Güncelleme:
09.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


İşçi Sınıfı Mücadeleleriyle
Ekonomik Durum Arasındaki İlişki

"Bu halk iyice aç kalacak, sürünecek ki mücadele etsin." Bu görüşü dile getirenlerle sık sık karşılaşırız.

Ekonominin içinde bulunduğu durumla işçi mücadelelerinin düzeyi arasındaki ilişkiyi "krizler devrimci mücadelelere yol açarken, genişleme dönemleri işçi sınıfını pasifize eder" diye yorumlamak tamamen yanlış olur.

Konuya ilişkin ilk tartışmaları yapanlardan biri Engels'tir. 1848 Devrimi ve yenilgisi konusunda, "devrimin anası"nın 1847 ekonomik krizi olduğunu yazan Engels, 1849-51 ekonomik genişleme döneminin de "karşı-devrimin anası" olduğunu söyler. Engels'in bu yazdıklarını "krizler devrime, genişleme dönemleri yenilgiye neden olur" diye yorumlamak yanlıştır.

İşçi sınıfının devrimci mücadelesi ve ekonomik krizler arasında otomatik bir bağlantı yoktur; diyalektik karşılıklı bir ilişki vardır.

1907'de Wall Street'in çöktüğü Kara Cuma, sistemin o zamana kadar geçirdiği en büyük krizin (1907-9) sinyalini vermişti. Rusya'yı da derinden etkileyen bu krizin Rusya'daki faturası Rus işçi sınıfına ödetilirken 1905 Rus Devrimi ardından yaşanan son hareketlilikler de tamamen yok edildi. Bu yıllarda bolşeviklerin çoğu, işçi hareketinin kendisini yeniden toparlaması için ekonomik bir genişleme yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı. Haklı çıktılar. İşçi sınıfı 1910, 1911 ve 1912 yıllarındaki ekonomik genişlemeyle birlikte yeniden toparlandı. Morali bozulmuş, cesaretini yitirmiş işçiler üretimde kendilerinin ne kadar önemli olduğunu yeniden hissettiler. Kriz bu kez hareketin tamamen yok olmasına, genişleme dönemi ise yeniden toparlanmasına neden olmuştu.

Günümüz sendika militanlarından birinin değerlendirmesi benzer durumları anlamamızda yardımcı olacaktır: "Eğer stoklar boşsa, üretilen mal hızla satılıyorsa biz patronları rahatça sıkıştırabiliyoruz. Tersi durumda, yani mallar stoklarda birikmişken patronlar bizi..."

Ekonomik bir krizin sınıflar mücadelesine olan etkisi mevcut politik duruma, kriz öncesi ve krize eşlik eden olaylara, özellikle de kriz öncesindeki sınıf mücadelelerinin başarı ya da başarısızlıklarına bağlıdır. Aynı derinlikteki bir ekonomik kriz bazı koşullarda işçi sınıfının devrimci mücadelesini ateşleyip işçi kitlelerini aktifleştirebilecekken, başka koşullarda sınıf mücadelesinin elini kolunu bağlayıp işçi sınıfının büyük kayıplar vermesine neden olabilir. Böyle bir durumda işçi sınıfının sadece saldırı yeteneği değil savunma potansiyeli de zayıflayabilir.

Örneğin Türkiye'de gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) enflasyondan arındırılmış yıllık büyüme oranları ile grevlerde kaybolan işgünü sayılarını karşılaştıralım. 1969-76 yılları arasında ortalama yıllık büyüme yüzde 5.2'dir. Bu dönemde grevde kaybolan gün sayısı ortalama 444 bin 898'dir. Grevde kaybolan gün sayısı 1969-74 arasında büyük değişiklikler göstermemiş, ancak 1975-76'da 2-3 kat artmıştır. Ekonomideki bu genişleme dönemini 1977-1980 arasındaki 4 yıllık ekonomik daralma dönemi izliyor. 1977 yılında bir önceki yıl yüzde 10,5 olan büyüme hızı yüzde 3,4'e düşmüş ve grevde kaybolan iş günü sayısı ise 1 milyon 768 binden 5 milyon 778 bine fırlamıştır. Ekonomik büyümenin negatif olduğu 1979 ve 1980 yıllarında (yüzde -0,6 ve -2,4) grevlerde kaybolan gün sayısı sırasıyla 2 milyon 217 bin ve 5 milyon 408 bindir.

