'nin kapitalizmin fikirlerine karşı mücadele etme ihtiyacı, hareketin nasıl ileri taşınacağı, iktidarın alınması konularındaki argümanları halen keskinliğini ve geçerliliğini koruyor. İtalya'da 1900'lerin başında kapitalizme karşı yükselen direniş ekmek isyanları, gösteriler, toprak işgalleri ve grevleri de içeren bir çok değişik yönteme sahipti. Fakat Gramsci bunlar arasında en önemlisinin işçi komiteleri örgütlenmesi olduğunu gördü, çünkü onlar kapitalizme karşı uygulanabilir bir alternatifin tohumlarını içinde barındırıyordu.

İşçi örgütlenmesinin bu yeni biçimleri kapitalizmin kendisinin yarattığı yeni koşullardan ortaya çıkıyordu. Kuzey İtalya 1900 ve 1920 arasında modern uluslararası kapitalizmin nasıl bir şey olduğunu ani ve saldırgan bir şekilde yaşadı. Gemicilik, mühendislik şirketleri ve bankalar gittikçe uluslararası bir hal alıyor, giderek daha büyük üretim birimleri ortaya çıkıyordu. Fiat araba şirketinin evi Turin ve Milan Avrupa'daki en gelişkin çelik üretiminin yapıldığı yerler haline geldi.

Amerikan Taylor kitlesel üretim sistemi model alınarak üretkenlikte büyük artış yaşandı. Bu üretim modeli çevre köylerde yaşayan insanları bir gecede sanayi işçisine dönüştürüyor ve insanı makineleştiren seri üretim bantlarının başına getiriyordu. Gramsci yirmisinde Sardinia'nın kahredici kırsal yoksulluğundan çıkarak diğer güney İtalyanlar gibi kendisini Turin'in sanayi merkezinde buldu. Bir yanda devasa kârlar ve savaş ekonomisinde zenginleşen çakallar, diğer tarafta işçilerin çekmek zorunda kaldığı yoksulluk büyük bir zıtlık gösteriyordu. Fabrikalarda korkunç disiplin yönetmelikleri, yiyecek sıkıntısı ve yükselen enflasyon kapitalizmin yarattığı eşitsizliği açıkça ortaya koyuyordu. Skandallarla sarsılan yozlaşmış bir hükümet ve yöneticiler bu hoşnutsuzluğu derinleştiriyordu.

Öncesinde, 1914'de, "Kızıl Hafta" olarak bilinen dönemde, büyük şehirlerde anti-kapitalist ve savaş karşıtı gösteriler, barikatlar ve isyanlar yaşanmıştı. Rusya'daki devrimi 'Yaşasın Lenin' haykırışlarıyla selamlayan çok sayıda miting gerçekleştirildi. 1919'da sendikalar hızla büyüdü. Sadece metal işçilerinin sendikasının üye sayısı 16 kat arttı, kırsal işçi birliklerinin üyesi bir milyonun üstüne çıktı. Ortaya çıkan işçilerin gücüydü. Resmi İtalyan Sosyalist Partisi büyüyen radikalleşmeye yanıt vermek zorunda kaldı. "Maksimalist" kanat pratikte parlamenter seçimlere öncelik vermesine rağmen devrimden bahsediyordu. Gramsci, Yeni Düzen sayfalarından reformistlere karşı kapitalist iktidardan çıkış yolunun işçi konseylerinden geçtiğini tartışıyordu. Konseyler tartışmasında işçi sınıfının nasıl devrimci değişimin anahtarı olduğunu gösteriyordu.

