Güncelleme:
09.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Türkiye, Emperyalizm ve İşçi Sınıfı

Marks dünya tarihinin "sınıflar mücadelesi tarihi" olduğunu söyler. Eğer herkes dünyanın işçiler ve patronlar arasında bölünmüş olduğunu görebilseydi işimiz çok kolay olurdu. Dünyada nüfusun büyük bir çoğunluğunu işçiler oluşturmasına karşın patronlar ancak birkaç yüzbin kişiler. Ne yazık ki bu gerçek herkesin görebileceği kadar açık değil.

Marks, kapitalizme karşı mücadelenin işçiler ve patronlar arasındaki doğrudan mücadelenin ötesinde bir mücadele olduğunun farkındaydı. En önemli çalışması olan Kapital'i ilk planladığında kitapta 6 bölüm olacaktı. Kitabın 4, 5 ve 6. bölümleri sırasıyla "Devlet", "Uluslararası Ticaret" ve "Dünya Pazarı" başlıklarını taşıyorlardı.

Düşman kardeşler

Kapitalizm krizlerin ve çelişkilerin sistemidir. Kapitalizmin çelişkileri sermaye ve emek arasındaki çelişkilerin bir sonucu olmasına karşın her zaman bu biçimde ortaya çıkmazlar. Marks kapitalizmi değerlendirirken (sistemin uluslararası yönünü dışarda tutarken bile), kapitalistleri "düşman kardeşler çetesi" olarak tanımlar. Marks'ın analizindeki anahtar unsur kapitalistler arasındaki amansız rekabettir. Bu rekabet gerçek ve kanlıdır. Bazı kapitalistler süreç içinde iflas ederler. Ne var ki sistem krize girdiğinde bu rekabetin faturası işçiler tarafından ödenir. Kapitalistler birbirleriyle rekabet edebilmek için kendi işçilerinin ücretlerini düşürmeye çalışırlar. Patronların "rekabet edebilmek için" işçilerden düşük ücretlere razı olmalarını istediklerini sık sık duyarız. Patronlarının rekabet nedeniyle iflas edebileceğini düşünen işçiler bazen işlerini kaybetmemek için bu çağrıları dinlerler. İşçiler, düşük ücretelere razı olarak patronların bir işletmedeki işçileri diğer işletmedeki işçilere karşı kullanmasına izin vermiş olurlar. Ne var ki işçilerin bu yaklaşımı sonucu bütün işçiler kaybeder.

Rekabet ve savaşlar

Ancak kapitalistler arası rekabet sadece tek tek işletmeler arasındaki rekabetten oluşmaz. Marks bunu Kapital'i yazmayı planlarken çok açıkça görmüştü. Kapitalizm Marks'ın ölümünden sonra bütün dünyaya yayıldı. Bu durum marksistler arasında bir dizi tartışma ve anlaşmazlığa neden oldu. Kautsky gibi bazıları, büyük işletmelerin banka sermayelerini artırması ve küreselleşme sürecini "ultra emperyalizm" olarak isimlendirdi. Bu sürecin "kapitalizmi barışcıl olarak geliştireceğini" düşündüler. Onun tartışmaları bugün "küreselleşme" tartışmaları yapanların söyledikleriyle büyük benzerlik taşıyor. Devrimci marksist Rosa Lüksemburg gibi diğer marksistler ise bu faktörler ve sömürgeleşmedeki artışın kapitalist sistemin krizini ancak geçici olarak erteleyebileceğini, fakat bu durumun kriz patlak verdiğinde krizi çok daha şiddetli hale getireceğini savunmaktaydılar.

Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi kimin haklı olduğunu açıkça gösterdi. Bu savaş, kapitalist rekabetin yeni ve daha kanlı bir biçime sıçradığını, devletler arasındaki silahlı rekabetin boyutlarını gösteriyordu. Dünya sistemi artık emperyalist bir sistem haline gelmişti.