Benzer bir durum 1981-87 arasındaki 7 yıllık genişleme dönemi ve izleyen 2 yıllık ekonomik daralma döneminde de gözlenebilir. 1981-87 döneminde yıllık ortalama grevde kaybolan iş günü sayısı 72 bindir. 1988-89 daralma döneminde bu sayı hızla 1 milyon 927 bine fırlamıştır.

İşçi sınıfı her iki ekonomik daralma dönemine de (1977-1980 ve 1988-89) yüksek bir moralle girmiştir. Ekonomik daralma yılları öncesindeki mücadelelerden kazanımlarla çıkan ve bu güvenle mücadele eden sınıf, daralmanın faturasını tek başına ödemeye direnmiştir.

Bu güven ve mücadele isteği 1992 ve 1993 yıllarında da devam etmiş, yüzde 6 ve 8'lik ekonomik büyümeye karşılık grevlerde kaybedilen iş günü sayısı sırasıyla 1 milyon 153 bin ve 574 bin olmuştur. Daha önceki daralma yıllarında sınıf mücadelesinin yükselmesi ne yazık ki 1994 yılındaki krizde yaşanmamıştır. 1994'de ekonomi yüzde 5,5 oranında küçülürken grevlerde kaybolan iş günü sayısı sadece 242 bin olmuştur. 1995-97'de, daha önceki yıllarda yaşananların aksine, istikrarlı bir büyüme (yıllık ortalama yüzde 7,1) yaşanmasına karşın grevde kaybolan işgünü sayısı yıllık ortalama 1 milyon 384 bin olmuştur. Bu dönemi izleyen 1998-99 yıllarındaki ekonomik daralma dönemi de mücadeleye yol açmamış aksine iş günü kaybı yıllık ortalama 263 bin olmuştur.

Görülüyor ki ekonomideki genişleme ve daralmalar işçi hareketini açıklamakta tek başına oldukça yanıltıcıdır. Ekonomik krizler kimi zaman (1977-80, 1988-89 ve 1991'deki gibi) sınıf mücadelesini yükseltirken kimi zaman da mücadeleyi (1994 ve 1999'daki gibi) en dip noktalara indirebilmektedir.

12 Eylül 1980 darbesiyle her türlü örgütlülüğü dağıtılan işçi sınıfının mücadelesi 1986'ya kadar yok denecek kadar azdır. Ekonomide 1981-87 arasındaki yaşanan genişleme, işçi sınıfını 12 Eylül'le kaybedilenleri geri alma konusunda cesaretlendirmiş ve mücadeleyi yükseltmiştir. Bu güven ve yeniden toparlanma havası 1988 ve 1989'daki ekonomik daralma ve dibe vurma döneminde işçi sınıfının mücadele etmesini sağlamıştır. Ekonominin daralmadan yeniden canlanışa geçtiği 1990 yılında da mücadele eğilimi devam etmiştir.

Önceki yıllarda elde edilen kazanımların verdiği güven ve 1991 milletvekili genel seçiminin yarattığı hava son mücadeleler sırasında tabanda oluşan yeni ve militan liderliklerin sendika yöneticileri üzerinde yarattığı basınçla birleşince mücadele daha da yükselerek 1980 sonrası en üst noktasına ulaşmıştır.

1991 sonrası grevde kaybolan işgünü sayısında hızla düşme yaşanmış olması ise iki temel nedenle açıklanabilir:

1) Cunta ve devamcısı ANAP'ın 11 yıllık iktidarının yükselen sol muhalefetle sona ermesi, yerine gelen SHP-DYP koalisyonuna büyük umutlar bağlanması.

2) Körfez Savaşı ve PKK-devlet çatışması nedeniyle işçi sınıfının milliyetçi fikirlerle bölünmesi.

Milliyetçilikten en az etkilenen militanların liderliğini yaptığı memur statüsündeki kamu çalışanlarının mücadelesi ise bu yıllarda hızla yükselmiştir.

1998-99 ekonomik daralma dönemine baktığımızda da işçi sınıfının yoksullaşarak krizin faturasının büyük bölümünü ödediğini görürüz. Ekonomik kriz bu defa da mücadeleye neden olmamış aksine sınıf mücadelesinde bir geri çekilme yaşanmıştır.

Bu durumu da temel olarak iki ana nedene bağlamak mümkündür:

1) Devletin muhalif bir gruba (islami harekete) yönelik baskısına karşı tutarlı ve net bir karşı duruş sergilenememesi, hareketin laik-islamcı olarak bölünmesi.