İşçilerin taban örgütlenmeleri, 1912'de belirli şikayetlerle ilgilenmek üzere fabrika komitelerinin kurulmasından sonra gelişmeye başladı. 1920'ye kadar işçi komiteleri bütün işçileri temsil ediyordu (sendikasız işçiler, sosyalistler, anarşistler ve diğerleri). Bu komiteler işçi sınıfını tam anlamıyla temsil ediyorlardı. Yeni Düzen, işçi konseylerinin Rusya'daki gibi sovyetlere dönüşebileceğini ve gelecek sosyalist toplumun embriyosu olabileceğini görüyordu. Konseyler fabrikalar içinde üretimi düzenliyor, stokları işçiler için yönetiyorlar ve erzakları işçi ailelerine dağıtıyorlardı. Konsey Yürütme Komitesi Turin'deki hareketi koordine ediyor, ulaşım ve hammaddelerle ilgileniyor aynı zamanda işgalci işçileri silahlandırıyordu. Bu durum kapitalist üretim koşullarında ortaya çıkan işçi sınıfının aşağıdan örgütlenmesini temsil ediyordu. Parlamento soyut politik haklar ve yasalarla uğraşırken işçi konseyleri işçilerin koşullarından yükselen somut taleplerle bir sınıf olarak işçilerin özel politik isteklerini birleştiriyordu. Onlar, politik ve ekonomik olanı benzersiz bir biçimde bir araya getiren "tabandaki ve endüstriyel arenadaki temsilciler"di.

İşçi konseyleri sendikalardan farklıdır. Sendikalar savunma örgütleridir; rutinleri, kuralları ve prosedürlerleri ile iflah olmaz bir şekilde kapitalizm içi bir role sahiptirler. Gramsci, 1921'de Yeni Düzen'deki bir makalede, hepimizin hızla tanıyabileceği sendikaları ve onların bezdirici bürokrasisini şöyle tanımlar: "Sendika liderleri artık sınıf mücadelesi için yaşamıyor, artık kitlelerle aynı umutları hissetmiyorlar. Onlar tekelci bir durumda insanların bankacıları haline geldiler." İşçiler daha fazla militanlaştıkça sendika bürokrasisini daha da boğucu bulurlar. İşçi konseyleri kapitalizm altındaki eski yolların ötesine gidebilmek için zorunlu bir adım haline gelir.

Gramsci'nin argümanları zamanın testinden geçti. Kapitalizme karşı muhalefetin yaygınlaştığı benzer dönemlerde işçi konseyleri yeniden ortaya çıktılar. 1974'de Portekiz Devriminde işçiler ve asker komiteleri hükümetin düşmesinde anahtar rol oynadı. Yine 1979'da Şahı deviren İran Devrimi sırasında petrol işçileri arasında işçi komiteleri ortaya çıktı. Devrimin ileriye gidip gitmeyeceği genellikle bu bağımsız taban örgütlerinin gücüne bağlı kaldı. Örneğin 1968'de Fransa'da genel grevin militanlığına ve büyüklüğüne rağmen bu tür işçi komitelerinin olmayışı eski sendika liderlerinin durumu kontrol etmesine ve hareketi öldürmesine olanak yarattı.

1920'de İtalya'da işçi konseyleri yeteri kadar yayılmamıştı. Turin, Milan, Cenova ve Naples ile sınırlıydı. Sağ ve faşistler boşluğu doldurup kırsal bölge ile şehir arasında bir tampon bölge yaratabildiler. Militanlığın doruğa ulaşması sonrasında patronların lokavtına karşı gelişen fabrika işgalleri bir savunma savaşıydı. Tüm bunlar işçilerin İtalyan işçi konseylerinde kendi potansiyellerinin farkına varmasını ve Gramsci'nin 1919'da tartıştığı gibi, kendisi için bir sınıfın "üreticilerin kendi bilincinin zaferiyle doğdu"ğu gerçeğini değiştirmedi.