Kautsky ve Lenin

Düşman kardeşler (dünya kapitalist sınıfı) arasındaki rekabet, orduları olan ve birbirlerini tehdit eden, savaşan devletleri de kapsamaktadır. Tıpkı tek tek patronların işçilerden "çalıştıkları işletmeleri korumaları için" bedel ödemelerini istemeleri gibi, ulusal yönetici sınıflar da işçilerden "yaşadıkları ülkeleri korumak için" fedakarlık yapmalarını istiyorlar. Bu fedakarlık çağrıları bazen işçileri ikna ediyor. Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında dünyanın her yerinde milyonlarca sosyal demokrat işçi kendi yönetici sınıflarını destekledi. Bu dönemde Lenin "Emperyalizm, Kapitalizmin Son Aşaması" adlı kitabında, devrimcilerin anlaması gereken yeni bir durum olan emperyalizmi kapitalist gelişmenin yeni bir aşaması olarak tanımladı. Buharin emperyalizmi daha ayrıntılı bir şekilde inceledi ve iki eğilimin altını çizdi. Bunlardan birisi, sermayenin devlet ile artan entegrasyonu; diğeri ise, rekabetin küreselleşmesi eğilimiydi. Bu eğilimler devletler arasındaki rekabetin giderek artan ölçüde silahlı rekabet biçimini almasına, büyük güçler arasında savaşlara, ezilen ulusların emperyalist devletlere karşı mücadele etmesine yol açtı.

Yeni emperyalizm

Emperyalizm, 1945'e kadar birçok egemen gücün dünya ölçeğinde rekabet ettiği bir sistemdi. Emperyalistler bu dönemde bazen doğrudan sömürgeleştirme, bazen de piyasa ve ham madde kaynakları üzerinde çeşitli egemenlik biçimleri kurarak güç kazandılar. Büyük kapitalistler, 1914-1945 yılları arasındaki dönemde, savaş nedeniyle ham maddelere (petrol bir istisnaydı) olan bağımlılıklarını azaltmaya zorlandılar. Bu durum doğrudan sömürgelerin önemini azalttı.

1945'den sonra dünya, askeri olarak sadece iki süper gücün kontrolü altına girdi. Bunlar Rusya ve ABD idi. Diğer kapitalist devletler bu bloklardan birinin parçası oldular. Sovyetler Birliği'nin çöküşü sonrası askeri rekabet tekrar yeni blokları ortaya çıkardı. Avrupa ve Japonya blokları daha bağımsız bir rol oynamaya başladı. İki süper güce dayalı sistemin çöküşü sırasında ana bloklar dışında bazı sermaye birikim merkezleri de ortaya çıktı.

Alt-emperyalizm

Bu durum alt-emperyalist güçlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Dünya ölçeğinde hegemonya kuracak kadar güçlü olmayan devletler dünyanın bir bölgesinde hegemonya kurmaya çabalıyorlardı. Bu alt-emperyalistler birbirleriyle rekabet halindedir. Yunanistan ve Türkiye yönetici sınıfları Balkanlar üzerinde etki ve kontrol için rekabet ederken, Güney Amerika'da Arjantin ve Brezilya, Hindistan yarı kıtasında Hindistan ve Pakistan birbirleriyle rekabet ediyorlar. Vietnam, Güney Afrika ve Nijerya gibi ülkeler de bulundukları bölgede kendileri için bir hegemonya alanı oluşturmaya çalışıyorlar. Orta Doğu bölgesi ise İsrail, İran, Irak, Suriye, Mısır, Türkiye gibi pek çok ülkenin kontrol için rekabet ettiği bir alan.

Alt-emperyalist devletler sadece büyük bir bloğun temsilcisi değiller. Bazen büyük güçlerle çatışırlar. Ancak büyük güçlerin karşılaştırılamaz askeri kuvvete sahip olduğu bir dünyada yaşamak zorundalar. Bu nedenle bazen büyük güçlerle işbirliği içinde işlerini görürken bazen de bağımsız davranarak dişlerini gösterebilirler. Bazen köpek sahibinin ayağını ısırabilir. Türkiye, Kore Savaşı'ndan itibaren ABD'ye sadık bir müttefik ülke oldu ancak Kıbrıs işgali ABD'nin silah ambargosu ile karşılaştı. 19. yüzyılda bir İngiliz dışişleri bakanı "Majestelerinin hükümetinin sürekli ittifakları yoktur, yalnızca sürekli çıkarları vardır" diyordu.

Emperyalist güçler tarafından doğrudan desteklenen rejimler bile emperyalist güçlerden bağımsız davranabilmektedir. Örneğin İran'a karşı savaşta ABD tarafından silahlanmış ve desteklenmiş olan Irak, ABD'nin basit bir "kuklası" olmadığını Kuveyt'i işgal edip büyük bir savaşı başlattığında gösterdi. İngiltere 1942 Şubat'ında Mısır Kralı Faruk'un sarayını tanklarla çevirip kendi istediği başkanı görevlendirinceye kadar kuşatma altında tutmuştu. Ancak bugün ABD'nin Irak'ta böyle bir şey yapması pek olanaklı görünmüyor. O zamanlar Mısır İngiltere'nin yarı sömürgesiydi. Şu anda dünyada bu durumda olan çok az sayıda ülke var.