2) Kürt bölgelerinde devam eden savaş ile PKK lideri Öcalan'ın Suriye'den çıkartılması ve yargılanması sürecindeki milliyetçi havaya karşı tutum alınmaması.

Türkiye'deki sınıflar mücadelesinin bu kısa dönemi bile ekonominin içinde bulunduğu durum ile sınıflar mücadelesi arasında doğrudan ve tek yönlü bir ilişki kuran iddiaları geçersiz kılmaktadır. İşçi hareketi sadece ekonominin içinde bulunduğu koşullara bağlı değildir. Bunun yanı sıra sınıflar arası güç dengeleri, doğal afetler, savaş gibi dış etkenler, önceki yıllardaki mücadelelerin bıraktığı hafıza, tabandaki işçi liderlerinin sendikal ve siyasi örgütlülük düzeyi mücadelenin düzeyi, başarısı ve devrimci bir hale gelip gelmeyeceğinde çok önemlidir.

Unutmamak gerekir ki mücadele havasının en yüksek olduğu zamanlarda bile yenilgiler, kaybedilen grevler olabilir.

Bugün, 1998-99'da yaşanan ekonomik daralmanın yerini genişlemeye bıraktığının işaretleri vardır. Egemen sınıfın son zamanlarda yoğun olarak kullandığı propagandalar (Avrupa Birliği'ne girişin "refah ve demokrasi getireceği", uygulanan istikrar paketiyle "Türkiye'nin kısa zamanda düze çıkacağı", "çetelerin temizlendiği" vb) ekonomik genişleme ile birleşirse işçi sınıfının beklentileri ve buna bağlı olarak da mücadele etme istek ve güveni hissedilir biçimde artabilir.

Mücadelenin yükselmesi, sınıfın "kazanabileceğine" olan güveninin artmasıyla yakından ilgilidir. Bu güven artışı genellikle zaman alır. Örneğin 12 Eylül'ün altında kalan sınıfın güvenini tazelemesi birden bire olmadı. 1983'ten 1988'e kadar geçen dönemdeki tek tek mücadeleler ancak 1989'da genelleşebilmiştir.

Bugün Türkiye'de işçi hareketi 1980'deki gibi bir yenilgi ve dağınıklık yaşamış değil. Ancak Kürt sorunu, İslami hareket, özelleştirmeler, Avrupa Birliği'ne giriş konularında tutarlı ve sınıfın birliğini sağlayacak bir liderlikten yoksundur. Tabanda mücadele etme isteğinin varlığı geçen yıl mezarda emekliliğe karşı yapılan 500 bin kişilik Ankara mitinginde ve bu yılın İstanbul 1 Mayıs gösterisinde görülebiliyordu.

Bugün eksik olan şey işçi sınıfının mücadele etme yeteneğine güvenen, mücadeleyi sendika ve reformist parti liderliklerine bırakmamakta kararlı, tabandaki militan işçilerin örgütlülüğüdür.

Mücadelenin yükselmesini istiyorsak evimizde oturup bekleyemeyiz. Şimdiden her mücadelenin parçası olmak, tabanda ne istediğini bilen militanlardan oluşan devrimci bir örgütlenme inşa etmek zorundayız.

İşçileri Mücadeleye İten Nedir?

Sınıf hareketlerini, "işçileri mücadeleye iten ekonomik sorunlardır" diye kaba bir denklemle açıklamak doğru değildir. Çok açık ki her işçi direnişinin temelinde kapitalizmin insan ihtiyacı için değil kâr için çalışıyor olması yatar. Ancak, işçilerin yeni bir mücadeleye atılması ekonomik değil politik nedenlerle de olabilir.

13 milyon Fransız işçisinin katıldığı Mayıs 1968 Genel Grevi'ni körükleyen öfke yıllarca süren düşük ücret ve baskı politikalarıydı. Ancak işçilerin Mayıs 68'de greve çıkmasının nedeni Vietnam savaşını protesto eden öğrencilere polisin uyguladığı şiddetti.