Fakat halen yanıtlanması gerekli olan bir soru var. İnsanlığın özgürleşmesi potansiyelini temsil eden, milyonlarca işçi ve köylünün içinde olduğu devrimci bir hareket nasıl olup da eski sistemi kabul etmeye kanalize edilebildi? İşgaller gerçekleşirken bile Gramsci'nin uğraştığı sorun buydu. 1920'lerin ortasında Komünist Parti'yi kurarken ve sonrasında Hapishane Defterleri'ni yazarken bu konuya tekrar döndü. Gramsci bunu üç çok önemli yoldan cevapladı. Birincisi, geleneksel işçi sınıfı örgütleri hareketi bir dizi orta yola ve uzlaşmaya sokarak işçilere ihanet etti. Resmi İtalyan Sosyalist Partisi'nin derdi kapitalizme meydan okumak değildi. Onlar için her şeyden önemlisi seçimler ve geleneksel sendikalardı. İşçilerin kendiliğinden eylemini boğuyor ve bağımsız hareket etme yeteneğinin çarçur edilmesine yol açıyorlardı.

Sonuç sadece bir başarısızlık değil, Mussolini'nin Roma'ya yürüyüşünün yolunu açan bir bozgundu. İtalya Sosyalist Partisi proletaryanın devrimci diktatörlüğünden bahsediyordu ama parlamentodaki o küçük ayağını güçlendirmeyi çok daha fazla önemsiyordu.

Gramsci'nin ikinci argümanı kapitalizmin çerçevesinin kabul edilmesinin hareketin daha ileri götürülmesini engellediği idi. Devrimci durumlarda bile bilinmeyene doğru bir atlamayı temsil eden kararlar çok uzun süredir var olan, "sağduyu" haline gelmiş fikirlerle karşı karşıya gelir. İtalyan sendika liderleri "sağduyu sahibi"ydi ve hareketi dümdüz geriye ve sınırlı bir alana kaydırdılar. O zaman bütün sosyalist ve işçi partilerinin örgütü olan 2. Enternasyonel'de yaygın olan bir kaderciliği temsil ettiler. Bu anlayışın etkilerini halen günümüzde en militanlar arasında bile görmek mümkün.

Gramsci net bir liderliğin bu geri çekilme ile savaşabileceğini tartışıyordu. Tartışmaların değil gelişen olayların değişimin motoru olduğu keskin devrimci anları, "tarihin gerçek diyalektiği" olarak adlandırıyordu. İşgaller yayılmazsa, reformistler müdahale eder ve her şeyin "normale" dönmesi için tartışabilirler.

1921'de yaptıkları da buydu. İşgal sırasında oturan işçileri punduna getirip "devrim yapıp yapmama" konusunda referandum yaptılar. Sürpriz olmayan bir şekilde oylar kaybedildi. Bir Milanlı işçisinin o zaman yazdığı gibi, "önce devrim olacak mı olmayacak mı konusunda karar veren genel bir toplantı yapılarak devrim yapılmaz." Hareketin kaderini belirleyecek olan işçilerin aldıkları inisiyatifin devam ettirilmesi, dinamiğin sürdürülmesi olacaktı. 1921'de trajik bir şekilde eksik olan buydu.

Üçüncüsü, 1921'den çıkarılacak mantıksal sonuç, bu önemli anları değerlendirebilecek yeni bir devrimci sosyalist partiye olan ihtiyaçtı. 1926'da Gramsci ve diğerleri İtalyan Komünist Partisi'ni kurdu. Lyon Tezleri'nde Gramsci reformist olmayan açıkça devrimci yeni bir mücadeleci partinin işçi sovyetlerinin gelişmesi için anahtar olacağını tartıştı. Ne yazık ki, yeni kurulan Komünist Partisi'nin 1921'de çok ihtiyaç duyulan politikaları hayata geçirmesi için çok geçti. İşçi hareketinin yenilgisinden sonra, faşist baskının ortasında doğdu ve bundan dolayı da her çeşit sekt türü akımı da içinde barındırdı.

Gramsci ancak bir süre sonra, ne yazık ki hapishane koşullarında, bir partinin karşı karşıya kaldığı konular üzerine tam anlamıyla konsantre olabildi.