AB ve emperyalizm

SSCB'nin dağılmasının ardından Avrupa'da Almanya ve Uzak Doğu'da Japonya yeni büyük güçler olarak belirginleştiler. "Avrupa Birliği", Avrupa'yı ABD ile rekabet edebilecek bir bloğa dönüştürme çabasıdır. Bir kez daha bedeli işçilere ödetilmeye çalışılmaktadır. Avrupa işçilerine ABD işçileri kadar az tatil yapmaları Japonlar kadar az emeklilik hakkına sahip olmaları gerektiği söylenmektedir. Dünya kapitalizminin bütününde giderek derinleşen kârlılık oranlarında bir kriz yaşanmaktadır.

Kriz ve kutuplaşma

Bu kriz Avrupa'da açıkca görülebilmektedir. Avrupanın iki ekonomik motor ülkesi Almanya ve Fransa %12'lere varan işsizlik oranlarına sahip. Geçen beş yıl içinde Avrupa'da hükümetler Avrupa Para Birimi'nin kriterlerini hayata geçirebilmek için sosyal ve diğer kamu harcamalarını kestiler, işçilerin kazanılmış haklarına bir saldırı başlattılar. Şimdi, ortak para birliğine yıl sonunda girmeyi hedefleyen Yunanistan'da aynı savaş yürütülüyor. Bu saldırılar artan bir politik bir kutuplaşma yaratıyor. Avrupa ölçeğinde sosyal demokrat hükümetlerin iktidara gelmesi mücadelenin bir göstergesi. Avusturya'da faşist Haider'in %23 oy alması da krizin derinliğine duyulan umutsuzluğun ifadesi.

Derinleşen kriz büyük güçleri giderek artan bir çabayla yeni kâr kaynakları bulmaya zorluyor. Dünya borsalarının çok yüksek seviyelerde olması bunun bir göstergesi. Borsa yatırımcıları hisse senetleri fiyatlarının yükselmesiyle para kazanmayı umarlarken çok düşük bir getiri seviyesine (düşük kâr oranına) razı olmaktadırlar. Bu Marks'ın öngörmüş olduğu bir durumdur. Sistem krize girerken kapitalistler artık üretimden elde edemedikleri kârı bulmak için spekülasyona yönelirler. Uluslararası düzeyde bu spekülasyonun bir örneği Hazar petrolüne olan saldırıdır. Hiç kimse ne kadar petrol olduğunu, çıkarmanın maliyetinin ne olacağını ve pazarının olup olmayacağını bilmiyor. Ama yine de bu alanı kontrol etme çabası bölgede yaşanan savaşların önemli bir nedeni olabiliyor. Çünkü hiç bir güç bu alandan kazanması olası kârı riske atma lüksüne sahip değil. Kapitalist rekabetin bedeli bir kez daha işçilere ödetiliyor, bu kez hayatlarıyla ödüyorlar.

Emperyalist dünyada Türkiye’nin yeri

Türkiye yönetici sınıfı çok kutuplu emperyalist dünyada kendisini bölgede egemen bir güç haline getirme çabasında. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni büyük güçlerin orduları seviyesine getirebilmek için büyük paralar harcanıyor, bu paralar işçilerin vergilerinden ödeniyor. Hükümet 7 milyar dolar tanka, 4 milyar dolar helikoptere, 1,5 milyar dolar AWACS uçaklarına harcıyor. Son dönemde Türkiye sık sık Irak'ın sınırlarını ihlal etti, Suriye'yi işgal etmekle tehdit etti ve Suriye'ye su akışını sınırladı, Kıbrıs'ı işgal etti, Azerbeycan'da başarısız bir darbe girişiminde bulundu, Ermenistanda'ki ayrılıkçıları açıkca destekledi, Ege'de Yunanistan'la savaşı provake edecek girişimlerde bulundu, Orta Doğu'da diğer büyük alt emperyalist güç olan İsrail ile ittifak kurdu. İsrail de Mısır, Ürdün, Suriye'nin (komşusu olan tüm ülkelerin) topraklarına girdi ve halen Ürdün, Suriye ve Lübnan'ın bir kısmını işgal altında tutuyor.