Büyük tarihsel örneklerden bir diğeri 1934-36 arasında Fransız işçilerinin mücadelesidir. 6 Şubat 1934'de faşistlerin liderliğinde bir kitlenin parlamentoya saldırısı sağ hükümetin düşmesine ve daha sağ bir hükümetin kurulmasına yol açtı. Yıllardır süren ekonomik krizin faturasını ödemek zorunda bırakılan son derece öfkeli Fransız işçi sınıfı gelişen duruma tepki gösterdi. Gelişen politik hareketin sonucu olarak Komünist ve Sosyalist Partiler faşistlere karşı birleşmek zorunda kaldılar. 1936 büyük grev dalgası ve fabrika işgallerinin yolunu açan böylesi politik gelişmeler oldu. Faşistlere karşı politik mücadelelerde güven kazanan işçiler ekonomik taleplerini de (asgari ücret ve 40 saatlik çalışma haftası gibi) kazanacak duruma geldiler.

Bazen işçilerin mücadele etme isteği patronların propaganda bombardımanı karşısında bastırılabilir. İşçiler "ekonomiyi kurtarmak için fedakarlık yapmak" gerektiğini kabul edebilirler. Ancak sistemin çok kötü koşullara mahkum ettiği, dezavantajlı bir grup işçinin direnişi "meşru" görülen bu hareketle dayanışmayı tetikleyebilir ve mücadele etmenin mümkün olduğunu gösterebilir. İngiltere'de işçi sınıfının 1970'ler sonu ve 1980'ler boyunca uğradığı ağır kayıplar ve geri çekiliş dalgasını geriye döndüren eylem 33 hemşireyi kapsayan bir hastane grevi ve onu takip eden ambulans işçilerinin greviydi. Ambulans işçileri grevi sendika liderleri tarafından satılmış olmasına rağmen, Ford ve onun gibi büyük fabrikalarda çalışan işçilere mücadele etme güveni kazandırdı.

Sınıf mücadelesinin her yeni dalgasında ilk patlak veren grevlerin başarısızlıkla sonuçlanması ya da sendika liderleri tarafından satılması sık rastlanan bir durumdur. Yükseliş çok net değildir. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçişi uzun dönem yatakta kalan bir hastanın yeniden toparlanmasını andırır, yataktan fırlayıp hemen koşmaya başlayamaz. Biraz yürür, sonra tekrar yatma ihtiyacı duyar. Hasta yere çok sağlam basamaz.

Bize "daha iyi bir Türkiye istiyorsak istikrar paketinin başarısı için fedakarlık yapmanız gerekir" diyorlar. İşçilerin çoğu bu tartışmaya yanıt verecek kadar politik güvene sahip değil. Ancak başkalarına uygulanan adaletsizlikler, demokrasinin tehdit altında olması, istikrar paketinin tam bir ayak oyunu olduğu gibi doğrudan ekonomik olmayan politik kaygılar, işçilerin daha kararlı bir şekilde mücadeleye atılmasına neden olabilir. İşçiler egemen sınıf propagandasının pasif alıcıları pozisyonunda değillerdir. Düşünür ve tartışırlar. Yönetici sınıfın propagandasının etkili olduğu bir gerçektir. Ancak propaganda her şeye kadir değildir.

İşçilerin çoğu Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanmasına çok sevindi, bu başarı istikrar programını ve Avrupa'da güzel bir gelecek propagandasının güçlenmesine katkıda bulundu. Ancak lig maçlarında dönen şikeler ve hükümetin dört tam teşekküllü hastanenin kurulmasına yetecek kadar parayı Galatasaray'a vermek istemesi işçilerin öfkesini tekrar körükleyebilir. Herkes daha fazla hastaneye ihtiyacımız olduğunu biliyor ve hastanelere en çok ihtiyacı olan çocuk ve yaşlıların kendileri için mücadele edemeyeceklerini biliyorlar. Bu mücadele çok daha "meşru" gelebilir.

Dayanışma eylemleri, işçilerin mücadele güvenini yeniden kazanmalarında çok önemli bir rol oynayabilir. Fransa'da 1934-36 yılları arasındaki mücadeleler nihai olarak ekonomik taleplere indirgendi. Bunun nedeni komünist ve sosyalist partilerin egemen sınıfla uzlaşmaya kararlı olmalarıydı. 1936'da mücadelenin en yüksek noktasında kurulan Halk Cephesi hükümeti parlamentoyu 1940'da Hitler’e teslim etti. Tabii ki böylece ekonomik kazanımlar da kaybedildi.

İşçilerin kendiliğinden politik bir tepki vermesini oturup bekleyemeyiz. Bugünden işçilerle tartışmalı, politik ve ekonomik alanda mücadele etmek isteyen işçileri bir araya getirmeliyiz.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 17; Haziran 2000

'Antikapitalist nedir' sayfasına dön
sayfa başına dön