Gramsci bu dönemde kapitalizmin alternatifinin bir parçası olarak fikirler savaşından bahsediyor. Hapishane sansürünü düşünerek yazdığı için Hapishane Defterleri'ndeki yazıları genellikle ağdalı ve bilinçli olarak anlaşılması güçtür. Yine de politik fikirler sorunuyla açık bir üslupla uğraşmıştır. İdeolojik mücadeleyi asla kendisinden menkul bir şey olarak görmemiştir. Gramsci açısından dünyaya bakış özgün tarihsel koşullardan yükselir ve biçimini onları ifade eden sınıflardan alır. Onun hegemonya kavramı, "belirleyicilik ve liderlik fikri", ancak gerçek dünyadaki sınıf mücadelesinin en genel çerçevesi içinde anlaşılabilir.

Hegemonya

Hegemonya egemen sınıfın nasıl yönettiğine ilişkin bir kavramdır. Gramsci kapitalist sınıfın hem zor kullanma (polis, ordu ve baskı yoluyla) hem de rıza yoluyla ( insanların yönetici sınıfın dünyaya ilişkin fikirlerini kabul eder hali) yönettiğini tartışır. Özellikle İtalya'da, Katolik Kilisesi gibi sivil toplum kuruluşları yönetici sınıfın fikirlerini destekler ve popüler hale getirirler. Gramsci, Rus otokrasisinin devrimcilerin önüne çıkardığı bir kaç kaba saba engelle karşılaştırıldığında, Batıdaki kapitalist devletlerin iktidarı ellerinde tutabilmek için çok daha gelişkin müttefikler yarattıklarını görebiliyordu.

Hegemonya aynı zamanda işçi sınıfının iktidarı kazanmak için ne yapmak zorunda olduğuyla ilgiliydi. İşçi sınıfının çoğunluğunu sosyalist fikirlere kazanma ihtiyacı ile ilgili. Bu strateji devlete karşı bütünsel bir savaş olan "manevra savaşıyla", farklı taktikleri gerektiren uzun dönemli savaş olan "mevzi savaşları" arasındaki farkı kavramaya dayalıdır. Gramsci yenilgi zamanında yazdığı için yazılarında daha çok ikincisiyle uğraşıyordu. Daha sonraları Gramsci'nin reformist yorumcuları bu durumu devrimden vazgeçme mazereti olarak kullandılar. Gramsci'nin hegemonya kavramı kapitalizme karşı işçi hareketinin güç kazanabilmesinin yolunu açıyor. Gösterdiği birinci şey, egemen fikirlerin hakimiyetinin ya da insanların her zaman olayları verili sistemin çerçevesi içinde görmesinin kaçınılmaz olmadığı, egemen sınıfın fikirlerinin olduğu gibi kabul edilmediğidir.

İşçiler çelişkili fikirlere sahiptirler. İşçilerin bazı fikirleri toplumun bulunduğu durumu destekler, ama aynı zamanda kendi deneyimlerinden gelen çelişkili fikirleri de vardır. İşçiler ait olduğu sektör veya işyeri düzeyinde bile olsa sistemle mücadeleye giriştiğinde toplumdaki çelişki açığa çıkar. Bir sınıf olarak kendi durumlarının farkına varır ve genel fikirlerin çoğuna karşı çıkarlar.