Türk dış politikasındaki saldırganlık açıkça görülüyor. Türk Devleti'nin de, "sürekli ittifakları yok, yalnızca sürekli çıkarları var." Türkiye yönetici sınıfı tercih hakkını sürekli saklı tutmaya çalışıyor. Yanlızca ABD tarafından tercih edilen Bakü-Ceyhan petrol hattı için rekabet etmiyor, Rusya ile Mavi Akım Projesi ve İran ile gaz boru hattı anlaşması yapıyor. Türkiye Balkanlar'a, Türki cumhuriyetlere ve Orta Doğu'ya doğru yayılmacı bir dış politika yürütüyor. Her ne kadar Türkiye'deki büyük iş adamları bazen bu saldırgan politikaların maliyetinden rahatsızlık duysalar da ortaya çıkan ve çıkacak iş olanaklarını değerlendirmek için ağızlarının suyu akıyor.

Patronlar ve kirli savaş

Büyük patronların 15 yıldır süren kirli savaşa olan tutumlarını da aynı faktörler belirliyor. Patronlar kulübü TÜSİAD, hükümetlerin Güney Doğu'ya yönelik kirli savaş politikalarını eleştiren raporlar yayımladı. Ne var ki TÜSİAD konferanslarında bu raporları sunmaya hazır tek bir işadamı bile çıkmadı. Cem Boyner'in barış ve demokratikleşme çağrısı yapan Yeni Demokrasi Hareketi çöktü. Büyük sermayedarlar kirli savaşın korkunç maliyetinden hoşnut değiller. Ancak Türk devletinin Kürt hareketiyle uzlaşma yapmasının ortaya çıkaracağı prestij yıpranmasını göğüslemek istemiyorlar. Bunun yanısıra büyük askeri harcamaların yarattığı askeri gücün rakip ulusal sermayelere saldığı korkudan çıkarları var. Bu nedenle TÜSİAD patronları, arada bir şikayet etseler de, kirli savaşı, Kürt sorununun askeri yöntemlerle, ödün vermeksizin "halledilmesini" tercih ettiler.

Kürt sorunu

Halen çok sayıda insan Kürt sorununun "Türkiye'nin düşmanları" ve "dış mihraklar" tarafından yaratıldığı yalanına inanıyor. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı yılları sırasında, Musul ve Kerkük petrollerini kendi kontrolleri altındaki Irak aracılığıyla güvence altına alabilmek için Kürtlerle oynadı. Benzer bir oyun 1991 Körfez Savaşı ardından ABD tarafından oynandı. Irak'lı Kürtleri bir noktaya kadar kullandılar. Ancak emperyalist güçler istisnasız olarak her zaman Kürtlerin bağımsızlık taleplerine arkalarını döndüler. ABD ve Avrupa Kürtlere karşı Türk hükümetlerini istikrarlı bir şekilde destekledi. Abdullah Öcalan'ı teslim ettiler. Almanya'da PKK yasaklanmış bir örgüttür ve İngiltere'de baskı altında tutulmaktadır.

Bölgede istikrar

Ne ABD'nin ne de Avrupa'nın Türkiye'nin "zayıflamasından" çıkarları var. Bu ülkelerin kapitalistleri ve hükümetleri için Türkiye yatırım yapılacak bir yer ve bu önemli bölgede potansiyel bir istikrar unsuru. Avrupa hükümetlerinin büyük çoğunluğu 12 Eylül 1980 darbesini destekledi. Hem ABD hem de Avrupa bölgede istikrar ve Rus etkisinin azaltılmasını istiyor. Bu nedenle, IMF ve Avrupa Birliği tarafından yapılan temel dayatmalar insan hakları ve özgürlükler alanında değil, ekonomik ve politik istikrara yöneliktir.

Türkiye sömürge mi?

Türkiye'nin her sermayenin bağımsız olabileceği kadar bağımsız gerçek bir yönetici sınıfı var. Koç ve Sabancı dünyanın en zenginler listesinde 43. sırayı paylaşıyorlar. Bu büyük holdingler Türkiye dışında Avrupa'da, ABD'de ve diğer yerlerde yatırım yapıyorlar. Türkiye sanayisinin "montaj sanayi" olduğu fikri komik. Bütün dünyada kapitalistler birbirlerinin ürünlerine ve dizaynlarına bağımlılar. Tofaş'ın sadece Fiat'ın bir piyonu olduğu söyleniyor. Şimdi Fiat ile General Motors birleşti. Bu, İtalya'nın bağımsız bir kapitalist sınıfa sahip olmadığı anlamına mı geliyor?