Örneğin, 1968'de Fransa'daki büyük genel grevde işçiler fabrikalarını işgal ettiler. Aynı zamanda politika, sanat ve demokrasi tartışmak üzere kitlesel toplantılar yapmak için Paris'deki tiyatroların kontrolünü kendi ellerine aldılar. "Her şey mümkün" diyen bir duvar yazısı bu durumu iyi ifade ediyordu. 1968'e göre çok daha küçük ölçekte benzer bir süreç, bugün yaşanıyor. Büyük şirketlere karşı mücadele eden işçiler bir sınıf olarak genel çıkarlarını görmeye başladılar. Örneğin, Nisan ayında Danone şirketi Fransa çapında 1800 işçiyi işten atmaya karar verdiğinde Calais'de çalışan işçiler büyük bir gösteri yaptılar. Belediye binasını boydan boya kaplayan pankartlarında şu slogan yazıyordu: "Calais; kapitalist küreselleşmeye direnişin başkenti"

Gramsci böylesi bir politik bilinç gelişiminden bahsediyordu. Ancak radikal fikirler sadece kendiliğinden militanlıkla sürdürülemez.. İşçilerin anlık deneyimlerinin ötesine gidecek ve güvenilir bir alternatif sunacak bütünsel bir politik bakış açısına ihtiyaç var. Yeni Düzen gazetesi etrafında bir araya gelen grup, işçi eylemlerinin ihtiyaç duyduğu bu politik tutkalı sağlamak açısından çok önemliydi. Burjuvazinin kendi dünya görüşünü ifade eden entelektüelleri olduğu gibi işçi sınıfı da kendi organik entelektüellerine ihtiyaç duyuyordu. Bunlar dar, akademik anlamda entelektüeller değil; net bir dünya kavrayışına sahip ve "dünyayı kavramak üzere sürekli katkıda bulunan veya yeni düşünme modelleri geliştirerek değiştiren" herkes gibi çalışan insanlar olmalıydı.

Gramsci işçi sınıfının devrimci partisinin bu "organik entelektüellerden" oluşması gerektiğini tartıştı. İşçi sınıfı kendi farklı politik ifadesine ihtiyaç duyar. Parti işçi sınıfıyla iki yönlü bir ilişkiye sahiptir. Partinin üyeleri "gerçek insanlarla, özgün tarihsel ilişkiler içinde biçimlenen, özgün hisler, bakışlar, dünyaya ilişkin bölük pörçük kavrayışlarla" yan yana günlük mücadelenin en yoğun olduğu yerdedir. Bu üyeler aynı zamanda bir partinin birleştirici organizasyonu içinden kapitalist sınıfın manevralarına karşı durabilen "sürekli ikna ediciler"dir.

Onların liderliği dayatılmaz; kazanılır ve mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak büyür. Gramsci kendiliğindenlik ve liderliğin diyalektik bir süreç içinde nasıl bir araya geldiğini çok iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Liderlik emirlerin pasif bir şekilde kabullenişi değildir; aksine "başarılacak yönergelerin bilinçli ve açık bir şekilde kabulüdür." Gramsci'nin görüşlerinin bugünün sorularıyla önemli bir ilişkisi var.

Bugün çok sayıda insan kapitalizmin acımasızlığı konusunda anlaşıyor ancak nasıl karşı duracağı ve yerine ne koyacağı konusuyla uğraşıp duruyor. 2001'de hareketin görüntüsü Gramsci'nin zamanından farklı. İşçiler 1920'lerde hayal bile edilemeyecek yeteneklere sahip. Kadınlar işçi sınıfının parçası. Küresel kapitalizm o zamana göre çok daha uzak noktalara ulaşmış durumda. Ama 1920'lerde tartışılan konuların aynısı (devrim nasıl başlatılır, nasıl güçlendirilir, öncelikler neler ve devrimin yönü) yeniden gündeme gelecek. Antonio Gramsci'nin Cenova'yla birlikte hatırlanması gereken önemli katkıları var.

Marnie Holborow’un İrlanda'daki Sosyalist İşçi Partisi'nin (Socialist Workers Party) iki ayda bir çıkardığı Resistance (Direniş) adlı derginin Temmuz 2001 sayısında yayımlanan bu yazısı Güneş Yıldırım tarafından çevrildi.

Antikapitalist; Sayı 9; Ağustos 2001

'Antikapitalist nedir' sayfasına dön
sayfa başına dön