IMF stand-by kredileri için koşullar getirdiğinde veya Avrupa Birliği üyelik için koşullar koyduğunda Türkiye'nin bağımsızlığını mı tehdit ediyor? Türkiye'li büyük kapitalistlerden ve hatta küçüklerinden tahkim veya mezarda emeklilik konusunda hiç bir protesto sesi duymuyoruz. Protesto ettiklerini duymamamızın nedeni bu önlemlerin doğrudan işçi sınıfının yaşam koşullarına ve özelleştirilmiş şirketlerde işçilerin örgütlenme haklarına saldırıyor olması. Bunlar, Türkiye'ye yatırım yapmayı planlayan Avrupa ve ABD şirketleri kadar Türkiyeli bağımsız kapitalistlerin de istediği önlem ve uygulamalardır.

Aynı kader

Dünyanın her tarafındaki işçiler aynı tehditlerle karşı karşıya. Kapitalistler kendi krizlerinin bedelini bize ödetmek istiyorlar. Geçen Aralık ayında ABD işçilerinin Seattle'da gerçekleştirdiği gösteriyle 24 Temmuz'da Ankara'da 500 bin işçinin gösterisi aynı nedenlere dayanıyordu. Kapitalizm canımızı acıtıyor. Bu nedenle Fransız ve Alman işçileri greve çıkıyor. Mart ayının ilk iki haftasında Fransa'da 800 bin öğretmen, postane işçileri, çöpçüler ve özel sektördeki bir çok fabrika işçisiyle beraber grevdeydi.

AB'ye hayır

Yöneticilerimizin girmek istediği Avrupa, işçi sınıfına karşı saldırıların, kutuplaşmaların ve mücadelenin giderek arttığı bir Avrupa. Türkiye'nin Avrupa'ya giriş süreci işçiler üzerindeki saldırıları azaltmayacak, arttıracak. Biz AB'ye Türkiye'nin "bağımsızlığını" korumak için değil, kazanımlarımızı korumak ve geliştirmek için karşıyız. Avrupa'dan öğrenmemiz gereken şey işçilerin özelleştirmelere ve kesintilere karşı mücadelesidir. Ve bunu yapmak için Türkiye yönetici sınıfının Avrupa patronlar kulübüne kabul edilmesine ihtiyacımız yok.

Nasıl kazanırız?

Yöneticilerimiz yaşam standartlarımıza karşı yapılan saldırılara direncimizi kırmak için "Türkiye'nin çıkarları"nı düşünmemizi istiyorlar. Ancak bu çıkarlar zengin ve güçlünün çıkarları, işçi sınıfının değil. Kıbrıs işgalinin, Körfez savaşının, kirli savaşın bedeli biz işçilere ödetildi. Yöneticiler bu bedeli bize ödetmek için "vatan, millet" edebiyatı yaptılar. Bütçenin %40'ı kirli savaşa gidiyor, işçiler kendi vergilerini ödüyorlar ancak patronlar ödemiyorlar. İşçilerin çocukları Güneydoğu'da savaşa yollanıyor, patron çocukları gitmiyor.

İşçilerin kazanabilmesi için birleşmemiz gerekiyor. Türk-Kürt, Alevi-Sunni, kadın-erkek, işçi-memur, dindar-dinsiz olarak birleşmeliyiz. Diğer ülkelerdeki işçilerle de birleşmeye ihtiyacımız var. Özelleştirmelere ve Avrupa Para Birliği'ne giriş nedeniyle yapılan kesintilere karşı mücadele eden Yunan işçi kardeşlerimizi örnek almalıyız.

Marks, "başka bir ulusu ezen bir ulusun kendisi özgür olamaz" diye yazar. Bu durumu Türkiye'de çok net olarak görebiliyoruz. Yaşadığımız toplumda her türlü pislik var. Susurluk, mafya, işkence, konuşma ve örgütlenme özgürlüklerindeki baskıların hepsi kirli savaşla ilişkili.

Türkiye yönetici sınıfı emperyalist sistemin bir parçası. Türkiye, bölgesel bir güç olmaya çalışıyor. Bu durum Türkiyeli işçilerin yararına değil. Bunun faturasını ödüyoruz ve savaş riski ile karşı karşıyayız.

Bizi bağlayan zincirler sadece baskı zincirleri değil, kafamızda da zincirler var. Bu zincirin önemli bir halkası milliyetçilik.

Türkiye'de işçi haklarını savunmak devasa büyüklükteki silahlanma harcaması programına karşı çıkmaktan, Kürt sorununda onurlu bir barış çağrısında bulunmaktan, Kıbrıs ve Kuzey Irak işgallerine son verilmesi için mücadeleden geçiyor.

Bizim patronlarımızla ortak hiç bir çıkarımız yok. Diğer ülkelerin işçileriyle ise herşeyimiz ortak.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 15; Nisan 2000

'Antikapitalist nedir' sayfasına dön
sayfa başına dön